script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

Cübbeli Ahmet Hoca - Ülkeler Kılıçla Fethedilir, Ama Adâletle Ayakta Kalır



Osmanlı Devletinin yönetimi altında yaşayan yetmiş iki buçuk millet, adilâne bir şekilde yönetilerek asırlar boyunca kavgasız, gürültüsüz ve huzur içerisinde beraberce yaşamışlardır.

Çok şerefli bir geçmişe sahip olan Müslüman Türk milleti, adâletli, hoşgörülü ve dürüst yönetimleriyle tarihe geçmiş olan ender topululuklardan biridir. Osmanlı Devletinin yönetimi altında yaşayan yetmiş iki buçuk millet, asırlar boyunca kavgasız, gürültüsüz ve huzur içerisinde beraberce yaşamışlardır. Çünkü Osmanlı Devleti, Allâh-ü Teâlâ’nın “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletli davranmamaya sevk etmesin. Adâletli olun” emri doğrultusunda hareket ederek, fethettikleri beldelerde yaşayan halka zulmetmemişler ve adilâne bir yönetim gösterip o belde halkının gönüllerini de fethetmişlerdir.


Osmanlı Devletinin fethettiği beldelerde, bir tane sivil, yaşlı, çocuk veya kadın katledilmemiştir. Yağmalama ve talan etme olayına rastlanmamıştır. Tek bir tecavüz hadisesi cereyan etmemiştir. Osmanlı’nın bu insânî muamelesini, hakkâniyetini ve adâletini gören Hıristiyan’ı, Rum’u, Ermeni’si, adeta Osmanlının gelmesini beklemişlerdir. Bilhassa Rumeli’deki fütuhâtın süratle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adâletinin çok tesiri vardır.

Allâh-ü Teâlâ adâletli olunmasıyla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletli davranmamaya sevk etmesin. Adâletli olun. Bu takvaya daha yakındır. Allah(a isyan) dan sakının. Şüphesiz ki Allah sizin yaptığınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide: 8)
Bu âyeti kerimenin kısaca tefsirini yaparak, meseleyi daha iyi anlamaya çalışalım.
Tefsiri Kebirde zikredildiğine göre mükellefiyetler ne kadar çok olsa da, şu iki kısımda toplanır:
1-Allah’ın emirlerine tâzim
2-Allah’ın kullarına şefkat Buna göre âyeti celiledeki “Allah için Hakkı ayakta tutanlar olun.” emri birinci kısma, “Adaletle şehâdet edenler olun.” emri ise ikincisine işarettir.
İmâm-ı Zeccac (Rahimehullâh)ın beyanına göre: “Allâh’ın dinini açıklamak suretiyle adâletli şahitler olun” demektir. Çünkü şahit, şahitlik yaptığı hususu açıklayan kimse demektir.
İmâm-ı Atâ (Rahimehullâh) buyurmuştur ki: “Adâletle şahitlik edenler olun” kavli şerifi “şahitlik ederken (şayet haksız iseler) sevdiklerinizin ve akrabalarınızın tarafını tutmayın. (Haklı olduklarında) Düşmanlarınızın ve muhaliflerinizin lehine olacak şahitlikleri de onlardan esirgemeyin.”demektir. Nitekim bir başka âyeti kerimede de: “Ey iman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-baba ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimselerden olun...” buyrulmuştur. (Nisa: 135) Âyeti celilede geçen “El-Kavvam” kelimesi “El-kâim” lafzının mübalağa sigası, “El-kıst” ise adâlet demektir. Dolayısıyla bu tabir, Allâh-ü Teâlâ tarafından bütün mükelleflere hem adâleti üstün tutma, hem de zulümden ve bir tarafa haksız meyilden sakınma husûsunda çok dikkatli davranmaları ile ilgili bir emri ilâhidir.
Mevlâ Teâlâ “Allah için şahitlik edenler olun” buyurmuştur ki bu, “şahitliği yerine getirmekle emrolunduğunuz gibi, bu şehâdetiniz, kendinizin veya akrabanızın aleyhinde de olsa, onu Allah rızası için hakkıyla yerine getirin” demektir.
İmâm-ı Katade (Rahimehullâh) şöyle buyurmuştur. “Ey Ademoğlu! Kendi aleyhine yahut ana-babanın ve yakınlarının yahut kavminin, eşrafının aleyhine de olsa, şahitliği adâletle yerine getir. Çünkü şahitlik insanlar için değil ancak Allâh-ü Teâlâ için yapılır”.
Allâh-ü Teâlâ adâleti kendi zâtı için seçmiştir. Adâlet yeryüzünde O’nun mîzânıdır ki, güçsüzün hakkını güçlüden, doğrunun hakkını yalancıdan onunla alır ve haklıyı haksızdan, doğruyu yalancıdan onunla ayırır ve Rabbimiz haddi aşanları onunla engeller. İnsanlar ancak adâletle sulh olur. Bundan sonra Mevlâ Teâlâ “Bir kavme olan kininiz sizi (onlar hakkında) adâletsizliğe sevk etmesin” buyurmuştur. Bu emir herkese ait olarak kabul edildiği takdirde, bunun manası “Herhangi bir topluluğa olan kininiz, sizi onlara zulmetmeye ve onlara karşı haddi aşmaya sevk etmesin, aksine size kötülük etseler ve sizi korkutsalar da veya size iyilik etseler de, onlar hakkında adil olunuz.” demektir. Bu manaya göre âyeti celiledeki hitap umûmî olup, adâletle ve insafla hükmedip, zulüm ve eziyeti terk etmekle bütün müminler emrolunmuş olurlar.
Âyeti celiledeki bu hitap sadece kafirlere karşı olan muamelelerle ilgili de olabilir, çünkü bu âyeti kerime Kureyş kafirlerinin Müslümanların mescidi Harama girmelerine engel olmaları üzerine inmiştir.
Eğer burada, “Müslümanların kâfirleri öldürüp çoluk çocuklarını esir ve cariye etmeleri ve malları ganimet olarak almaları emrolunduğu halde, Müslümanların müşriklere zulmetmemeleri nasıl anlaşılabilir?” diye sorulacak olursa, buna şöyle cevap verilir: Müslümanların müşriklere pek çok yönden zulmetmeleri düşünülebilir.
1- Kâfirler Müslüman olduklarını açıkça söyledikleri halde Müslümanlar bunu kabul etmeyerek onları öldürebilirler.
2- Babalarını üzmek için, küçük çocuklarını öldürerek zulmedebilirler.
3- Onlara müsle (çeşitli uzuvlarını kesip işkence) ederek zulmedebilirler.
4- Onlara verdikleri sözü ve anlaşmayı bozarak zulmedebilirler.
İşte Mevlâ Teâlâ bu âyeti celilesinde “Bir kavme olan kininiz sizi, onlar hakkında adâletsizliğe sevk etmesin” buyurarak müminleri bütün bu zulümlerden nehyetmiştir. Kurtubi tefsirinde zikredildiğine göre bu âyeti celile, bir kimsenin Allah hakkında düşmanına karşı da olsa, hükmünün ve şahitliğinin geçerliliğine delildir. Çünkü Mevlâ Teâlâ bu âyeti celilede “kızdığı kimseye de adaletli olmayı” emretmiştir. Eğer bir kimsenin düşmanına karşı hükmü ve şahitliği geçerli olmasaydı, onun hakkında adâletli davranmakla emredilmesinin manası olmazdı.
Yine bu âyeti celile, kâfirin küfrünün kendisine karşı adâletli davranmaya engel olmadığına ve onlardan öldürülmeye müstehak olanlara katl ve istirkak (öldürme ve köle etme) muamelesiyle yetinilip, onlar bizim kadınlarımızı, çocuklarımızı müsle (uzuvlarını kesip işkence) etmek suretiyle öldürerek bizi üzseler de, bizim onları gam ve kedere düşürmek kastıyla müsle ile öldürmemizin caiz olmadığına delâlet etmektedir.
Nitekim Resûlüllahın kızı Zeynep (Radıyallâhü Anh) Medine yolunda iken Hebbâr b. Esved ile, Nafi b. Abdi Kays adında iki müşrik onun yolunu kesip mızraklarıyla yaptıkları çirkin bir saldırı neticesinde Hz. Zeyneb’i ve bindiği devesini korkutunca, devenin hevdecinde bulunan Hz. Zeyneb oradaki bir kayanın üzerine düştü. Hz. Zeyneb o sıralar hamile idi ve bu çirkin saldırı sebebiyle maalesef çocuğunu da düşürdü. Efendimiz bunu haber alınca bir seriye göndererek onları arattırdı.
Ebu Hüreyre bu hususu şöyle anlatıyor: Resûlüllah benim de aralarında bulunduğum bir seriyyeyi yola çıkarırken bize: “Hebbar ibni Esved ile onunla beraber Zeyneb’e karşı çıkan kişiyi yakalarsanız o ikisini ateşle yakın.” buyurdu. Ertesi gün olduğunda bize: “Ben size o iki kişiyi yakalarsanız yakmanızı emretmiştim, sonra anladım ki Allah’tan başkasının ateşle azap etmesi layık değildir. Eğer onları yakalarsanız öldürün.” diye haber yolladı. (İbni Haşim, Siret-i Nebeviye: 2/226)
İşte bu hadîsi şeriften de anlaşıldığı üzere bu âyeti celilede düşmanlara karşı adâletsizlikten nehyedilmesinden maksat, onlara İslâm’ın müsaade etmediği cezaları revâ görmektir.
Daha sonra Mevlâ Teâlâ “Adâletli olun, o takvaya daha yakındır.” buyurarak, adâletli davranmanın sebebini takvaya yakınlık olarak zikretmiştir. Mevlâ Teâlâ’nın “Affetmeniz takvaya daha yakındır.” (Bakara 237) kavli şerifi de bunun bir benzeridir.
Bu cümle-i celileye birkaç türlü mana verilmiştir:
1-Adâlet, günahlardan sakınmaya daha yakındır.
2-Allâh’ın azabından korunmaya daha yakındır. Bu ifade, Allâh’ın düşmanları olan kâfirlere karşı bile adâletli davranmanın vacip olduğunu bildirdiğine göre, Allâh-ü Teâlâ’nın dostları ve sevgilileri olan müminlere karşı ne şekilde muamele etmek gerektiği hakkında ne düşünülebilir?
Mevlâ Teâlâ âyeti celilenin sonunda “Allâh’tan korkun! Şüphesiz ki Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.” buyurarak, kulların yapmış oldukları muamelelerden hiç birinin kendisine gizli kalmadığını açıklamak suretiyle, itaatkârları müjdeleyip günahkârları tehdit etmiştir. Rûhul Beyan tefsirinde zikredildiğine göre Allâh-ü Teâlâ bu âyet-i celilede zulmün, buğz ve nefretten doğduğu için, kaynağının nefsin hevâsı olduğunu açıklayarak her türlü haksızlığı nehyettikten sonra, müminlere adâleti açıkça emrederek onun takva ile çok yakın ilişkisi olduğunu beyan etmiştir. O halde mümin kula yakışan, dost düşman ayırmadan herkes hakkında âdaleti gözetmek, özellikle nefsi, ehli ve çoluk çocuğu hakkında adâletli davranmaktır. Nitekim Abdullah İbni Ömer (Radıyallâhü Anhümâ) şöyle demiştir: Ben Resûlüllahdan işittim, şöyle buyuruyordu: “Her birerleriniz çobandır. Ve her birerleriniz elinin altındakinden sorumludur. Devlet adamları birer çobandır ve elinin altındakileri layıkıyla muhafaza etmekten sorumludur. Erkek ailesinde bir çobandır, o da eli altındakilerden sorumludur. Kadında kocasının evinde bir çobandır ve eli altındakilerden sorumludur. Hizmetçi de efendisinin malında bir çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur.”
Râvi şöyle demiştir: “Ve ben zannederim ki, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şunu da söyledi: ‘Ve kişi babasının malında bir çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur. (Hülâsa) her birerleriniz elinin altındakilerden sorumludur.” (Buhari, Cuma: 10, No: 853, 1/304, Cenaiz:32, Müslim, İmare: 5, No: 1829, 3/1459, Ebu Davud, İmare: 1, No:2928)
Adâletiyle şöhret bulmuş ve tarihe adil hükümdar olarak geçmiş olan Nûşirevan’ın tahtında şöyle bir yazı bulunmuştur: “Saltanat ancak imâret (iyi yönetmek) ile mümkündür. İmaret ise ancak muktedir insanlarla meydana gelir. İnsanlarda ancak mallarla hâkim olur, mallar da ancak yapılarla kaim olur, yapılar da ancak halk arasında adâletle durur. Sultan yapmış olduğu her hayırda etbâının ortağıdır.” İşte bu sözün sahibi olan Nuşirevan, öylesine adâletli bir yönetim sergilemiş ve adâleti öylesine şöhret bulmuştu ki, hiçbir haksızlığı olmayıp adâleti ortada olduğu için âdil lafzı ona lakap olmuştu.
Nakledildiğine göre Nuşirevan öldüğü zaman tabutu bütün memleketinde dolaştırılarak: “Bizde alacağı olan gelsin alsın” diye nida edildi de, vilayetinde ondan kuruş alacağı olan çıkmadı. Daha sonra maiyetinde bulunan insanlara zulmeden yöneticilerin ise, adâlet vasıfları kaybolduğu için onlar hakkında âdil lakabını kullanmak, ancak yalan ve zulüm olur. İnsaflı bir kâfire bile âdil denilerek, zalim Müslümanlara bu lakabın kullanılamaması, adâletle zulmün birbirine zıt iki nesne olup bir arada bulunamaması sebebiyledir.
İstanbul fethedildiğinde, bir yeniçeri güya dini bir gayretle Ayasofya Kilisesinin mermerini kırmak isteyince, Fatih Sultan Muhammed Han derhal buna müdahale edip onu engelledi. Cansız bir esere bile böylesine saygılı davranan Sultan Fatih, canlılara elbette çok daha merhametliydi. Ve askerine “Kendilerine karşı koymayanlara dokunulmamasını, kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara en küçük bir zarar verilmemesini” emretti. Fetih ordusunun, Sultanın emri üzerine son derece insânî, merhametli, yumuşak ve böylesine adâletli davranması, oranın yerli halkını kendilerine hayran bıraktı. Bizans halkı işte bu sebeple “Kardinal şapkası görmektense, Osmanlının sarığını görmeyi tercih ederiz” dediler.
Evet ülkeler kılıçla fethedilir, ama adâletle ayakta kalır.

Kasrı Arifan Dergisi mayıs ayı 8.sayısından alıntıdır.Cübbeli Ahmet Mahmut Ünlü Hocaefendi
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

1 9