script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i Şeriflerde Yaratılış



Kur’ân’ın Mucizeliği

Yaratılış ile ilgili âyetleri arz etmeden önce, Kur’ân’ın nasıl mucizevî bir hüviyette olduğunu göstermek için birkaç Kur’ân âyetine temas etmek istiyorum. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, sözü söyleyen, hükmü veren, mührü basandır. Kur’ân’ın, bazıları yeni yeni anlaşılan âyetleri, ilmin ulaşabileceği son ufka işaret etmektedir ki, ilim, hangi sahada olursa olsun vardığı son noktada Kur’ân’ın bayrağını görecek; ihtimal pek çok alanda yine de o bayrağa ulaşamayacaktır. Meseleyi aydınlığa kavuşturmak için birkaç âyeti arz etmekte fayda görüyorum:

1) “Doğrusu davarlarda da sizin için deliller vardır: Zira size, onların karınlarında olan ile kan arasından hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından afiyetle geçer.” (Nahl, 16/66)
Allah’ın varlığına, birliğine emare ve delillerden birisi de hayvanlardır. Allah (cc), içtiğimiz hâlis ve tam gıda olan sütü, hayvanların içinde kan ve fışkı (arasın)dan hâsıl etmektedir. Artık ilmen sabittir ki, canlının yediği gıda, midede ve bağırsaklarda sindirilir. Atılacak artık madde bağırsaklarda kalır; sindirimle hasıl olan kan ise bir kısım guddeler tarafından emilir ve kan damarlarına sevk edilir. İlk tasfiye böyle yapılır. Bunun ardından, süt guddelerine gelen kanın bir kısmı bu guddelerdeki hücrelere besin, bir kısmı da memeler musluğunda süt haline gelir. Modern ilim, hayvanın yediklerinin süt haline gelebilmesi için, onun midede sindirilmesini müteakip önce fışkıdan, pislikten ayrıldığını ve sonra da kandan ayrıldığını söylüyor. Kur’ân’da, “min beyni fersin ve demin” ifadesiyle, “Kan ve fışkı arasında iki tasfiyeye tabi tutularak, meme musluklarında süt haline gelir.” buyuruyor. Bunu, 14 asır öncesinde Kur’ân’la haber veren Allah Resûlü’nün (sav) şahsen bilmesi şüphesiz mümkün değildi. Bunu ona, Kur’ân vasıtasıyla öğreten Allah’tı.

2) “Hâsılı, Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki o kişi göğe yükseliyormuşçasına dar ve tıkanık yapar. İşte Allah, bu şekilde imana gelmeyenlere rüsvaylık verir.” (En’am, 6/125)
Kur’ân, dalâlet ve küfür bataklığında göğsü daralan, hiçbir zaman iç sıkıntısından kurtulamayan, Allah, Kur’ân, din, iman denilince de daraldıkça daralan bir insanın durumunu bir temsille, yani, bilinmeyen bir şeyi bilinen bir şeyle anlatıyor. “İmansızlığı kendisini sıkan, din ve iman denince de hafakanlara giren insanın hali neye benzer, biliyor musunuz?” diyor ve bu insanın halini şöyle tasvir ediyor: “Sanki zorla semaya doğru çıkıyor gibidir o.” Kur’ân, “dağa doğru” demiyor, “semaya doğru” diyor. Semaya, yani göğe çıkma, çok yakın bir zamana kadar bilinen bir şey değildi. Özellikle semaya çıkıldıkça teneffüsün zorlaştığı, oksijen darlığı sebebiyle göğüsün sıkışacağı hiç bilinmezdi. Kur’ân, iman adına ortaya koyduğu bir temsille bu gerçeği, yine 14 asır öncesinden bildirmektedir.

3) “Aşılayıcı olarak rüzgârlar gönderdik. Derken, gökten yağmur indirip onunla sizi suladık. O suyu, hazinelerde depolayan da sizler değildiniz.” (Hicr, 15/22)
Eski bazı tefsirciler, bu âyeti gerektiği ölçüde ve çok güzel anlamışlardır. Meselâ, bundan 11 asır önce yaşamış bulunan İbn Cerir et-Taberî’nin (ö. 311/923) bu âyeti tefsiri, sanki ona ait bir keramet gibidir. Bu konuda o, önce, İbn Abbas’a, “rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik demekle Allah ne kasdediyor?” diye sorulduğunu ve İbn Abbas’ın verdiği cevabı kaydeder; sonra da şunu ekler: “Rüzgârlar, evvela nebâtât âleminde aşılama yaparlar; sonra bulutlarda da aşılama yaparlar.”[1] Daha sonra gelen tefsircilerin pek çoğu, hatta 20’nci asırda yaşayanları bile âyetteki bu mânâyı görememiş ve rüzgârların sadece bitkileri aşılamadaki rolüne temas etmişlerdir. Halbuki âyet, rüzgârların aşılayıcılığını zikretmesinin hemen ardından yağmurdan söz etmektedir ki, İbn Cerir’in buradaki maksadı görmesi gerçekten şâyân-ı takdirdir. Bulutların elektrik yüklü olduğu, ancak rüzgârların onları sürmesi ve bulutlardaki eksi ve artı kutupların birbiriyle buluşması neticesinde meydana gelen kısa devre sebebiyle yağmurun yağmaya başladığı bilimin yeni buluşlarındandır. Kur’ân, bunu 14 asır öncesinden haber verdiği gibi, İbn Cerir de onu 11 asır önce anlamış ve rüzgârların bulutları aşılamasından söz etmiştir.
İkinci olarak, âyette “aşılayıcılar” şeklinde tercüme ettiğimiz kelime ile, “dölleme” mânâsındaki telkih kelimesi aynı kökten gelmektedir. Demek ki, bitkilerde de, bulutlarda da artı-eksi, erkeklik-dişilik söz konusudur. Çünkü aşılanma veya döllenme ancak bunlar arasında olur. Kur’ân, bunu yine 14 asır öncesinden haber vermektedir. O, zaten daha başka âyetlerinde de her şeyin çift yaratıldığından söz etmektedir (Yâ Sîn, 36/36; Zâriyât, 51/49). Bu da, Kur’ân’ın bir başka mucizesidir.


4) “Baksana Allah, bulutları sevk ediyor, sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun ki, bunların arasından yağmur çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlar büyüklüğünde bulutlardan dolu indirir de, onunla dilediğini vurur, dilediğini de ondan korur. Bu bulutların şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri alıverecek!” (Nur, 24/43)
Âyet, bulutların terâkümünü (üst üste gelmesini) ve bunların bir kısmının dağlar heybetinde arz-ı dîdâr ettiğini anlatıyor. Uçakla havaya çıkmadan, bulutların dağ şekline geldiğini de bilemiyorduk. Âyet, yağmurun bulutların arasından geldiğini anlattığı gibi, burada üzerinde durmak istediğim asıl husus, âyetteki “O, gökten, orada dağlar büyüklüğünde bulutlardan dolu indirir.” ifadesidir. Uçaklarla oraj bulutlarının (fırtına bulutları) içine girdiğimiz zaman, çok defa –ki, pilotlar bunu çok iyi bilirler– orada buz yığınlarının oynaştığını görürüz. Ve bunlar, uçağın kanadına vuracak olursa, kanadı deler. Kur’ân, “O dağlar gibi bulutların içinde bir de dolu vardır.” diyor ve “min beradin” ile, bu dolunun tamamının değil, bir kısmının aşağıya indiğini ifade buyuruyor. Kur’ân, bunu 14 asır öncesinden haber vermiş olmasına mukabil, daha düne kadar ilmen, ne bulutların dağlar gibi şekiller aldığını, ne o bulutlardan bazılarının oraj bulutları olup, içlerinde buzların kaynaştığını, ne de dolunun o bulutlardan gelip ve bir kısmının da bulutlarda kaldığını biliyorduk.

5) “Göğü Biz, kendi elimizle kurduk. Ve yine Biz onu, durmadan genişletiyoruz.” (Zâriyât, 51/47)
1920’lerde Hubble’ın astronomi âlemine bir hediyesi oldu: Hubble katsayısı olarak anılacak bir buluşla o, bir kısım galaksilerin belli nispette bizden uzaklaştığını keşfetmişti. Daha sonra Belçikalı matematikçi Lamaitre, bunu ‘mekân genişlemesi’ olarak tespit etti. Meselâ, kova burcundaki bir galaksi bizden dakikada şu kadar milyon kilometre hızla uzaklaşıyorsa, daha uzak bir galaksi daha hızlı uzaklaşmaktadır. Bunun tespiti, spektrumlarla, yani ışığın dağılımına ve kırmızıya kayışına göre yapılmaktadır. James Jeans ve Eddington gibi çok önemli ilim adamları bu şekilde mekân genişlemesini kabul ve müdafaa etmiş, Einstein da buna temayül göstermiştir. Bu genişleme, ister galaksilerin kaçışı şeklinde olsun, isterse, Einstein’ın “Bilemediğim bir yerlerde değişik âlemler teşekkül ediyor” sözüyle ifade ettiği henüz meçhul bir genişleme şeklinde olsun, fark etmez.
Âyet, semâyı, hiçbir sebebe, başka hiçbir tesire vermeden Cenab-ı Allah’ın kurduğunu buyurduktan sonra, isim cümlesiyle, “Ve Biz, durmadan genişletiyoruz” buyurmaktadır. Arapça’da fiil cümlesi, sürekli yenilenme, isim cümlesi ise, devam ve sebat ifade eder. “Ve Biz, durmadan genişletiyoruz” cümlesi, Türkçe’ye fiil cümlesi gibi çevirsek de, aslı isim cümlesidir ve genişletmenin devamına, sebatına işaret etmektedir. Kur’ân, bu durmaksızın mekân genişlemesini, diğer ilmî hakikatler gibi, yine 14 asır öncesinden bu şekilde haber vermektedir.
Birkaç âyetle bu şekilde Kur’ân’daki bazı ilmî gerçeklere ve Kur’ân’ın bu yöndeki mucizesine işaret ettikten sonra, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan yaratılış gerçeğine geçebiliriz.

Kur’ân-ı Kerim’de Yaratılış Gerçeği



Baştan sona mucize olan Kur’ân-ı Kerim’in insanın menşei ile alâkalı âyetlerinden sadece dördü üzerinde duracak ve konuyu bağlayacağız. Fakat önce, Kur’ân’da yaratılışla ilgili âyetlerin genel bir değerlendirmesini yapmakta fayda mülâhaza ediyoruz:
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili yer alan âyetler, meseleyi kaderî plandan, yaratılışın değişik safhalarına kadar merhale merhale öyle ele alır ki, daha önce geçtiği üzere, ceninin anne karnında geçirdiği safhaları da Kur’ân’da okuyabiliriz. Yani Kur’ân-ı Kerim, Hz. Âdem’den sonra her insanın, annenin rahminde, yumurtanın sperm tarafından döllenmesinden bir insan halini alışına kadar geçirdiği safhaların yanı sıra, bunun öncesini ve ilk insanın menşeini bazen bir arada, bazen ayrı ayrı anlatır. Hem ilk insanın yaratılışında, hem de daha sonraki bütün insanların yaratılışında maddî planda ilk merhale toprak (türab); ikincisi, balçık gibi yumuşak, yapışkan çamur (tîn) ve bundan alınıp süzülmüş bir öz (sülâletün min tîn); üçüncüsü, insan iskeleti haline getirilen siyah, kokuşmaya müheyya, bir şekle konmuş ve kendisine bir yol, hedef tayin edilmiş balçık (hame-i mesnun); dördüncüsü, tın tın öten, pişirilmiş, kurutulmuş balçıktır (salsâl).
Bunlar, insanın teşekkül merhalelerini ima etmektedir ki, benzer bir süreç, anne karnında da yaşanır. Bu safhaların 4 veya 6 olması fark etmez; çünkü bazısının bazısına ircaı mümkündür. Önemli olan, toprak bulamacının değişik mineralleriyle, safha safha insanın yaratılışına esas teşkil etmesidir. Toprağın bir mineral veya protein çorbası haline getirilmesinde şüphesiz su da çok ehemmiyetli bir unsurdur. Kur’ân, bu karışımı, “Kasem olsun, Biz insanı süzülmüş bir çamur veya bir hülasadan yarattık.” (Mü’minûn, 23/12) âyetiyle açıklar ki, “Biz, her canlı nesneyi sudan yarattık.” (Enbiyâ, 21/30) âyeti de, suyun bu ehemmiyetini vurgulamaktadır. Su ve toprağın ayrı ayrı muhtevalarıyla yaptığı izdivaç, ayrı bir merhaleyi teşkil etse gerektir.
Bunlardan sonra şekillenme ve bir sûrete ulaşma faslı gelir. Kur’ân buna, “Andolsun Biz, insanı bir kara çamur ve şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (Hicr, 15/26) âyetiyle işaret eder. Bunu müteakip, tam bir düzenleme (tesviye), bütünüyle dengeli hâle koyma mertebesi söz konusudur ki, onu da Kur’ân-ı Kerim, “Ben onu düzenleyip, insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için (inkıyad) secdesine kapanın.” (Hicr, 15/29) âyetiyle nazara verir.
Bu son safha ile artık kâinatta, mânâsının yanında maddesi, ruhu ve onunla içli-dışlı bedeni, fizikî mükemmeliyeti ölçüsünde metafizik derinlikleriyle yepyeni bir varlık daha vardır. İnsan, bu seviyeye geleceği âna kadar, bu kelimelerle anlatılan gerçek mânâ ve muhteva ne olursa olsun, şu safhalardan geçmiştir: Toprak, çamur, süzülmüş çamur, yapışkan çamur, bir şekle bağlanan siyah balçık, sertleşmiş balçık ve Allah’ın (cc), İlâhî ruhla serfiraz halifesi eşref-i mahlûk. İlk insandan sonra gelen bütün insanlarda bu safhalar, insan hususiyeti çerçevesinde teksir edilircesine devam edecektir ki, dikkatle bakanlar için mebde’ ile temadi arasındaki bu tedâî her zaman çok renkli bir süreç olarak zevkle temaşa edilebilecektir.
Hz. Âdem ve Hz. Havva ile mucizevi bir yaratılışla başlayan insanoğlunun dünyayı teşrif macerası, sebeplerin Allah’ın icraatına perde olma fonksiyonuyla artık sıradan bir hâdiseymiş gibi sürüp gelmiş ve böyle sürüp gidecektir de. İnsanların isteyip dilemesi ve Allah’ın (cc) yaratmasıyla temadi edip duran yeryüzündeki insan hayatıyla hedeflenen asıl gaye, Yüce Yaratıcı’yı bilip, O’na kullukta bulunmaktır. O, insana irade, şuur, his ve gönül vererek, onu bütün varlıkların önüne geçirme ve Âdem’in şahsında bir mihrap haline getirme şeklinde tecelli eden iradesine ve meşietine karşılık, insan da, O’nu tanıma-tanıtma, sevme-sevdirme vazifesiyle vazifelendirildiğini bilmeli ve “ahsen-i takvim”e mazhariyetin hakkını eda etmelidir.

Şimdi, Kur’ân-ı Kerim’deki yaratılışla ilgili âyetlere geçebiliriz:

1) “Ve dedik ki: “Adem! Eşinle birlikte cennete yerleş ve oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Aksi halde, zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 2/35)
Kur’ân’da çeşitli yerlerde bazı kelimelerin takdim ve tehiriyle ifade edilen hâdise, bu âyette bize şöyle anlatılmaktadır: Biz Azimüşşan, Âdem’e “Sen ve zevcen cennette ikamet edin, yaşayın dedik. Ora meskeniniz olsun. Ve ikiniz cennetin nimetlerinden bol bol yiyin.”
Eğer evrim geçerli olmuş olsa idi, Kur’ân, insanı, ilk varlık sahasına çıkışıyla birlikte anlatmaya hemen Âdem ve Havva’dan başlamazdı. Evrimcilerin iddialarını bir an için doğru kabul ettiğimizde, evrim gibi çok önemli ve varlıkta, bilhassa canlılar açısından asıl olan bir vakadan mutlaka bahseder, hele hele evrim, bazı safdillerin iddia ettiği üzere, Allah’ın canlı hayatı yaratmadaki icraatının perdesi olmuş bulunsa idi, bunu, âyetlerinden biri olarak mutlaka defalarca nazara verirdi. Oysa Kur’ân, insanı anlatmaya doğrudan doğruya Hz. Âdem ve Havva ile başlamakta ve evrime hiçbir şekilde temas etmemektedir. Bazıları, İnsan veya Dehr sûresi olarak anılan sûrenin ilk âyeti olan, “İnsanın üzerinden, anılır bir şey olmadığı çok uzun bir zaman geçmedi mi?” âyetini, güya evrime delil zannediyorlar. Oysa bu, onun aksine delildir ve insan yaratılmadan önce geçen çok uzun zaman zarfında ortada insan diye bir şeyin olmadığını belirtmektedir. Evrim iddialarının yoğunluğu karşısında az sarsıntı yaşayan bazıları, bu âyeti, o uzun zamanda insandan bir eserin olduğu, ama henüz onun insan şeklinde anılmadığı şeklinde anlamaktadırlar ki, böyle bile olsa, insan Allah’ın ilminde, yani ilmî vücut olarak ve kader planında vardı ki, bunun biyolojik bir yanı yoktur. Âyete bir başka yaklaşımla, eğer insana bütün kâinatın çekirdeği olarak bakacak olursak, bu, daha çok insanın mahiyetine ait bir husustur. Ayrıca, çekirdek, bütün varlıktan, varlık ağacından öncedir ki, bu, evrimi bütün bütün nakzeder.

2) “Allah yanında İsa’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yaratıp, ona “ol” dedi, o da derhal oluverdi.” (Âl-i İmran, 3/59)
Hz. İsa’nın yaratılışı mevzuunda insanlar şüpheye düşüp, onun babasız nasıl dünyaya geldiğini sorgulamaya başlayınca, Kur’ân, bu âyetiyle meseleye açıklık getirmiş ve ilk insanın yaratılışı konusunda da bir kapı daha açmıştır. Yani, nasıl Hz. İsa’nın dünyaya gelmesi âdiyat (herkesin tâbi olduğu kanunlar) çerçevesinde gerçekleşmemiş, buna mukabil o, bir mucize eseri olarak babasız dünyaya gelmiştir ki, bunda şaşılacak bir şey yoktur; çünkü, aynı şekilde, Hz. Âdem de mucize eseri olarak dünyaya gelmişti. Kaldı ki, Hz. Âdem’in annesi de yoktu. Demek ki Allah, dilediğini dilediği şekilde yapar; O, her şeye kâdirdir. Fakat biz, O’nun icraatını kavrayalım ve dünyada hayatımızı sürdürebilelim diye O, icraatının üzerine sebepler ve kanunlar örtüsünü geçirmiş, böylece hâdiselere zahirî bir yeknesaklık ve devam vermiştir. Yoksa, hayat olmazdı. Bazen de O, hikmetine ve bir sebebe binaen bu örtüyü yırtar ve öyle icraatta bulunur. Biz, O’nun bu icraatına mucize diyoruz. İşte, Hz. İsa gibi, Hz. Âdem’in yaratılışı da bir mucizedir. Öyle evrimcilerin iddia ettiği gibi, belli bir sürece, kanunlara, mutasyonlara, adaptasyonlara bağlı olarak gerçekleşmemiştir.
Kur’ân, anlaşılması zor, müteşabih ve mücerret gerçekleri çok defa temsillerle ve benzetmelerle anlatır. Benzetmede ise, benzeyenle kendisine benzetilen arasında, birbirine misal olacak şekilde yakınlık bulunmalıdır. İşte, Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya geldiğine inanmak istemeyenler, Hz. Âdem’in yaratılışına bakmalıdırlar. Hz. Âdem’in de babası yoktu, hatta annesi de yoktu. Buna inanıp da, Hz. İsa’ya inanmamak olmaz.
Demek oluyor ki insanlar, evrim iddialarına gelinceye kadar Hz. Âdem’in Allah tarafından yaratıldığına ve onun yaratılışının mucize olduğuna inanıyorlardı ki, Kur’ân, Hz. İsa’nın da mucizevî yaratılışına misal olarak Hz. Âdem’in yaratılışını vermektedir. Bir meçhul, bir başka meçhulle anlatılmaz; ancak bir malûmla anlatılır. Beşer tarihinde insanlık Hz. Âdem’i baba olarak tanımış, dinler tarihi, Hz. Âdem’den bahsetmiş ve Darwin’e kadar hiç kimse bunun aksine bir şey söylememiş, ancak Darwin’den sonradır ki, insanlığın babası olarak nesnas, maymun gibi varlıklar öne sürülmeye başlanmıştır. Bu âyet de, Hz. Âdem’in insanlığın babası olduğunu ve Allah tarafından mucizevî şekilde yaratılmış bulunduğunu açıkça ifade etmektedir.

3) “Ve hani Rabbin meleklere: “Ben,” demişti, “kuru çamurdan, şekillenmiş bir çamurdan bir beşer yaratacağım. Bu itibarla, Ben onu düzenlediğim, insan şekline koyduğum ve içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için (inkıyat) secdesine kapanın.” (Hicr, 15/28-29)
Âyetler, Hz. Âdem’in toprak, çamur, çamurdan alınmış bir öz, kokuşmaya hazır ve kendisine şekil verilmiş bir balçık ve balçıkken şekillenip kupkuru bir hâl almış bir nesneden yaratıldığını ve düzenlenip, insan şekline konduğunu, bundan sonra da kendisine İlâhî ruhtan nefhedildiğini anlatmaktadır. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav), Âdem’in bütün yeryüzünün toprağından, bir bakıma yeryüzündeki elementlerden süzülerek (tasfiye) yaratıldığını ifade eder ki, belki burada balçıktan kasıt bir protein çorbası veya bir macun olabilir. Ayrıca bu süzmeden dolayı Hz. Âdem’e, “süzülmüş” mânâsına “safiy” ve “Safiyyullah” deriz.
Gerek önce verdiğimiz âyetlerde, gerekse bu son âyette anlatılanlara baktığımızda, Hz. Âdem’in toprak ve suyun, yani yerin elementlerinin dışında bir menşee dayanmadığını, onun solucan, kurbağa, kuş, at, maymun gibi devreler geçirmediğini görürüz. Nasıl her bir insan, “atılmış, hakir bir su”daki nutfe, yani spermin anne karnında bir yumurtayı döllemesi neticesi merhaleden merhaleye geçerek yaratılıyor ve bu yaratılışın bir safhasında ona ruh üfleniyor, nasıl her bir insanın maddî temeli bu şekilde hava, su ve topraktan gelen elementlere dayanıyor, Allah (cc), Hz. Âdem’i de aynı şekilde, fakat bir anne ve baba olmadan, yine yerin, hava, su ve toprağın elementlerini süzerek, onlardan, neticede insanın fiziğini teşkil edecek bir öz alarak ve bir devrede ona ruh nefhederek yaratmıştır. Esasen, yine nasıl Kur’ân, Hz. İsa ile Hz. Âdem arasında, biri babasız, diğeri hem babasız hem annesiz yaratıldığı için, yaratılışlarının mucize olması açısından münasebet kuruyor, aynı şekilde, Hz. Âdem ile sonra gelen bütün insanların yaratılışları arasında, Hz. Âdem’in babasız ve annesiz yaratılmış olması dışında, çok fark yoktur. İkisi de temelde toprak, su ve havadan süzülmüş, biri babanın sulbünde sperm ve annenin rahminde yumurta haline gelmiş, diğeri ise, anne rahmi vazifesi gören bir mekânda hayata hazırlanmıştır.

4) “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratıp, o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.” (Nisa, 4/1)
Kur’ân, bütün insanların ilk atası olarak “tek bir nefis” demekle, bir atalar silsilesini reddetmektedir. Burada tek bir nefis tabirinin kullanılması ve eşinin ondan yaratıldığının kaydedilmesi, aşağıdaki dipnotta yaptığımız açıklama ve âyetlerde de ifade olunan her şeyin çift yaratıldığı gerçeği çerçevesinde değerlendirilmelidir. Ne bu tek nefis, ne de onun, aynı insanî mahiyete sahip eşi, bir teselsülün, bir zincirin, bir tekâmül halkasının bir dânesi, bir halkası değildir. O, başlı başına yaratılmış bir nev’in (tür) babası, hanımı da aynı nev’in anasıdır.


Kur’ân-ı Kerim’de Yaratılışla Alâkalı Diğer Bazı Ayetlerin Mealleri

“Kasem olsun Biz, insanı çamurdan bir hülâsadan yarattık.” (Müminûn, 23/12)
“Biz, her canlı nesneyi sudan yarattık.” (Enbiya, 21/30)
“Bir vakit Rabbin meleklere: “Ben” dedi, “çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu iyice biçimlendirip ona Ruhumdan üfleyince, hep birden ona (inkıyad) secdesi ediniz. Meleklerin hepsi secde ettiler; fakat İblis etmedi. O kibirlendi ve tam kâfir kesildi.” (Sâd, 38/71-74)
“İnsanı bir parça sudan yaratıp, soy ve evlilik bağından oluşan bir sülâle haline getiren de O’dur. Senin Rabbin her şeye kâdirdir. (Furkan, 25/54)
“Allah, sizi topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı...” (Fâtır, 35/11)
“O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra size bir ecel, bir ömür süresi tayin edendir. Bir de O’nun katında muayyen bir ecel vardır. Hala, tutup şüphe ediyorsunuz!” (En’âm, 6/2)
“Sizi bir tek nefisten inşâ eden O’dur. Sonra sizin için, bir kalacak yer, bir de emanet olarak duracak yer vardır. Biz, âyetlerimizi, anlayan kimseler için açıkça bildirdik.” (En’âm, 6/98)
“(Allah), yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp, insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini, önemsiz bir suyun özünden (menî) üretti. Sonra ona en uygun şeklini verdi, ona ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler, gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz!” (Secde, 32/7-9)
“(Allah), insanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı.” (Rahmân, 55/14)

Hadis-i Şeriflerde Yaratılış

1) Buhari, Müslim, ittifakla Ebu Hureyre’den rivayet ediyorlar: (Allah Resûlü, kadının yaratılışını anlattığı uzun bir hadis-i şerifin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır): “Kadınlara hayır tavsiye edin, hayırhâh olun. O, eğe kemiğinden (eğri kemikten) yaratılmıştır.”[2]

Hadiste açıkça görüldüğü gibi, Allah Resûlü (sav), Havva’nın yaratılışını bir tekâmüle bağlamıyor.
2) İbn Ebi Hatim’in sahih addettiği, İbn Asakir’in biraz değişik bir şekilde rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte Kâinatın Efendisi şöyle buyuruyor: “Sizin babanız Âdem, bir hurma ağacı gibi 60 zira boyunda idi.”[3]
Allah Resûlü, insanın ilk atası olarak, tevil gerektirmeyecek bir açıklıkta Hz. Âdem’i nazara vermektedir.

3) Ahmed ibn Hanbel, Ebu Davut ve Tirmizi, Ebu Musa el-Eş’ari’den şu hadisi naklediyorlar: “Allah, Âdem’i (yaratmak için,) bütün yeryüzünden bir “avuç dolusu” aldı ve öyle yarattı.”[4]
Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Âdem’in menşei, bütün yeryüzünden alınan âdeta bir mürekkep macundur. Allah (cc), terkibini yaparak, bununla Hz. Âdem’i meydana getirmiştir.

4) İmam Ahmed ibn Hanbel’in Hz. Enes’ten rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: “Allah, Âdem’i yarattıktan sonra dilediği kadar bıraktı. İblis de ona bakıp, onun etrafında kötü hayaller kurmaya başladı; onu boş görünce de, onun kendisine mâlik olamayacak bir mahlûk olduğunu anladı.”[5]
Bu hadis-i şerifte de, evrimi ima edecek en küçük bir ifadeye rastlanmamaktadır. Hadis, yaratılış safhalarında Âdem iskelet halinde iken İblis’in ona bakıp, onda çok boşluklar gördüğünü ve bunlardan dolayı, insanın kendisine hâkim bir yaratık olamayacağı sonucuna vardığını belirtmektedir. Bu, son derece mânâlı bir nokta olup, nasıl göğsümüzün sol yayındaki biyolojik kalb ile, manevî hayatımızın merkezi olan kalb arasında münasebet var, aynı tür münasebet, insanın bütün fizyolojik yapısıyla, karakteri ve huyları arasında da olabilir. Hadis, insandaki karakter zaaflarına ve onda, terbiye edilmediği takdirde her biri manevî yıkıma götürecek hırs, şehvet, öfke, kandırıcılık gibi duygu ve kuvvelere dikkat çekmektedir.

5) İbn Hibban ve Müsned sahibi Bezzâr, Hz. Enes’ten şu hadisi naklediyorlar: “Allah, Âdem’e Kendi ruhundan nefhettiği zaman, (değişik bir rivayette: Allah, Hz. Âdem’i yaratıp da, (nefhettiği) ruh başına ulaşınca) Âdem aksırıverdi. Ve arkasından, ‘El-hamdülillâhi Rabbilâlemin!’ dedi. Allah da ona, ‘Yerhamukellah!’ diye mukabelede bulundu.”[6]
Buhari’de de şu rivayeti okuyoruz: “Allah Tealâ Hazretleri, Hz. Âdem’i (as) Kendi sureti üzere (yani, bütün isimlerinin tecelli merkezi) ve boyunu da 60 zira olarak yarattı ve: ‘Git, şu oturan meleklere selâm ver, onların seni nasıl selâmlayacaklarına da dikkat et, dinle. Zira o selâm, senin ve zürriyetinin selâmı olacaktır.’ buyurdu. (Bunun üzerine Âdem onlara gidip): ‘Es-selâmü aleyküm!’ diye selâm verdi. Melekler: ‘Es-Selâmü aleyke ve rahmetullahi!’ dediler; selâma mukabele ederken ‘ve rahmetullahi’yi ilave ettiler. (Âhiret’te) Cennet’e giren Hz. Âdem gibi, yani (boyu 60 zira) olacak. İnsanlar, şu ana kadar (boyca) hep eksilmektedir.”[7]
Bu rivayetlerde de açıkça görüldüğü gibi, Âdem (as) bir canlının devamı olarak meydana gelmiyor; aksine, kendisi bir başlangıç olarak yaratılıyor. Hayat kendisine nefh edilince aksırıyor; aksırınca “El-hamdülillâhi Rabbilâlemin!” diyor. Demek o dakikaya kadar teneffüs edilmiş bir hava, konuşulmuş bir söz, hitap edilmiş bir mutahap olmadığı gibi, tabiatıyla insan ve insanlık namına canlı bir ceset de yoktu. İnsanlık adına her şey, Hz. Âdem’le başladı.

6) Ahmed ibn Hanbel, Ebu Hüreyre’den şu hadisi nakleder: “İnsanlar, Cennet’e Hz. Âdem’in yaratıldığı şekilde girecekler. O, çıplak, kılsız, genç, beyaz tenli, dalgalı, sürmeli gözlü ve boyu 60 zira, eni ve sırtı da 7 ziradır.”[8]
“Zira”, bir insanın parmak uçlarından dirseğine kadar olan mesafedir. Hz. Âdem, işte bu ölçü ile 60 zira boyunda ve sırt itibarıyla 7 zira enindeydi.

Kitab-ı Mukaddes’te Yaratılış

Ve iki cümle halinde Tevrat’ın Tekvin babından arz edeyim: “Rab Allah, yerin toprağından adamı yarattı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan bir canlı oldu.”[9] Havva’nın yaratılışı da şöyle anlatılır: “Adamın yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı yapacağım.... Ve Rab Allah, adamın üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı; ve Rab Allah, adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu adama getirdi.”[10]
Evet, Kur’ân gibi, Kitab-ı Mukaddes ve diğer bütün ilâhî kitaplar da, ilk insanın bizzat Allah tarafından ve yerin elementlerinden yaratıldığını belirtir ve bütün din mensupları, buna böyle inanırlar. Yani Darwinizm’in iddia ettiği gibi, bir evrim söz konusu değildir ve insan, evrimleşerek bugünkü şeklini almamıştır.

[1] Taberi, Câmiu’l-Beyân, c: 14, s. 19-22
[2] Buhari, Enbiya, 1; Müslim, Radâ, 61-62; Dârimî, Nikah, 35; Müsned, 5/88
[3] İbni Asâkir, Târih-i Dimeşk, 7/404-405
[4] Tirmizi, Tefsîru sûre, 1-2; Ebu Davut, Sünnet, 16; Müsned, 4/400-406
[5] Müsned, 3/ 152
[6] Heysemî, Mevâridü’z-Zem’ân, 1/508; İbn Hibban, Sahih, 14/37, 41
[7] Buhari, İsti’zan, 1; Enbiya, 1; Müslim, Cennet, 28; Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 94; Müstedrek, 1/132
[8] Müsned, 2/295, 343, 415
[9] Kitab-ı Mukaddes, (Tevrat), Tekvin, 2/7
[10] Kitab-ı Mukaddes, (Tevrat), Tekvin, 2: 18, 21-22

Alinti
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..
1 9