script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

Nefs-i Merdıyye


Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün füyûzâtından istifâde edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk’ın da onlardan râzı olması îcâb eder. Yâni kulun Allâh’tan râzı olması yetmeyip, kâmil bir terakkî için Allâh’ın da kulundan râzı olması gerekir. Diğer bir ifâdeyle Hak’tan rızâmız, O’nun yüce rızâsına mazhar olabilecek bir kıvam ve güzellikte olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdîrde “merdıyye” sıfatı Allâh’a râcî olmasına rağmen, kulun bunu temîne medâr olan amelleri bereketiyle bu makâm kula da izâfe edilmiştir. Buna göre râdıye, Allâh’tan râzı olanların; merdıyye ise Allâh’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnûd olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mümin, nefsini en güzel bir şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır.

Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allâh’tan gelen kahır veyâ lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine cennet hil’ati giydirilmiştir.

Yukarıda da zikredilen:

“Sen O’ndan, O da senden râzı olarak dön Rabbine!” (el-Fecr, 28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı olarak” hükmü, bu hâli ifâde etmektedir.

Ayrıca Beyyine Sûresi’nin 8. âyetindeki:

“… Allâh onlardan hoşnud olmuş, onlar da Allâh’tan hoşnûd olmuşlardır…” beyânı da bu hakîkatin diğer bir ifâdesidir.

Bu hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allâh’ın izniyle bâzı gaybî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle böyle kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli… olur. Onların hâline, kâline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder.

Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve o hâllerle hâllenmektedir. Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.

Peygamberlerin yüce ahlâkından bu güzel hâllere dâir birkaç misâl şöyledir:

Hazret-i Yâkûb -aleyhisselâm- üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir.” diyerek beyân eder.

Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm-, hanımının: “Rabbine duâ et de bu muzdarip hâlin son bulsun.” şeklindeki talebine:

“– Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim.” mukâbelesinde bulunmuştur.

İbrâhim -aleyhisselâm- da ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:

“– Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!” buyurmuştur.

Aslında nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibâret olmakla berâber, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler îtibâriyle bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile veya nefs-i sâfiye denir.

 
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

1 9