script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

İlk Müs­lü­man­lar



 

İlk îmân eden in­san Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’dir. Bu hu­sus âyet-i ke­rî­me­ler­de şöy­le bil­di­ril­mek­te­dir:

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ

“Pey­gam­ber, Rab­bi ta­ra­fın­dan ken­di­si­ne in­di­ri­le­ne îmân et­ti…” (el-Ba­ka­ra, 285)

قُلْ إِنِّي أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ مُخْلِصًا لَّهُ الدِّينَ

(11)

وَأُمِرْتُ لِأَنْ أَكُونَ أَوَّلَ الْمُسْلِمِينَ

(12)

“De ki: Ba­na, dî­ni Al­lâh’a hâ­lis kı­la­rak O’na kul­luk et­mem em­ro­lun­du. Ve ben, müs­lü­man­la­rın il­ki ol­mak­la em­ro­lun­dum.” (ez-Zü­mer, 11-12)

Fahr-i Kâ­inât Efen­di­miz’den son­ra ilk müs­lü­man, muh­te­rem zev­ce­si Haz­ret-i Ha­tî­ce -ra­dı­yal­lâ­hu an­hâ- idi.

Âlem­le­rin Efen­di­si, kav­mi­nin ha­kâ­ret, alay ve ezi­yet gi­bi kö­tü ta­vır ve dav­ra­nış­la­rı­na mâ­ruz ka­la­rak mah­zûn ve mü­ked­der bir hâl­de evi­ne dön­dük­çe, Al­lâh Te­âlâ O’nun hüz­nü­nü Haz­ret-i Ha­tî­ce vâ­li­de­mi­zin te­sel­lî ve teş­vîk edi­ci söz­le­riy­le ha­fif­let­miş, ilâ­hî nus­re­tiy­le va­zî­fe­si­ni ko­lay­laş­tır­mış­tır.138

Haz­ret-i Ha­tî­ce -ra­dı­yal­lâ­hu an­hâ- îmân edin­ce Efen­di­miz’in kız­la­rı Haz­ret-i Ru­kıy­ye, Üm­mü Gül­süm ve Fâ­tı­ma da müs­lü­man ol­muş­lar­dı.139

Haz­ret-i Ali -ker­re­mal­lâ­hu vec­heh- de Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- ile Haz­ret-i Ha­tî­ce’nin na­maz kıl­dık­la­rı­nı gör­müş ve:

“–Ne­dir bu?” di­ye sor­muş­tu.

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Bu, Al­lâh’ın ken­di­si için seç­ti­ği dî­ni­dir. Ben se­ni tek olan Al­lâh’a îman ve ibâ­det et­me­ye, hiç­bir fay­da ve za­ra­rı ol­ma­yan Lât ile Uz­zâ’yı da in­kâ­ra dâ­vet edi­yo­rum!” bu­yur­du.

Haz­ret-i Ali -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“–Ben bu dî­ni şim­di­ye ka­dar hiç işit­me­dim! Ba­bam Ebû Tâ­lib’e sor­ma­dan bir iş ya­pa­mam!” de­di.

Fahr-i Kâ­inât Efen­di­miz, o sı­ra­lar teb­lîğ fa­âli­yet­le­ri­ni giz­li­den giz­li­ye de­vâm et­tir­di­ği için:

“–Ey Ali! Şâ­yet müs­lü­man ol­ma­ya­cak­san sa­na bah­set­ti­ğim bu hu­sû­su giz­li tut, açı­ğa vur­ma!” bu­yur­du.

Haz­ret-i Ali, o ge­ce bek­le­di. Al­lâh Te­âlâ onun kal­bi­ne İs­lâm mu­hab­be­ti­ni bah­şet­ti. Sa­bah­le­yin Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ya­nı­na git­ti ve İs­lâm dî­ni hak­kın­da su­âl­ler sor­du. Al­dı­ğı ce­vap­lar üze­ri­ne, Al­lâh Ra­sû­lü’nün buy­ru­ğu­nu he­men ye­ri­ne ge­ti­rip müs­lü­man ol­du. Ba­ba­sın­dan çe­ki­ne­rek, müs­lü­man­lı­ğı­nı bir müd­det giz­li tut­tu. Haz­ret-i Ali, bu sı­ra­lar­da on ya­şın­da idi. (İbn-i İs­hâk, s. 118; İbn-i Sa’d, III, 21)

Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- na­maz kıl­mak is­te­di­ğin­de, Haz­ret-i Ali -ra­dı­yal­lâ­hu anh- ile bir­lik­te Mek­ke vâ­di­le­ri­ne doğ­ru çı­kıp gi­der­ler ve in­san­lar­dan giz­li ola­rak, na­maz­la­rı­nı ora­lar­da kı­lar­lar, ak­şam­le­yin de dö­ner­ler­di. Al­lâh’ın di­le­di­ği za­mâ­na ka­dar bu böy­le de­vâm et­ti.

Ebû Tâ­lib, oğ­lu ve sev­gi­li ye­ğe­ni­nin giz­li giz­li na­maz kıl­dık­la­rı­na mut­ta­lî olun­ca, Pey­gam­ber Efen­di­miz, çok sev­di­ği am­ca­sı­nı da İs­lâm’a dâ­vet et­ti. Ebû Tâ­lib ise bu dâ­ve­te şöy­le ce­vap ver­di:

“–Ey kar­de­şi­min oğ­lu! Be­nim, ata­la­rı­mın dî­nin­den ay­rıl­ma­ya gü­cüm yet­me­ye­cek! Lâ­kin Sen gön­de­ril­di­ğin şey üze­re de­vâm et! Val­lâ­hi ben ha­yat­ta ol­du­ğum müd­det­çe Sa­na kim­se za­rar ve­re­me­ye­cek­tir!”

Haz­ret-i Ali’ye de:

“–Ev­lâ­dım! O, se­ni an­cak ha­yır ve iyi­li­ğe dâ­vet eder. Sen, O’nun yo­lu­na sım­sı­kı sa­rıl. O’ndan hiç ay­rıl­ma!” de­di. (İbn-i Hi­şâm, I, 265)

Ab­dul­lâh bin Mes’ûd140 -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Mek­ke’ye ti­câ­ret için gel­di­ğin­de Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’i Haz­ret-i Ha­tî­ce ve Haz­ret-i Ali ile bir­lik­te Kâ­be’yi ta­vâf eder­ken gör­dü­ğü­nü ve bu es­nâ­da Haz­ret-i Ha­tî­ce’nin te­set­tü­re çok dik­kat et­ti­ği­ni

söy­le­mek­te­dir. (Ze­he­bî, Si­yer, I, 463)

Ufeyf el-Kin­dî de, ti­câ­ret için Mek­ke’ye gel­miş ve Ab­bâs -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın evi­ne mi­sâ­fir ol­muş­tu. Ufeyf, Pey­gam­ber Efen­di­miz’in, Haz­ret-i Ha­tî­ce’nin ve Haz­ret-i Ali’nin Kâ­be’de na­maz kıl­dık­la­rı­nı gör­müş, Ab­bâs -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’tan on­lar hak­kın­da mâ­lu­mât is­te­miş­ti. Haz­ret-i Ab­bâs da on­lar­dan bah­set­tik­ten son­ra:

“–Val­lâ­hi ben yer­yü­zün­de bu dî­ne ina­nan şu üç ki­şi­den baş­ka kim­se bil­mi­yo­rum!” de­miş­ti.

Ufeyf -ra­dı­yal­lâ­hu anh- hi­dâ­yet­le şe­ref­yâb ol­duk­tan son­ra hep şöy­le ha­yıf­la­nır­dı:

“–Âh ne olur­du o za­man îmân edey­dim de ikin­ci er­kek mü’min ben olay­dım! On­la­rın dör­dün­cü­le­ri ol­ma­yı, ne ka­dar ar­zu eder­dim!” (İbn-i Sa’d, VI­II, 18; İbn-i Ha­cer, el-İsâ­be, II, 487)

Pey­gam­ber Efen­di­miz’in âzat­lı kö­le­si Zeyd bin Hâ­ri­se -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Haz­ret-i Ali’den son­ra müs­lü­man ol­muş, na­maz kıl­mış, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ma­iy­ye­tin­den ve hiz­me­tin­den hiç ay­rıl­ma­mış­tı. Tâ­if­li ser­ger­de­le­rin Pey­gam­ber Efen­di­miz’e at­tık­la­rı taş­la­ra ken­di vü­cû­du­nu si­per edip kan­lar için­de ka­la­cak ka­dar fe­dâ­kâ­râ­ne bir mu­hab­bet­le ken­di­si­ni Al­lâh Ra­sû­lü’ne ada­mış, bu­na mu­kâ­bil Âlem­le­rin Efen­di­si’nin hu­sû­sî mu­hab­bet ve il­ti­fâ­tı­na maz­har ol­muş­tu.

Ra­sûl-i Ek­rem -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in Haz­ret-i Zeyd’e olan mu­hab­be­ti­ne dâ­ir Haz­ret-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın şu şe­hâ­de­ti ne ka­dar mâ­ni­dar­dır:

Haz­ret-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Zeyd’in oğ­lu Üsâ­me’ye üç bin beş yüz dir­hem tah­sîs et­miş, oğ­lu Ab­dul­lâh’a on­dan beş yüz dir­hem da­ha az ver­miş­ti. Ab­dul­lâh, ba­ba­sı Haz­ret-i Ömer’e bu­nun se­be­bi­ni so­ra­rak:

“–Üsâ­me’yi ni­çin ben­den üs­tün tu­tu­yor­sun? O ben­den da­ha çok sa­va­şa ka­tıl­ma­dı ki!” de­di.

Haz­ret-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, eş­siz adâ­le­ti­nin ya­nın­da, gö­nül zen­gin­li­ği­ni ve yük­sek te­vâ­zu­unu da gös­te­ren şu muh­te­şem ce­vâ­bı ver­di:

“–Oğ­lum! Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- onun ba­ba­sı­nı se­nin ba­ban­dan da­ha çok se­ver­di. Üsâ­me’ye de sen­den da­ha çok mu­hab­be­ti var­dı. İş­te bu se­bep­le, Ra­sû­lul­lâh’ın sev­di­ği­ni ken­di sev­di­ği­me ter­cih et­tim.” (Tir­mi­zî, Me­nâ­kıb, 39)

Bu ve ben­ze­ri pek çok mi­sâl­de gö­rül­dü­ğü gi­bi as­hâb-ı ki­râm, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in sev­dik­le­ri­ni ken­di sev­dik­le­ri­ne ter­cih eder­ler­di.141

Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, nü­büv­vet­ten ön­ce de Pey­gam­ber Efen­di­miz’in dos­tu idi. Ço­cuk­lu­ğun­dan be­ri onun gü­zel ah­lâ­kı­na, sa­dâ­ka­ti­ne ve emîn­li­ği­ne şâ­hit­ti. Gü­zel ah­lâ­kı se­be­biy­le as­lâ ya­lan söy­le­me­yen bir kim­se­nin, Ce­nâb-ı Hakk’a kar­şı ya­lan söy­le­me­si­nin im­kân­sız ol­du­ğu ka­na­atin­de idi. Bu se­bep­le Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- onu İs­lâm’a dâ­vet et­ti­ğin­de hiç te­red­düt gös­ter­mek­si­zin icâ­bet et­ti.142

Fahr-i Kâ­inât Efen­di­miz bu hu­sus­ta­ki ha­dîs-i şe­rîf­le­rin­de:

“Al­lâh be­ni si­ze Pey­gam­ber ola­rak gön­der­di­ğin­de ev­ve­lâ ba­na «Sen ya­lan­cı­sın!» de­di­niz. Lâ­kin Ebû Be­kir «O, doğ­ru söy­lü­yor.» de­di ve hem ca­nı hem de ma­lı ile ba­na son de­re­ce yar­dım­cı ol­du.” bu­yur­muş­lar­dır. (Bu­hâ­rî, As­hâ­bu’n-Ne­bî, 5)

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’i hiç­bir şey Haz­ret-i Ebû Bekr’in müs­lü­man olu­şu ka­dar se­vin­dir­me­miş­tir. Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-müs­lü­man ol­du­ğu za­man, hiç çe­kin­me­den müs­lü­man­lı­ğı­nı açık­la­mış ve di­ğer in­san­la­rı da Al­lâh Te­âlâ’ya ve Ra­sû­lü’ne îmâ­na dâ­vet et­me­ye baş­la­mış­tır.143

Pey­gam­ber Efen­di­miz’in ha­yâ­tın­da Haz­ret-i Ebû Bekr’in müs­tes­nâ ve mü­him bir ye­ri bu­lun­mak­ta­dır. Zî­râ bir dâ­vâ­nın ger­çek­le­şe­bil­me­si şu üç şar­ta bağ­lı­dır:

1. Hâ­kim bir fi­kir.

2. O fi­kir et­râ­fın­da kad­ro­la­şan in­san­lar.

3. Mâ­lî im­kân.

Hâ­kim fi­kir, İs­lâm’ın muh­te­vâ­sı idi ki, va­hiy­le sâ­bit­tir. Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, di­ğer iki fak­tör­de çok mü­him bir va­zî­fe üst­len­miş­tir. Yâ­ni kad­ro­laş­ma onun­la baş­la­mış ve o mü­bâ­rek sa­hâ­bî­nin mu­az­zam ser­ve­ti, muh­te­lif İs­lâ­mî hiz­met­le­rin ya­nın­da müs­lü­man olan kö­le­le­rin sa­tın alı­nıp ser­best bı­ra­kıl­ma­sı gi­bi dâ­vâ­nın mâ­lî vec­he­sin­de de kul­la­nıl­mış­tır.

Bu iki hu­sû­su bi­raz açık­la­ya­cak olur­sak; Haz­ret-i Ebû Be­kir ile Pey­gam­ber Efen­di­miz’in genç­lik dev­re­le­ri­ne uza­nan ar­ka­daş­lık ve be­râ­ber­lik­le­ri, nü­büv­vet va­zî­fe­si­nin ve­ril­me­sin­den son­ra ul­vî bir dost­lu­ğa dö­nüş­müş­tür.

Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, ilk îmân eden­ler­den ol­ma­nın ya­nı sı­ra, îmâ­nı­na şek ve şüp­he­nin to­zu­nu bi­le dü­şür­me­ye­rek “Sıd­dîk” sı­fa­tı­na maz­har ol­muş­tur. Da­ha son­ra­ki za­man­lar­da da İs­lâm’ın in­ki­şâ­fı ve ya­yıl­ma­sı için mad­dî-mâ­ne­vî hiç­bir fe­dâ­kâr­lık­tan ka­çın­ma­mış ve bü­tün ma­lı­nı Al­lâh yo­lu­na bez­let­miş­tir.

Sev­gi­nin şar­tı, aş­kın kâ­nu­nu, se­vi­len ki­şi­ye du­yu­lan mu­hab­bet ve o aşk­tan do­la­yı o ki­şi­nin sev­di­ği şey­le­ri de sev­mek, onun ar­zu­su­nu ken­di ar­zu­su­na ter­cih et­mek ve sev­gi­li­nin uğ­ru­na her şe­yi­ni fe­dâ ede­bil­mek­tir. İş­te Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın ha­yâ­tı, Al­lâh Ra­sû­lü’ne aşk ile bağ­lı­lı­ğın ve O’nda fâ­nî olu­şun zir­ve mi­sâl­le­riy­le do­lu­dur:

Bir­gün gö­nül­ler sul­ta­nı Efen­di­miz’in ra­hat­sız­lan­dı­ğı­nı du­yan Haz­ret-i Sıd­dîk, üzün­tü­den ken­di­si de ya­ta­ğa düş­müş­tü.

Bu iki dost ara­sın­da­ki ul­vî mu­hab­be­tin ne­tî­ce­si olan ay­nî­leş­me se­be­biy­le­dir ki Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“Ebû Be­kir ben­den­dir, ben de on­da­nım. Ebû Be­kir dün­yâ­da ve âhi­ret­te kar­de­şim­dir.” (Dey­le­mî, I, 437) bu­yu­ra­rak mâ­nâ âle­min­de­ki be­râ­ber­li­ği ve kalb­den kal­be vâ­kî olan hâl in’ikâ­sı­nı te’yîd bu­yur­muş­tur.

Efen­di­miz -aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm-’ın ölüm dö­şe­ğin­de iken:

“Bü­tün ka­pı­lar ka­pan­sın; yal­nız Ebû Be­kr’in­ki kal­sın!” (Bu­hâ­rî, As­hâ­bü’n-Ne­bî, 3) il­ti­fâ­tı, Haz­ret-i Ebû Be­kir ile ara­la­rın­da­ki kal­bî alâ­ka ve müs­tes­nâ ya­kın­lı­ğın en gü­zel ifâ­de­le­rin­den bi­ri­dir.

Bi­lâl-i Ha­be­şî ve an­ne­si de, Al­lâh Ra­sû­lü’nün in­san­la­rı İs­lâm’a giz­li­ce dâ­ve­te baş­la­dı­ğı ilk gün­ler­de müs­lü­man ol­du­lar. Haz­ret-i Bi­lâl -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, müs­lü­man­lı­ğı­nı açık­la­yan ilk ye­di ki­şi­den bi­ri idi. Dî­nin­den dön­me­si için ya­pı­lan en ağır iş­ken­ce­le­re ta­ham­mül eder­di. İn­kâ­ra zor­lan­dık­ça: “Ehad! Ehad!: Al­lâh bir­dir! Al­lâh bir­dir!” der­di.

Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Haz­ret-i Bi­lâl ve vâ­li­de­si­nin be­de­li­ni öde­ye­rek on­la­rı âzâd et­ti.144

Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bu dav­ra­nı­şı ile il­ti­fât-ı Pey­gam­be­rî’ye nâ­il ol­muş, mer­ha­met ve cö­mert­lik­te âbi­de­leş­miş­tir.

Haz­ret-i Mev­lâ­nâ -kud­di­se sir­ruh-, bu hâ­di­se­yi gö­nül li­sâ­nıy­la tas­vîr ede­rek şu şe­kil­de nak­le­der:

“Bi­lâl-i Ha­be­şî’nin müs­lü­man­lı­ğın­dan do­la­yı kor­kunç bir iş­ken­ce­ye tâ­bî tu­tul­du­ğu­nu işi­ten Haz­ret-i Sıd­dîk, Haz­ret-i Mus­ta­fâ’nın hu­zû­ru­na çık­tı ve ve­fâ­lı Bi­lâl’in hâ­li­ni arz et­ti.”

“De­di ki: O fe­lek­le­ri öl­çen mü­bâ­rek var­lık, Sen’in aş­kı­na düş­müş, Sen’in mu­hab­be­ti­ne tu­tul­muş­tur. Bu yüz­den zâ­lim­ler o me­lek tıy­net­li in­sa­na zul­met­mek­te­dir­ler. Suç­suz ol­du­ğu hâl­de ka­nat­la­rı­nı yo­lu­yor­lar. O bü­yük de­fî­ne­yi şirk ve is­yan top­ra­ğı­na göm­mek is­ti­yor­lar.”

“Ya­kı­cı gü­ne­şe kar­şı kız­gın kum­la­ra ya­tı­rı­yor, çıp­lak be­de­ni­ni di­ken­li dal­lar­la dö­vü­yor­lar.”

“Fa­kat o, te­nin­den çeş­me gi­bi kan­lar fış­kır­dı­ğı hâl­de: «Al­lâh bir­dir, Al­lâh bir­dir!» di­yor, Hakk’a sec­de­den vaz­geç­mi­yor.”

“Haz­ret-i Ebû Bekr’in mer­ha­met ve şef­ka­tin­den do­la­yı vü­cû­du­nun her zer­re­si mah­zûn ve gam­la do­lu bir dil hâ­li­ne gel­miş, Bi­lâl’in hâ­li­ni Haz­ret-i Pey­gam­ber’e bü­yük bir üzün­tü için­de uzun uzun an­lat­mak­tay­dı.”

“Ni­hâ­yet gön­lün­de­ki ni­ye­ti iz­hâr edip: «Yâ Ra­sû­lal­lâh! Onu sa­tın al­mak is­ti­yo­rum. Bü­tün ser­ve­ti­mi har­ca­ma­ya ha­zı­rım. Ce­nâb-ı Hakk’a gö­nül ver­miş, O’nun ve Ra­sû­lü’nün kö­le­si ol­muş, bu yüz­den de Al­lâh düş­man­la­rı­nın hış­mı­na uğ­ra­mış, iş­ken­ce­le­re mâ­ruz bı­ra­kıl­mış o mü­bâ­rek in­sa­nı o hâl­den kur­tar­ma­dan bu ca­nı­ma dün­yâ­da ra­hat­lık yok­tur.» de­di.”

“Haz­ret-i Mus­ta­fâ -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, bun­dan pek mem­nûn ol­du­lar ve: «Ey Al­lâh’ın ve Ra­sû­lü’nün mer­ha­met­li dos­tu! Bu ti­câ­ret­te ben de sa­na or­ta­ğım…» bu­yur­du­lar.”

“Haz­ret-i Ebû Be­kir, der­hâl Bi­lâl’in sâ­hi­bi­nin evi­ne yol­lan­dı. Bi­lâl, ya­pı­lan iş­ken­ce­ler­den ötü­rü bay­gın bir va­zi­yet­te idi. Haz­ret-i Bi­lâl’in sâ­hi­bi olan o mer­ha­met mah­rû­mu in­sa­na acı söz­ler sarf et­ti.”

“De­di ki: Ey ha­bîs! Ey hid­det­ten gö­zü ka­rar­mış, mer­ha­met­ten na­sip­siz! Bu Al­lâh dos­tu­nu na­sıl dö­vü­yor­sun? Ey in­saf­sız! Bu ne kin, bu ne ga­raz?”

“Ey mer­ha­met fu­ka­râ­sı! Ken­di­ni in­san mı sa­nı­yor­sun? Ey in­san­lık mah­rû­mu, nef­ret edil­miş ki­şi! Sen in­san kı­lı­ğın­da­sın, ama in­san­lı­ğın yüz ka­ra­sı­sın!..”

“Bu söz­ler­den son­ra Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, ada­mın aç gö­zü­nü dün­yâ­lık­la tı­ka­dı. Öy­le ki bu du­ru­ma Bi­lâl’in efen­di­si iyi­ce şa­şır­dı ve Ebû Bekr’in hâ­li­ni hay­ret­le sey­ret­ti.”

“Onun bu hay­re­ti­ni fark eden Sıd­dîk-ı Ek­ber Haz­ret­le­ri, o na­sip­si­ze şöy­le de­di: Ey ah­mak! Sen ço­cuk gi­bi, bir ce­vi­ze kar­şı­lık ba­na pa­ha bi­çil­mez bir in­ci ver­din, fa­kat ha­be­rin yok! Bil­mi­yor­sun ki Bi­lâl, iki dün­yâ­ya de­ğer. Ben onun rû­hu­na ba­kı­yo­rum, sen ise te­ni­nin ren­gi­ne…”

“Eğer sen sa­tış­ta bi­raz da­ha bas­tır­say­dın, onu al­mak için da­ha faz­la­sı­nı ve­rir­dim. Da­ha da bas­tır­say­dın, ne­yim var­sa ve­rir, hat­tâ bor­ca gi­rer­dim. Yi­ne de bu alış­ve­riş­ten ben kâr­lı çı­kar­dım. Ey na­sip­siz ki­şi! Şu­nu iyi bil ki, mü­cev­he­rin kıy­me­ti­ni an­cak sar­raf bi­lir.”

Haz­ret-i Mev­lâ­nâ -kud­di­se sir­ruh-, bu kıs­sa­da mer­ha­met ve şef­ka­tin kâ­mil bir te­zâ­hü­rü­nü ser­gi­le­me­nin ya­nın­da, bir in­sân-ı kâ­mi­le pa­ha bi­çi­le­me­ye­ce­ği­ni, yâ­ni dün­ye­vî kıy­met­le­rin, in­sa­nın mâ­ne­vî ya­pı­sı­nın kar­şı­sın­da bir hiç hük­mün­de ol­du­ğu­nu ifâ­de ede­rek gö­nül­le­ri­mi­ze ul­vî bir ha­kî­ka­ti nak­şet­mek­te­dir.

Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bu âli­ce­nap ha­re­ke­tiy­le Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e olan zir­ve mu­hab­be­ti­ni bir kez da­ha ser­gi­le­miş ol­mak­ta­dır.

Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e duy­du­ğu hu­dut­suz mu­hab­be­tin alâ­met­le­rin­den bir­ka­çı şöy­ley­di:

-O’nun ge­tir­di­ği Kur’ân-ı Ke­rîm’i ve İs­lâ­mî hü­küm­le­ri cân u gö­nül­den se­vip mû­ci­bin­ce amel et­mek.

-O’nun üm­me­ti­ne şef­kat ve mer­ha­met gös­ter­mek, on­la­rın ya­ra­rı­na olan hu­sus­lar­da gay­ret gös­ter­mek.

-Dün­yâ­ya de­ğer ver­me­mek, ge­rek­ti­ğin­de fa­kir­li­ğe ha­zır ve râ­zı ol­mak.

-O’na ka­vuş­ma­yı ar­zu­la­mak.

-O’nu çok­ça ha­tır­la­mak.

Hâ­lid bin Sa­îd -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın hi­dâ­ye­ti­ne ise gör­dü­ğü kor­ku­lu bir rü­yâ­sı se­bep ol­muş­tur. Bir ge­ce uy­ku­da, bü­yük bir ateş çu­ku­ru­nun ke­na­rın­da dur­du­ğu­nu ve ba­ba­sı­nın onu ate­şin içi­ne itip dü­şür­mek is­ter gi­bi dav­ran­dı­ğı­nı, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ise onu he­men be­lin­den kav­ra­ya­rak ate­şin içi­ne düş­mek­ten kur­tar­dı­ğı­nı gör­dü. Kor­kuy­la uyan­dı­ğın­da ken­di ken­di­ne:

“Al­lâh’a ye­min ede­rim ki, bu hak bir rü­yâ­dır!” de­di ve Haz­ret-i Ebû Bekr’in de­lâ­le­tiy­le Pey­gam­ber Efen­di­miz’in ya­nı­na gi­de­rek İs­lâm’la şe­ref­len­di.

Ba­ba­sı, oğ­lu Hâ­lid’in müs­lü­man ol­du­ğu­nu duy­du­ğun­da ona ezi­yet et­ti ve:

“–Ey ze­lîl! De­fol git! Val­lâ­hi, se­nin rız­kı­nı da ke­se­ce­ğim!” de­di.

Hâ­lid:

“–Sen be­nim na­sî­bi­me mâ­nî ol­ma­ya ça­lış­san da, Al­lâh mu­hak­kak be­ni rı­zık­lan­dı­ra­cak­tır!” de­di.

Haz­ret-i Hâ­lid, Ha­beş ül­ke­si­ne hic­ret edin­ce­ye ka­dar, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ya­nın­dan hiç ay­rıl­ma­dı. (Hâ­kim, III, 277-280)

Da­ha son­ra Hâ­lid’in zev­ce­si Ümey­ne Hâ­tun, kar­de­şi Amr ve onun zev­ce­si Fâ­tı­ma Hâ­tun da İs­lâm’la mü­şer­ref ol­du­lar.

Teb­lî­ğin giz­li­ce de­vâm et­ti­ği bu gün­ler­de Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın teş­vik ve de­lâ­le­tiy­le Ebû Fü­key­he, Haz­ret-i Os­man, Zü­beyr bin Av­vâm, Ab­dur­rah­mân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vak­kâs, Tal­ha bin Ubey­dul­lâh -ra­dı­yal­lâ­hu an­hüm ec­ma­în- îman nî­me­ti­ne nâ­il ol­du­lar.145

Haz­ret-i Os­man -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Pey­gam­ber Efen­di­miz’e ba­şın­dan ge­çen bir hâ­di­se­yi şöy­le an­lat­tı:

“Ey Al­lâh’ın Ra­sû­lü! Şam’da iken, uy­ku ile uya­nık­lık ara­sın­da ol­du­ğu­muz es­nâ­da âni­den:

«Ey uy­ku­da­ki­ler! Uya­nın! Çün­kü, Ah­med Mek­ke’de zu­hûr et­ti.» di­ye bir ses duy­duk. Mek­ke’ye dön­dü­ğü­müz­de si­zin pey­gam­ber ol­du­ğu­nu­zu ha­ber al­dık.” (İbn-i Sa’d, III, 255)

Tal­ha bin Ubey­dul­lâh -ra­dı­yal­lâ­hu anh- da şöy­le an­lat­tı:

“Bus­râ Pa­na­yı­rı’nda bu­lun­du­ğum es­nâ­da bir râ­hip in­san­la­ra:

«–İçi­niz­de Ha­rem hal­kın­dan bir kim­se var mı?» di­ye so­ru­yor­du.

«–Evet! Ben va­rım.» de­dim.

Râ­hip:

«–Ah­med zu­hûr et­ti mi?» di­ye sor­du.

Ben:

«–Han­gi Ah­med?» de­dim.

Râ­hip:

«–Ah­med bin Ab­dul­lâh bin Ab­dül­mut­ta­lib! O, Mek­ke’de zu­hûr ede­cek­tir, pey­gam­ber­le­rin so­nun­cu­su­dur. Ha­rem’den çı­kıp, hur­ma­lık, taş­lık ve ço­rak bir ye­re hic­ret ede­cek­tir. O’na koş­ma­nı sa­na tav­si­ye ede­rim!» de­di.

Râ­hi­bin söy­le­dik­le­ri kal­bi­me te­sir et­ti. Ora­dan he­men ay­rı­lıp Mek­ke’ye gel­dim:

«–Ye­ni bir hâ­di­se ol­du mu?» di­ye sor­dum.

«–Evet, var! Ab­dul­lâh’ın oğ­lu Mu­ham­me­dü’l-Emîn, pey­gam­ber ol­du­ğu­nu id­diâ edi­yor. Ebû Be­kir de ona tâ­bî ol­du.» de­di­ler. (İbn-i Sa’d, III, 215)

Ebû Ubey­de bin Cer­râh, Ebû Se­le­me, Er­kam bin Ebi’l-Er­kam, Os­man bin Maz’ûn, Es­mâ bint-i Ebû Be­kir, Hab­bâb bin Eret, Ab­dul­lâh bin Mes’ûd, Ab­dul­lâh bin Cahş, Câ­fer bin Ebî Tâ­lib, zev­ce­si Es­mâ bint-i Umeys, Ebû Hu­zey­fe, Âmir bin Fü­hey­re -ra­dı­yal­lâ­hu an­hüm ec­ma­în-, ilk müs­lü­man ol­ma şe­re­fi­ne nâ­il olan ze­vât­tan bâ­zı­la­rı­dır.

 
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

1 9