script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

Râbıta


Tasavvufun özüne ve gâyesine baktığımızda; onun seyr u sülûkte temel sâikının “muhabbet”, nihâî gâyesinin de “âdâb” olduğunu görürüz. Bunlardan “muhabbet” vâsıta, “âdâb” ise netîcedir. Bu iki mefhûmun ehemmiyeti üzerinde ne söylense azdır.

Bir varlığa duyulan muhabbet şiddetlendikçe, bu muhabbetten o varlığa herhangi bir “nispeti”, yâni yakınlığı, benzerliği veya ilgisi olan her şeye, o yakınlığın şiddeti derecesinde bir pay isâbet eder.

Meselâ, mürşidini aşırı derecede seven bir mürîd, ona âit tavırlardan    -nâkıs da olsa- benzer davranışlara sâhip olanlara bile, o davranışlar mürşidini hatırlattığı için muhabbet duyar. Mürşidinin bir yakınıyla karşılaşsa, onu Kâbe’den henüz dönmüş bir hacıya mülâkî olmuşçasına iltifâtlara gark eder. Mürşidinin kullandığı herhangi bir eşyâya sâhib olmak, onun rûhunda nihâyetsiz bir sürûr meydana getirir. Bu keyfiyet, Veysel Karânî Hazretleri’nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından kendisine gönderilen Hırka-yı Saâdet karşısında duyduğu sürûrun bir benzeridir.

Muhabbetin ziyâdeleşmesine paralel olarak, sevilen varlığa “nisbet” keyfiyeti, gitgide en kuvvetli nisbetten en zayıfına doğru bir şümûl kazanır. Burada şunu da ifâde edelim ki muhabbetin şümûlünü, merkezinde sevilen varlık olmak üzere, yakın ve uzak bütün nisbetleri ihtivâ edecek şekilde bir dâire gibi sonsuza kadar genişletmenin tasavvuftaki adı “aşk-ı mutlak”tır.31 Bu keyfiyet Yûnus’un:

                                      “Yaratılanı hoş gör

                                       Yaratandan ötürü”

mısralarında ifâde ettiği gibi sıfat, mâhiyet ve amelleri her ne olursa olsun, Yaratan’ı hürmetine bütün mahlûkâtı, muhabbet ve merhametle kucaklayabilme hâlidir. Bu, âşığın ulaşabileceği son merhaledir. Bu merhaleye kadar bulunduğu -hemen hemen- her noktadaki hâlinin ifâdesi ise, “aşk-ı mecâzî”dir.

Sâlik, mürşidine aşk ve muhabbetle bağlandığı anda, bu “aşk-ı mecâzî” başlamış olur. Bu aşk da “mecâzî”dir. Çünkü kalb, Allâh’a mahsûs bulunduğundan hakîkî mâşûk, Allâh’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanılan hâller, bir saraya çıkışta merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullâha hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Tâbir câizse “Leylâ”dan “Mevlâ”ya ulaşma gayretidir. Bu gayretlerde en feyyâz merhale, gerçek bir mürşid-i kâmile mülâkî olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin mânevî heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli tezâhürü ise râbıtadır. Muhabbetin böyle sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede bir şiddete ulaşması, “râbıta”nın ta kendisidir.

Râbıtanın lügattaki mânâsı, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir canlı yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir.

Diğer bir ifâde ile râbıta, varlığın özünü teşkîl eden muhabbetin bir tezâhürüdür. Muhabbetin tâzelik ve zindeliğinin devâm ettirilmesidir.

Üç türlü râbıta vardır:

1- Tabiî Râbıta:

Ferdin yakınlarına duyduğu muhabbettir. Bu, fıtrî sâiklerin eseridir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi.

2- Bayağı (Süflî) Râbıta:

Men edilmiş olan şeytânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgûl olup çoluk-çocuğunu dahî unutması gibi.

3- Ulvî Râbıta:

Mukaddes mefhûmlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a götüren vesîlelere râbıtadır. Kalben tecliye (cilâlanma) ve müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselerin rûhâniyetinden istifâde etmek için, fiilen veya mânen dâimî bir sûrette onlarla birlikte olmaktır.

Biz burada, râbıtanın yukarıda saydığımız bu üç nev’inden sonuncusunu anlatacağız. Bu, sâlikin mürşidinden lâyıkıyla istifâde edebilmesi için, onun muhabbetini gönlünde dâimî bir sûrette tâze tutmak üzere gerçekleştireceği bir mümâreseyi ifâde eder.

Tasavvufî eğitim metodlarından biri olan râbıta, her tarîkatte adı ve tatbik şekli az çok farklı olmakla berâber, umûmiyetle mürîdin mürşidini gözünün önünde canlandırması ve onun hâl ve tavırlarını hatırlayarak, ulvî duygularla hemhâl olması demektir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ tâze tutulması, müride mânevî bir zindelik kazandırır.

İnsan, tesire açık bir varlıktır. Bazı hastalıklarda olduğu gibi insanoğlunun “hâl”lerinde de sirâyet özelliği vardır. Rûhlar arasındaki mânevî alışveriş, hayatın inkâr edilemeyecek gerçeklerinden biridir. Husûsiyle faal ve müessir şahsiyetlerdeki kuvvetli rûhî temâyüller, onların yakınında bulunanlara istîdâdları nispetinde -az veya çok- intikâl eder. Bu intikâl, sirâyet eden “hâl”in müsbet veya menfî olmasına da bağlı değildir. Her hâlükârda intikâl vâkî olur. Yeter ki arada muhabbet ve ünsiyet bağları bulunsun.

Meselâ, aşırı derecede merhametli, ferâgat sâhibi ve fedâkâr insanların hâlleri, içinde bulundukları cemaate tesir eder. Muhabbetin bir tezâhürü olan râbıta, böyle ahlâkî meziyetlere dâir rûhî alışverişi çoğaltmak ve süratlendirmek ve bunları daha ziyâde ahlâka inkılâb ettirmek içindir. Bu sebeple akl-ı selîm sâhibi her mümin, takvâ sâhibi sâlih kimselere muhabbet duyarak ve onlarla ünsiyet kurarak, bu güzel hâl in’ikâsını âzamî dereceye çıkarmaya gayret etmelidir.

Ne hikmettir ki, temiz ve güzel bir elbiseye çamur sıçramasından bîzâr olan akıl, şâyet vahyin nûruyla aydınlanmamışsa, günahlarla kararmış kalblerdeki çirkin huyların rûhu istîlâsından, çoğu kez azıcık bir teessür bile duymaz. Çünkü nefsânî ve şeytanî telkinlerin bir çeşit mânevî narkozuna mâruz bulunduğundan, bu rûhî sıkıntıyı farkedemez. Bu sebeple gönül gözünü açmak ve ebedî kâr ile ziyânı iyi hesâb etmek îcâb eder. Zîrâ müsbet tesirlerin yanısıra, menfî şekilde de gerçekleşebilen ve bir nevî “şahsiyet transferi” demek olan bu sirâyetler karşısında insan, tercihinde muhayyer bırakılmıştır. Ancak, Allâh Teâlâ, bu tercihin doğru olanını da Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber vermiştir:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!..” (et-Tevbe, 119)

Dikkat edilecek olursa Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede kullarına, “Sâdık olun!” buyurmamış, takvânın muhâfazası için “sâdıklarla berâber olmayı” emretmiştir. Çünkü sâdık olma yolunda atılacak ilk adım, sâdıklarla berâber olmak, yâni onlarla muhabbetli bir ünsiyet içinde bulunmaktır. Sâdık olmak, bu durumun tabiî bir netîcesidir. Nitekim “Üzüm üzüme baka baka kararır.” sözü de, bu hakîkatin bir ifâdesidir.

Sâlih ve sâdıklarla berâberlik, nefsi uslandırmakta radyasyon gibi, müşâhedesi imkânsız, fakat netîcesi mutlak bir müessirdir. Sâlih insanların muhîtinde bulunmak, onların hâl ve tavırlarını müşâhede etmek ve hattâ onların nûrânî çehrelerine bakmak bile bu kabildendir. Bundan dolayıdır ki mâneviyat büyüklerinin huzûrlarında bulunabilmek büyük bir nîmettir. Çünkü hâller, sirâyet eder. Nasıl ki gül bahçesinde eğlenen insanın üzerine gül kokuları sinerse, sâlihler meclisi de rûhlardaki mânevî alışverişin pazarı gibidir.

Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân-ı Kerîm’in:

«Ey îmân edenler, Allâh’tan korkunuz ve sâdıklarla berâber olunuz!» âyetindeki «beraber olunuz!» emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifâde eder. Yâni beraber olmak, mutlak bir sûrette zikredildiğinden, hem fiilî ve hem de hükmî olarak iki yönlüdür. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalb huzûruyla fiilen bulunmaktan ibâret olduğu gibi, hükmî beraberlik de gıyâblarında onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”

Bu itibarla nasıl ki Hak dostlarıyla zâhirî beraberlikte edeben ulvî duygularla bulunulması zarûrî ise, o hâli gıyâblarında da kalbî bir beraberlik sûretinde devâm ettirmelidir. Çünkü Hak dostları ile fiilî beraberlik her zaman mümkün olmayabilir. Bu takdîrde kalbî berâberliği devâm ettirmek için râbıtaya ihtiyaç vardır.

Fakat daha evvelce de ifâde etmiş olduğumuz gibi tasavvufî eğitimde kuru kuruya bir fiilî berâberlik de makbul değildir. Zîrâ kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse kapamazlar. Öte yandan uzak diyarlardaki nice mürîdler, mürşidlerine duyduğu engin hürmet, hasret, aşk ve bağlılıkları vesîlesiyle müstesnâ nasiplere, güzel hâllere, ilhâmlara ve mânevî duyuşlara nâil olabilirler. Büyüklerin buyurduğu; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” sözü de esâsen bunu ifâde eder. Bu sebeple mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî berâberlik duygusunu yitirmemektir.

Ayrıca, mânen dirâyetli insanların, etrâfındakileri kendi hâliyle hâllendirme istîdâdı her ne kadar âzamî derecede olsa bile, bu tek başına yeterli değildir. Zîrâ tasavvuftaki hâl intikâli, öyle bir mânevî akıştır ki, o akışın, sürat ve tesirinden âzamî istifâdenin hâsıl olması, mürşid-i kâmilin dirâyeti kadar, müridin istîdâdına ve muhabbetinin seviyesine de bağlıdır. Onun içindir ki her mürîd -sırf mürîd olması sebebiyle- aynı merhaleye ulaşamaz. Fark, müridden mürîde değişen istîdâd ve kalbî muhabbetteki seviyeden doğar. Bir misâl ile söylemek gerekirse, bir kimsenin su almak gâyesiyle kabını, küçük bir göle ya da uçsuz bucaksız bir okyanusa daldırması arasında fark yoktur. Her iki hâlde de ancak kabının hacmi kadar su elde eder. Bu sebeple mürîdin de istîdâdlı ve bu istîdâdını kullanma gayreti içinde olması îcâb eder.

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

                                      Çeşmelerden bardağın

                                      Doldurmadan kor isen

                                      Bin yıl anda durursa

                                      Kendi dolası değil

5

Râbıta ve murâkabelerde başvurulan diğer bir usûl de, silsile-i şerîfe32 okunmasıdır. Bu, sâlihlerin yâd edilmesiyle kalblere inmesi umulan rahmetten ve yâd edilen o zevâtın güzel hâllerinin in’ikâsından bir hisse alabilmek içindir. Nitekim büyük âlimlerden Süfyân bin Uyeyne:

“Sâlihlerin zikredildiği meclislere rahmet iner.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II. 70) buyurmuştur.

Esâsen Allâh dostlarının menkıbelerini ihtivâ eden çeşitli kitapların telifi de, onlara muhabbetle yaklaşan kimselerde hep böyle bir ilhâmı gerçekleştirmek içindir.

İşte râbıtanın gâyesi de, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaşan Allâh dostları silsilesiyle gönüllerin feyizyâb olmasıdır. Muttasılan bir elektrik kablosuna tutunan râşedâr (titreyen) insanlar gibi en sondaki de aynı akımdan istîdadına göre bir hisse alır.

Mürşide huzûrundayken gösterilen edeb ve muhabbeti, gıyâbında da gösterip, onun ahlâkıyla ahlâklanmaya medâr olacak derecede râbıtanın seviye bulmasına fenâ fi’ş-şeyh tâbir olunmuştur.

Fenâ fi’ş-şeyh makâmının daha da ötesinde fenâ fi’r-rasûl makâmı vardır. Nitekim İslâm semâsının yıldızları mevkiindeki ashâb-ı kirâmın bâzıları, İslâm’la şereflenmezden evvel fıtrata ters bir hayat yaşıyorlardı. Fakat hidâyet bulduktan sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in duygularının kendilerine yansımasıyla, dünyânın en fazîletli insanları hâline geldiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den silsile hâlinde mürşid-i kâmilin gönlüne aktarılan feyz de, sâliklere râbıta ve sohbet ile intikâl eder. Bu sâyede Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyeti, mürîde istîdâdı nisbetinde akseder.

Bu mertebede, hayâtın her ânında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrundaymış gibi hareket edilerek O’nun ahlâkıyla bütünleşilir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan râbıtayı, yâni bağlılığı kuvvetlendirmek için de salât ü selâmlarla ve sünnet-i seniyyeye ittibâ ile gönülde sağlam bir sevgi ve beraberlik hattı oluşturmak gerekir.

Mâlum olduğu üzere fenâ fi’r-rasûl hâli, en güzel bir şekilde Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-’da gerçekleşmiştir. Ondaki bu hâl karşısında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Ebû Bekir benden, ben de Ebû Bekir’denim. Ebû Bekir, dünya ve âhirette kardeşimdir.” (Deylemî, Müsned, I, 437) buyurmuşlardır.

Bu hadîs-i şerîf, karşılıklı kalbî yakınlığı, ne güzel ifâde etmektedir.

Bu kalbî berâberliğin daha üst merhalesi de fenâ fillâh makâmıdır. Kur’ân-ı Kerîm’deki:

وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ

“Nerede olursanız olun, O sizinle berâberdir…” (el-Hadid, 4)

“Biz insana şah damarından daha yakınız!” (Kâf, 16) âyetlerinin sırrına lâyıkıyla nâil olmak da, fenâ fillâh makâmına mazhariyetle mümkündür.

Cenâb-ı Hak’ta fânî olmuş bir mürşid-i kâmilin kalbi, esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîlerine mazhariyetle feyizlenmiştir. Bu itibarla mürşidin kalbi, âdetâ ışık huzmelerini bir noktaya teksîf etmiş olan mercek gibidir. Bu tecellîlerin bereketiyle bütün menfîlikleri yakıp kül eder. Mürîd, râbıta ile bu bereketten istifâdeye çalışır. Kalbden nefsânî bencil duygular gider, onun yerine örnek şahsın hâlleri intikâl eder. Kalbi işgâl eden dünyevî her şey, kalbin dışına çıkarılarak lâyık olduğu mevkide tutulur.

Mürîdle mürşid arasındaki bu hâl geçişi, mürîd için aynîleşme istikâmetinde bir gelişmeye mazhariyet demektir.

Hadîs-i şerîfte:

“Kişi sevdiği ile berâberdir…” (Buhârî, Edeb, 96) buyurulmaktadır.

Nitekim bu hususta, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Ashâb-ı Kehf kıssası,33 çok câlib-i dikkattir. Ashâb-ı Kehf’in köpeği

Kıtmîr, sâlih ve sâdıklara bekçilik yaptığı için kendisine sadâkat in’ikâs etmiştir. O da sâdıklardan olarak cennete girecektir.34 İşte Kıtmîr, samîmî bir şekilde sâdıklara bekçilik etmesiyle bu dereceye çıkarsa, hakîkî bir müminin de, Allâh dostlarına ve sâlihlere muhabbetle bağlanmak sûretiyle ne büyük ölçüde terfî edeceği âşikârdır.

5

Burada, tasavvufta ehemmiyetli olan râbıtayla ilgili bir başka bahse de değinmek istiyoruz.

Râbıta-i Mevt (Tefekkür-i Mevt):

Tasavvufta ölüm ile râbıta kurmaya “tefekkür-i mevt” denir. Ölümü tefekkür etmenin insan hâl ve tavırları üzerinde büyük bir tesiri vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Zühd, 4)

Gerçekten tefekkür-i mevt, insanı huzursuz eden nefsânî dünyâ sevgisini azaltır. Çünkü dünyânın geçici mâl, mertebe, mevkî ve nefsânî güzelliklerini aşırı derecede sevmek ve onlara gönül bağlamak, gaflet gibi mânevî hastalıkların başıdır. Kalbimizin bu gibi bağlılıklardan korunması için kabri düşünmek, istikbalde başımızdan geçecek kabir ahvâlini tefekkür etmek; bizleri samîmî bir tevbe ve ibâdetle huşûa sevkederek dünyevî ihtiraslardan, boş hevâ ve heveslerden korur. Devâm ettiğimiz zikir ve râbıtalarımız, âhiret kurtuluş ve saâdetine vesîle olur.

İslâm büyükleri, gâfil kalbleri uyandırmak ve ölmüş gönülleri ihyâ etmek için bu yönde pek çok nasîhatlerde bulunmuş ve halkı îkâz etmişlerdir.

Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, oğlu Hasan -radıyallâhu anh-’a vasiyetinde şöyle buyurmuştur:

“Ey oğul! Ciddî olarak ölümü an ve ölümü anmakla kalbini terbiye et. Netîcede her şeyin yok olacağını unutma ve bu yoklukta karar kılacağını bil! Kalbine dünyanın muhtemel tehlikelerini zaman zaman hatırlat!”

Hakîkaten zaman dümdüz bir çizgi gibi akıp gitmeyeceği için, acı ve sıkıntılı günlerin de iyileri gibi mümkün, muhtemel ve mukadder olabileceğinden gâfil olmamak gerekir.

İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle nasîhat eder:

“Ey oğul! İstediğin kadar yaşa, nasıl olsa birgün öleceksin! Dilediğini sev, nasıl olsa birgün ayrılacaksın! İstediğini yap, nasıl olsa birgün hesâbını vereceksin!..

Ey oğul! Maksadın, rûhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim olmaya, bedenini de ölüme hazırlamaya gayret etmek olmalıdır. Çünkü son durağın kabir olacaktır. Kabirdekiler, «Ne zaman geleceksin?» diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme!”

Ömer bin Abdülaziz’in son hutbesindeki nasîhatlerinden bir kısmı ise şöyledir:

“Ey insanlar!

Dehşet saçan âhiret yamandır. Sırr-ı Celâl’e mazhar olan peygamberler ve mukarreb melekler bile o cezâ gününün dehşetinden titrerler. Celâl-i ilâhînin karşısında kimde tâkat ve tahammül kalır?

Bununla berâber, Allâh’ın hudutsuz genişlikteki rahmeti sebebiyle de ümitsiz olmayınız!

Yine muhakkak biliniz ki yarın mahşerde selâmette olmak, bugün Allâh’tan korkan, küfür ve isyandan sakınan, bâkîyi fânîye tercih eden insan içindir. Aksi harekette bulunan aldanır, ömür sermâyesini lâyık olmayan işlerde sarfeder ve sonra eli boş kalır.

Bugün geçmişlerin yerine sizler geldiniz. Sizin yerinize de başkaları gelecektir elbette!..

Görüyorsunuz ki gelenler gidiyorlar; gidenler dönmüyorlar. Bu gayr-i ihtiyârî gidiş, varlıktaki bu akış, Cenâb-ı Allâh’adır.

Aranızdan ayrılıp âhirete gidenleri hemen her gün yolcu ediyorsunuz, ebedî istirahatgâhlarına götürüyorsunuz da bunlardan hiç mi ibret almıyorsunuz? Onları kara toprak altında yataksız, yastıksız, tek ve tenhâ bırakıp gidiyorsunuz. Ölüm acısını tadan o fânîlerin hâli ne kadar acınacak, ibretli bir durumdur. Tanımadıkları bir âleme gitmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar, bu geçici hayâtın gafletinden uyanmışlardır. Gerçeği görmüşler ama, iş işten geçmiş, kuş yuvadan uçmuş, telâfî ve tedârik sebepleri elden çıkmıştır. Ellerinde hayırlı amellerinden başka bir şey kalmamıştır. O cezâ gününde, günahları gözlerinde büyümüş, üzüntü dolu hâlleriyle âkıbetlerini beklerler. Perişân bir sûrette mukadder olan mahşerin dehşetiyle titrerler.”

Ölüm, bir başka âlemde uyanma ve gerçeğe vâkıf olma sebebidir. Lâkin, o âlemdeki uyanış bir fayda sağlamayacağından, ölmeden evvel gaflet perdelerini yırtıp uyanmak îcâb eder.

Tefekkür-i mevt, mürîdi ihtiraslardan, dünyâya bel bağlamaktan ve her türlü nefsânî temâyüllere iltifât etmekten koruyan bir vâsıtadır. Tasavvufta temel gâye nefse galebe çalmak olduğundan, tefekkür-i mevt hemen her tarîkatta bu maksat için başvurulan bir usûldür.
 
Kaynak: Osman Nuri Topbas - İMANDAN İHSANA TASAVVUF    

 
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

1 9