script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

Ağlayan hurma kütüğü


Peygamberlerin, mûcize sûreti ile ortaya koydukları hârikalar, insandaki gafletin izâlesi istikâmetinde bir şok te’sîri husûle getirmek içindir. Tâ ki, insanoğlu hiçten daha hiç olduğunu anlasın ve tam bir teslîmiyetle Rabb’ine kul olsun!..

İnsanoğlunun gafletini yırtıp izâle edecek bu hârikulâde hâdiseler, gâfillerin idrâklerini acze mahkûm etmek ve ehl-i îmânın da yakînini artırmak içindir. Cansızlar, bitkiler ve hayvanların Rab’lerine olan tesbîhleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i tanımaları ve O’na muhabbetle meyletmeleri gibi tecellîler, bu cümledendir.

Bu mûcizeler, âşikâr bir sûrette gözler ve gönüller önünde defalarca sergilenmiştir. Bunların en meşhûrlarından biri de, bir hurma kütüğünün meşhur olan feryâd ü figânıdır:

Mâlûmdur ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, ashâbına vaaz ederken mescid direklerinden bir hurma kütüğüne dayanır, öyle sohbet ederlerdi. Bu hurma kütüğü de, kendisine Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yaslandığını duyar, bu mazhariyetle mes’ûd olurdu.

Gün geldi, mescidde sohbet dinleyen ashâb o kadar çoğaldı ki, sahâbelerin mühim bir kısmı, kalabalıktan Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzünü göremez oldular ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Bizler, mescid hayli kalabalık olduğundan mübârek yüzünüzü göremiyoruz!” diye haklı olarak şikâyette bulundular.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den  mescide bir minber yapılmasını ve O’nun bu minbere çıkarak hutbesini îrâd etmesini taleb ettiler.

Bunun üzerine mescide bir minber yapıldı. Nûr-i nübüvvet, Varlık Nûru, artık bu minbere çıkarak sohbet edecekti. Fakat Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bu yeni minbere ilk çıkışında beklenmeyen mûcizevî bir hâdise oldu:

O Âlemlerin Efendisi’nin daha evvel hutbe okurken kendisine yaslandığı hurma direği; duyan, düşünen, hicran ve hasret içinde kavrulan bir insan gibi feryâd u figân ile âh edip inlemeye başladı.

Bu, derin ve yanık bir ney sadâsı gibi öyle içten bir seslenişti ki, o sohbet meclisinde bulunan, genç ve yaşlı, bütün mü’minler bu feryâdı duydular. Feryâd bir sadâ olmaktan da çıkarak, âdetâ bir muzdarip lisân hâline geldi.

Bütün ashâb, kuru bir hurma ağacının bu kadar yanık bir sesle içindeki hasret ve ızdırâbını ifâde etmesi karşısında hayret ve dehşet içinde kaldı. (Buhârî, Menâkıb 25, Buyû 32)

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, beyitlerinde bu hâdiseyi şöyle hulâsa eder:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, minberden indi ve mübârek elleriyle hurma kütüğünü okşayarak:

Ey hurma kütüğü! Ne istiyorsun? Bu feryâdın niye? Nedir bu hâlin?” diye derin bir anlayışla sordu.

Hurma kütüğü, kendi hâl lisânı ile konuşmaya başladı. Sıcak göz yaşları içinde dedi ki:

Yâ Rasûlallâh! Senin hicrânın beni yaktıkça yaktı. İçime târifsiz bir gam, keder ve hasret doldurdu. Daha evvel hutbe vakitlerinde senin dayandığın o tâlihli ve mes’ûd direk bendim. Şimdi ise beni terkettin; bir minbere yükseldin. Şimdi senin mesnedin o minberdir. Fakat ey Allâh’ın Rasûlü! Lutfen ve merhameten bana hak ver, dünyâda hangi varlık senin bu hicrânına tahammül edebilir?

Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, hurmanın bu derûnî muhabbet feryâdı karşısında onu tesellî sadedinde şöyle buyurdu:

Ey hurma kütüğü! Mâdem ki feryâdın böyle bir ayrılık acısındandır, dile benden, ne dilersen!..

İster misin, Allâh’a yalvarayım da; seni doğunun ve batının bütün insanlarına meyve yetiştiren yemyeşil, dipdiri bir ağaç yapsın? Yâhut seni bir cennet fidanı, cennette bir servi fidanı yapsın ki, sonsuzluğa kadar en güzel, en tâze vücûdlar gibi genç ve dilber kalasın!..”

Bu iltifâta mazhar olan hurma kütüğü, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den, yakıcı ve kavurucu aşkının bir tezâhürü olarak şu talepte bulundu:

Yâ Rasûlallâh! İkisini de istemem. Tek arzum, sende fânî olmak, bunun için de beni gömüp yok etmen, beni bu fâni vücûdumdan kurtarmandır. Çünkü bir ağaç ne kadar taze ve güzel olursa olsun gıdâsını güneşten ve sudan alır. Halbuki benim hayâtım, senin nûrâniyetinin nûruyla beslendi. Sana destek olmanın, senin harâretinle ısınmanın, sende yanıp kavrulmanın lezzetini tattı. Ben artık bu hoş ve tatlı hazdan ayrılamam. Dâimâ bâkî olanı isterim. Beni öylesine göm ve yok et ki, sende, senin biricik nûrun içinde dirilip ebedî olayım.”

“Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, o hurma kütüğünü toprağa gömdürdü. Tâ ki kıyâmet gününde insan gibi dirilsin!”

Bu ibretli hâdise dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde şu nasîhatlerde bulunur:

“Şunu bilesin ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendine lutufta bulunduğu kul, cihânın gel-geç sevdâlarını umursamayıp yüzünü asıl maksûd olan Hakk’a döndürür.”

“Ey gâfil! Mûsâ’nın ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et! Asâ, nasıl ejderhâ oldu ve hurma kütüğü, nasıl irfân sahibi oldu ve inledi.”

“Muhabbetin hakîkatini bir ağaçtan duy ve ondan ibret al! Kendini vücûd ve dünya heveslerine mahkûm etme! Gerçek seâdetin ve mevkilerin en yücesinin, vücûdlar ötesinde ve onların son bulduğu yerde olduğunu bil! Bil ki gerçek seâdet, fânî vücûdun desîselerinden kurtulup ilâhî vuslata tâlib olmaktır.”

O hurma ağacı, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e kendisini toprağa gömdürttü ki, fâni vücûdundan kurtulsun; tâ kıyâmet gününde ilâhî ğufrâna mazhar bir insan gibi dirilsin ve maksûdunda fânî olsun…

İbrettir ki, bir hurma ağacı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şefâatine mazhar olabiliyor. O’nun gönlünde mekân tutuyor. Bu geçici dünyâya aldanmayıp kâmil insan gibi olgunlaşıyor. Duâsı makbûl oluyor. Nebattan bir cisimken, nice insanların varamadığı mânevî bir rütbeye ulaşıyor.

İhtimal, bu hâdiseden ilhâm alarak Âşık Yunus da dertli dolabı şöyle konuşturur:

Benim adım dertli dolap

Suyum akar yalap yalap

Böyle emreylemiş Çalap

Derdim vardır inilerim

Beni bir dağda buldular

Kolum kanadım yoldular

Dolaba lâyık gördüler

Derdim vardır inilerim

Ben bir dağın ağacıyım

Ne tatlıyım ne acıyım

Ben Mevlâ’ya duâcıyım

Derdim vardır inilerim

Derviş Yunus eydür ahî

Gözyaşı siler günâhı

Hakk’a âşıkım vallâhi

Derdim vardır inilerim

Bundan ibret alınmaz mı ki, insan sûretinde yaratılmış, kendisine insanlık şeref ve haysiyeti verilmiş nice kimseler, insanlık cevher ve hakîkatini anlamadıkları için taşlardan daha duygusuz, ağaçlardan daha nasîbsiz kalıyor!

Şurası âşikârdır ki, Allâh’ın kendi huzûruna dâvet ettiği her kul, bu dünyâyı izzet ve şerefle geçilmesi gereken bir geçit bilir. Dünyânın aldatıcı lezzetlerine, haysiyet kırıcı ihtiraslarına kapılmaz. İlâhî muhabbet, hedefine rehber ve meş’ale olur.

Ancak ilâhî sırlara gönül gözleri ve gönül kulakları tıkalı olan kişiler, bir ağacın ve emsâli nebâtât ve cemâdâtın nasıl dile gelip gaybî hakîkatler söyleyebileceğine inanamaz; buna akıl erdiremezler.

Kâinâttaki ilâhî, ince nizâm ve program, «Ol!» emri ve tâlimâtının neticesidir.

Eğer cansızlar, Allâh’ın «Ol!» emrini duymamış, bunu idrâk etmemiş olsalardı, o zaman bu ilâhî ihtarların mânâsı anlaşılmazdı. Fakat mâdem ki canlı, cansız bütün varlıklara «Ol!» emri verildi; bu demektir ki, ilâhî emirleri yalnız insanlar değil, cansızlar da duyarlar.

Bir et parçasından ibâret olan dilimiz, ifâdelerimizi kelâm hâline getirmiyor mu? Yediklerimiz ve içtiklerimizin lezzetini bize haber vermiyor mu? Bütün kâinatta ne varsa, duyan, hisseden hâl lisânı ile konuşur. Duymayan, hissetmeyen, ancak gâfil, gönül mahrûmlarıdır.

İblîs, gâfillerin gönlüne zan dolu buzdan bir şüphe koyar. Bu şüphe de, onların bütün vicdanlarını ve iz’ânlarını dondurur. Gözleri, şekilleri zâhiren görürse de, mânâlara ve derinliklere karşı perdeli olur. Böylelikle içlerindeki iblîs ve nefs-i emmâre, bunları mukadder bir uçurumda âdetâ intihar ettirir.

Gâfillerin, mânevî dünyâlara karşı duyarsız ve kopuk olmaları, onların, rûhları ile kâinât ve Allâh arasındaki bağlarını keser ve vahîm bir idrâksizliğe sürükler.

Dolayısıyla  yalnız kuru bir akılla yola çıkanların idrâkleri kıtlaşır. Lâkin kâinâttaki hâdiselerin sırf dış görünüşlerini değil de, rûhâniyet ve iç âlemlerini görebilme sırrına ermiş olan irfân ehli, hiçbir şekilde aklın çıkmazlarına takılmaz. Bu Hakk dostlarının, görüş, biliş, seziş ve sebatları, dağları ve taşları bile kendilerine hayrân bırakır.

Gönül gözleri görmeyenler, yalnız akıl yolunu körün değneği gibi kullanmak zorunda kalırlar. Bu değnek, onların taşlara çarpıp yuvarlanmalarını önlerse de, bu gidiş, elbette önünü gören insanın yürüyüşündeki emniyet gibi olamaz.

Gerçek körler, cesede âid gözleri âmâ olanlar değil, gönül gözleri kapalı olanlardır. Yoksa cesed gözü kapalı, fakat kalb gözü açık öyle has kullar vardır ki, onlara öteler ötesi ayândır.

Zâten Rabb’imizin en yüce hikmeti şudur ki, kendisini ve hikmetlerini, gönül gözü ile görenlere gösterir.

Cansızların neler söylediğini, ağaç dallarından yükselen tesbîh seslerini, gönülsüz, kuru bir akılla anlamaya çalışmak, beyhûde bir davranıştır.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesi ile cemâdât, hâl lisânı ile der ki:

“Ey gâfil insan! Biz cansız varlıklar olduğumuz hâlde ilâhî kudret bize hareket ve mârifet vermiştir. Bize diğer bütün canlıların yapamayacağı hünerleri yaptırmıştır. Senin ağzın ve dilin de cansız bir cisimken Allâh ona kelâmların her türlüsünü söyletmiyor mu? Öyleyse insan idrâk etmez mi ki, Hudâ istediği zaman neden hurma ağacına bir hasret, bir hicrân ve bir sevdâ kasîdesi söyletmesin?..”

Şeytan, Âdem -aleyhisselâm-’a baktığı zaman, karşısında topraktan yaratılmış bir insan göreceği yerde, insan silüetinde bir toprak yığını gördü. Bu sebeple ona secde etmedi. Âdem’deki aslî cevheri göremedi. Onun topraktan olan cesed yapısına aldandı da Rabb’ine isyan etti. Neticede huzûr-i ilâhîden kovuldu. Ebû Cehil ve emsâlleri de, insanı toprak yığını zanneden iblîs gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’deki sonsuz ilâhî tecellîleri göremediler.

Aşağıdaki hâdise, cemâdâtın uyanıklığı ile Ebû Cehil ve emsâllerinin gafletini îzâh sadedinde çok mühimdir:

Ebû Cehil, birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i aklınca imtihân etmek istedi. Ellerine taşlar alarak Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yanına geldi ve:

“–Bil bakalım, avucumda ne var? Gerçekten peygambersen ve sâhiden göklerin ardındaki sırlardan haberdâr isen, bu kadar yakınındaki şeyleri de hemen bilmen lâzım!..” dedi.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

Avucunun içindekileri ben mi söyleyeyim, yoksa onlar mı benim hak peygamber olduğuma şehâdet ederek konuşsunlar? Kudretullâh için senin avucundakileri dile getirmek çok basittir. Rabb’im dilerse, bütün cansızlar canlanıp insan gibi konuşurlar. Esasen onlar, Allâh’ın kudret ve azameti hakkında gönül sahiplerine nice sırlar ifşâ ederler. Fakat elbette sen ve senin gibi gâfiller, onların dilinden ve hâlinden anlayamaz!..” dedi.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, böyle söylerken, taşlar bir bir dile geldiler. Kelime-i şehâdet getirdiler.

Ebû Cehil, bu hâlden korktu, ürktü. Taşlar, elinden düştü. Nasipsiz bedbaht, îmân edip kurtuluşu seçeceği yerde:

“–Yalan, yalan!” diye haykırdı.

Sonra da:

“–Yeryüzünde seninle başa çıkabilecek bir sihirbaz olamaz!” dedi.

Bu küfür tezâhürleri ile, kendisine kıyâmete kadar buğz edilecek kâfirlerin en mel’ûnu oldu. İlâhî rahmetten ebedî olarak uzaklaştırıldı.

Ebû Cehil, hem kör, hem sağır… O, Hazret-i Âdem’i toprak yığını gören şeytan gibi ilâhî tecellîlere, nûr-i Muhammedî’ye âmâ oldu. Gözleri gaflet, hiddet ve küfür perdesiyle kapalı olduğu için Âlemlerin Efendisi’ni kendisi gibi sadece etten ve kemikten bir kalıp zannetti.

Böylelerinin kıyâmete kadar mevcûdiyeti de bu âleme hâkim âdetullâh îcâbıdır.

Bir defasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz, beraberinde Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Alî -radıyallâhü anhüm- olduğu hâlde Uhud’a çıkmışlar idi. Uhud, üzerindeki bu mânevî şahıslardan dehşete gelerek sallandı. Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de:

“Sâkin ol ey Uhud! Üzerinde bir nebî, bir sıddîk ve iki şehîd var!” (Tirmizî, 3703, Nesâî, Ahbâs 4/5, VI, 235) buyurdu.

Bu ifâdeden hemen sonra koca dağ, sükûnete bürünerek sâkinleşti.

Yalnızca cemâdât değil, hayvânât ve diğer varlıklar da Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i tanır, O’na muhabbet duyar ve itâat ederlerdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bizi gafletten uyandırıcı şu hadîs-i şerîfi, ne kadar düşündürücüdür. Buyururlar ki:

Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yer ve gökte bulunan bütün varlıklar, benim, Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned)

Bütün bu anlattıklarımız gösteriyor ki, cemâdât ve nebâtâtta da tezâhür eden hârikulâdelikler, yukarıda zikri geçen hurma kütüğüne münhasır değildir.

Yâ Rabbî! O senin Habîb’inin muhabbetinden ağlayan hurma kütüğünün hâlinden bizlere de bir muhabbet hissesi nasîb eyle!

Âmîn!..
 
Kaynak: Osman Nuri Topbas - GÖNÜL BAHÇESİNDEN MUHABBETTEKİ SIR

 
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

1 9