Malumunuz olduğu üzere
geçen sayımızdaki tesettürle alakalı yazımızda, Nur süresi 31. âyet-i
kerimeyi izaha çalışmıştık. (http://www.eliftenyeye.com/2012/05/kuran-ve-sunnete-gore-tesettur.html
)
Yazımızın sonunda da, yine tesettürle alakalı olan Ahzab süresi 59
âyet-i kerimeye kısaca temas etmiş ve âyet-i kerimede zikredilen “cilbab” tan
muradın ne olduğunu bir dahaki yazımızda detaylı olarak izah ederiz,
demiştik. İnşallah bu yazımızda bu konuyu anlatmaya gayret edelim. Allah-u Teala bu
âyet-i kerimede mümin kadınlara, evlerinden çıkarken yabancı erkekler
karşısında vücutlarını iyice örten cilbablarını, dış elbiselerini, üzerlerine
örtünmelerini emretmiştir.
Bu hicab âyet-i, geçen yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, kadınların
avret mahallerini örtmeleri istikrar kazandıktan sonra nâzil olmuştur. Demek
ki, bu âyette emrolunan tesettür, daha önce farz kılınan setr-i avretten
başka fazla bir örtünmedir. Dolayısıyla âyet-i kerimede geçen “Cilbab”
kıyafeti hakkında müfessirler değişik yorumlarda bulunsalar da, mefhumda birleşmişler
ve “cilbab”dan maksadın; kadının elbiseleri üzerine giyilen ve vücut
hatlarını belli etmeyecek şekilde bütün vücudu örten bir elbise olduğunda
ittifak etmişlerdir.
Allah-u Teala burada kadının örtünmesiyle alakalı olarak pek çok elbise
şekli emir buyurabilecek iken, acaba neden özellikle “cilbab” giyilmesini
emir buyurmaktadır?.. Elbette bunun pek çok hikmetleri vardır. En
önemli hikmeti ise cilbabın, kadınların tesettüründe en ideal örtünme
kıyafeti olmasındandır. Çünkü cilbab, kadını baştan ayağı kapatmakta ve
fitneye sebebiyet verecek hiçbir açık kapı bırakmamaktadır.
Böylece kadın ile art niyetli, kötü düşünceli ve kalplerinde maraz olan
kişiler arasına bir perde çekilmiş, bu tür ahlaksız kişilerin sataşmasına
fırsat verilmemiş olacaktır. Nitekim bu maksat âyet-i kerimede de: “Bu
(cilbabı giydikleri zaman ki durumları) onların tanınmalarına, tanınıp da
eziyet edilmemelerine en elverişli olandır.” şeklinde
zikredilmiştir.
Gerçi bu konuda eziyet etmeyi, kadınlara sataşıp tacizde bulunmayı bir huy
edinmiş olan alçak karakterli, bir takım kalbi bozuk tıynetsiz kimseleri
elbette örtü engelleyecek değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların bu tür
şehevî ve kirli bakışlardan, kendi sadeflerinde gizli inciler gibi korunmuş
kalmalarına en uygun olan şekil de budur.
Hal böyle olunca, kadının bu konuda
son derece suçsuz ve masum olduğu, onlara eziyet ve tacizde bulunacak olan
nefsinin zebûnu, sapık ruhlu kimselerin ise çok açık bir vebal yüklendiği
herkes tarafından aşikare olmuş olur. Peki, kadının dış örtü
örtmesi gerektiğini beyan eden bu âyet-i kerimede, örtünme için belli bir
şekil ve model var mıdır?
Yani “kadının dış örtüsü nasıl ve ne şekilde olmalıdır?” derseniz, efendim,
tesettür emri ile alakalı olarak Nur Sure'si 31. âyette geçen “başörtüsü”
(hımar-humur) ve Ahzab Suresi 59. âyette geçen “Dış giysi” (cilbab-celabîb)
ifadeleri birlikte mütaala edilince, kadın için iki parçalı bir giysi şekli
ortaya çıkıyor. Birincisi; saç, boyun ve göğüsleri örten ve omuzlara
doğru yakaların üstüne serbest bırakılan "başörtüsü"dür. İkincisi
ise; "dış giysi" olup, bunun şekli de iki türlü tarif edilmiştir.
Başörtüsünün üstünden, bedeni aşağıya kadar örten büyük parça bir giysi veya
başörtüsünün altından, boyundan aşağı topuklara kadar örten dış giysi…
Peki ulema bu konuda ne diyor ve hangisini tercih ediyor? Ulemanın bu
konudaki beyanlarına geçmeden önce, yeri gelmişken bazı Müslüman
kardeşlerimizin sıkça sorduğu “Kuran-ı Kerimde çarşaf geçiyor mu?” sorusuna cevap
verelim. Lafı dolandırmadan net bir şekilde söyleyelim, evet Kur’an-ı
kerimde çarşaf geçiyor.
Adresi ise Ahzab suresinin 59. âyet-i kerimesidir. “İyi de bu âyet-i kerime
çarşaftan değil, cilbabdan bahsediyor.” dediğinizi duyar gibiyim. Evet
âyette “celâbil” diye geçer. “Celâbib” kelimesi “cilbab”ın çoğuludur. Cilbab
ise Türkçede “çarşaf” manasına gelir. Bazı tefsirler “cilbab” kelimesini
“milhafe” diye tefsir ederler ki, “milhafe” de lugatta çar ve çarşaf manasına
gelir. Eğer “birebir kelime olarak çarşaf geçmiyor.” diyorsanız, doğrudur.
Kur'an’da “çarşaf” kelime olarak geçmez. Neden? Çünkü “çarşaf”
Arapça değil, Farsça bir kelimedir. Oysa Kur’an-ı Kerim Arapça indirilmiştir.
Dolayısıyla bu mantığa göre, Kur’an’da birebir kelime olarak “namaz” da
geçmez, “oruç” kelimesi de… Çünkü o kelimeler de Farsçadır. Zira Kur’an’da
“namaz ve oruç”; “salat ve savm” şeklinde geçer. Şimdi ulemanın bu
âyetle ilgili olarak yaptıkları tefsirlerin bazılarını zikredelim. Ulema,
âyet-i kerimede “cilbab” diye geçen bu tesettürün nasıl olacağı hususunda birkaç
görüşe ayrılmışlardır. Son devrin alimlerinden Elmalılı, bu âyet-i
tefsir ederken “cilbab”ı şöyle tarif etmiştir: “Baştan aşağı örten çarşaf,
ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır.” “Tepeden tırnağa örten giysidir.”
“Çarşaf ve peçedir.” Âyet-i kerimede
geçen “İDN” kelimesi: Yaklaştırmak demek ise de, âyette “Alâ” harfi cerri
ile kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade ettiğinden,
üzerinden sıkıca örtmek demek olur.
“Cilbab örtmek” tabirinde de iki şekil vardır. Bunlardan birincisi;
cilbablarından birisiyle bütün bedenini örtmek, diğeri ise; cilbabın bir
tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur. Elmalılı, âyet-i kerimede
geçen “cilbab idnâsını” bu şekilde tarif ettikten sonra şöyle devam ediyor:
“Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi; kaşlarına kadar başını örttükten
sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık
bırakmak. (Elmalı bunu söyledikten sonra, ‘bizler yetiştiğimiz zaman
memleketimizde validelerimizin tesettür tarzı bu idi.’ der) İkincisi de; alnının üzerinden sıkıca
sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerinin ikisi de açık kalsa
bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır.
(Bu açıklamadan sonra da; ‘Hicri 1310’da İstanbul’a geldiğim zaman İstanbul
hanımlarının bir peçe ilave edilmek ve elde açık bir şemsiye bulunmak
şartıyla tesettür tarzları bu idi.’ demektedir.)” (Hak Dini Kuran Dili, C: 6,
S: 337,338) Evet Elmalılı merhum “cilbab”ı böyle tarif ediyor. Yani
buradan anladığımız üzere çarşaf, Osmanlı ecdadımızın da yaygın olarak
uyguladığı bir kıyafettir.
Yine bu konuda Konyalı Mehmet Vehbi Efendi “Hulasâtü’l-Beyan” isimli
tefsirinde, kadınların ziynetlerini örtmeleri için çarşafa bürünmelerinin
lazım ve vacip olduğunu zikretmektedir. (C: 9, S: 3719) Ömer Nasuhi
Bilmen Efendi de kendi tefsirinde “Cilbab”ı çarşaf olarak tefsir etmişlerdir.
Gördüğümüz gibi son devrin alimlerinden, herkesçe tanınan ve kabul gören üç
tane tefsir aliminin “cilbab” hakkındaki görüş ve yorumları bu şekildedir.
Şimdi de diğer ulema bu âyet-i nasıl tefsir ediyor ona bakalım. Taberî
İbni Sîrinden şöyle rivâyet eder: “Abide es-Selmanî’ye “…Dış elbiselerinden
üstlerine giymelerini söyle…” âyetinin manasını sordum. O hemen büyük bir
çarşaf alarak onunla bütün vücudunu örttü. Başını ta kaşlarına kadar kapattı.
Yüzünü de tamamen kapattı, yalnız sol gözünü açık bıraktı. Böylece âyet-i
fiili olarak tefsir etti.” (Taberi tefsiri c: 22) Taberî ve Ebu Hayan,
İbni Abbas (Radıyallahü anhüma)’dan şöyle rivâyet etmişlerdir: “Kadın
cilbabını alnının üzerine indirir ve oradan sıkar.
Alttan da burnunun üzerine kadar kapatır. Yalnızca gözleri dışarıda
kalmalıdır. Yüzünün kalan kısmı ile göğsünü tamamen kapamalıdır.”
(Bahru’l-Muhit, C: 5, S:
250) Ebu’s-Sûd Efendi: “Cibab”tan maksat, çok geniş ve uzun bir örtüdür.
Kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına
kadar salar. Buna göre âyetin manası ‘Kadınlar dışarıya veya yabancı bir
erkeğin karşısına çıkacakları zaman, bu örtüyle yüzlerini ve bütün
vücutlarını örtsünler.’ olur.” demiştir. Cevherî de: “Cilbab”ı çarşaf
diye tefsir etti. Ve cilbab çarşaftır denildi.
(Tacül Aras, C. 1/186)Ümmü Seleme annemiz şöyle demiştir: “Cilbablarından
üzerlerini sıkıca örtsünler.”
âyetinin nüzûlünden sonra, Ensar kadınları siyah çarşaflara büründüler.
Öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, sanki hepsinin başına birer karga
konmuştu.” Verilen kaynaklardan da anlaşıldığı üzere İslam alimlerinin
çoğunluğu çarşaf üzerinde durmakta ve tesettürün çarşafla daha güzel
olacağını ifade etmektedirler. Ayeti kerimede geçen “cilbab”a, açıkça
“çarşaf” demeyen müfessirler ise, “kesintisiz bütün bedeni baştan aşağı örten
geniş bir elbiseyi” tarif etmektedirler ki, bu tarife en uygun olan kıyafet
de çarşaf, ferace ve car’dır. Bu kıyafetler Türkiye'nin çeşitli yörelerinde,
“ehram, peştamal-dolama, şalvar-atkı” gibi farklı isimlerle de
zikredilmektedir.
Tabi bu kıyafetlerin kumaşının kalitesi, ince veya kalın oluşu örfe,
beldelere ve mevsimlere göre değişiklik gösterebilir. Ancak dikkat edilecek
husus, kadının boynu, omuzu, göğüs, kol, koltuk altı, bel gibi uzuvlarının,
kısaca vücut hatlarının belli olmaması gerekmektedir. İçini gösterecek
kadar şeffaf, vücut hatlarını belli edecek kadar ince ve dar olmamalıdır.
Çünkü kadınların örtünmesinden maksat bütün şüpheli yolları kesmek, erkek ve
kadınların kalplerinde dolaşan vesveseyi bertaraf etmektir. Hal böyle
olunca başörtüsü bu işi göremez. Çünkü o boyundan bağlandığı için gerek
omuzlar, gerekse boyun bölgesi çarşafla olduğu kadar kapanmaz.
Ayrıca onunla insanın gençliği, yaşlılığı, güzelliği daha bariz anlaşılır ama
çarşafla bu vasıflar örtülür. Tabi
şunu da ifade edelim ki; âyet-i kerimede örtünmenin; “tanınıp eziyet
edilmemesine daha uygun olması” gibi bazı hikmetlerinin açıklanması, bu
gayenin bulunmadığı veya başka şekilde elde edildiği durumlarda, “örtünmek
gerekmez” gibi yanlış bir düşünce hatıra gelmemelidir. Çünkü esas
itibariyle örtünmek, Allahın emri ve Dinin gereğidir. Netice olarak, tesettür hakkındaki
nihâi emir bu âyetle verilmiştir. Dolayısıyla Allah-u Teala Ahzab Süresi’nin
59. âyeti kerimesiyle, kadınların dışarıya cilbab/çarşaflarını giymeden
çıkmasını yasaklamıştır.
Cumhuriyet devrinin meşhur edebiyatçılarından Yakup Kadri Karaosmaoğlu’nun,
"Çarşafa ve Peçeye Dair" isimli bir makalesi vardır. Her ne kadar
daha sonra bu görüşlerinden çark edip kendi memleketinin manevi değerleri ile
göbek bağını koparmış olsa da, 1915 yılında yazdığı çok hoşuma giden bu
muhteşem makalesini, konumuzla alakalı olması hasebiyle sizinle paylaşmak
istedim: “Bu çirkin asrın yegâne süsü ve güzelliği sizin
çarşafınızdır!” “Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhitin yegâne süsü,
yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir.
Yalnız bunlardır ki gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzusunu veriyor.
Niçin onlardan müştekî/şikâyetçi gibisiniz? O mazrûfa, bu zarftan daha
muvâfık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl
giyinebileceğini düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül
edemiyorum. Siz bizim aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıskançlığımızın
mutî mahbûbeleri değil misiniz? Vücudunuzun şeklini alan bu
dilfirîb/cazibeli, alımlı mahbesi, sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz
ördük; bizim ihtimâmımız, bizim muhabbetimiz ördü.
Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazardan sakındık da böyle yaptık.
Yazık değil mi ki o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın!
Yazık değil mi ki, -ma’azallah- o gözlerin harîmine kolayca laubâli bir
yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın? Düşündük ki, belki bilmeyerek, belki
farkına varmayarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız belki,
bilâihtiyar/elde olmayarak birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir. Onun
için yüzünüzü örttük. Zira tebessümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz
anlıyor, biz biliyorduk. Gönlümüz onların öyle lüzumsuz yere heder
olmasına acıdı da, bir ipek mahfaza içinde muhâfazalarına lüzum gördü.
Çünkü siz hilkaten/yaratılış itibariyle müsrifsiniz, hazinelerinizin
bahasını bilemezsiniz; her şeyde bahil olan tabiat, bütün cömertlik
kabiliyetini size verdi, sizin kalbinize döktü, fakat öyle bir ifrat ile ki,
nihayet böyle bir tedbire ihtiyaç messetti.
Zaten insanların yegâne vazifesi tabiatın hatalarını tashihe çalışmak değil
midir? İnsanlar, kadınlara tahakküm ettikleri gündür ki tabiata gâlip
geldiler. Cemiyetlerin ve medeniyetlerin esasını bir erkeğin kıskançlığı
kurdu. Memleketlerden, vatanlardan evvel ilk müdafaa edilen kadındı.
Bana inanınız bütün bu evler, bu mâbedler ve bu şehirler sizin için
yapıldı ve sizin açıldığınız ve sizin kıskançlık mahbesini yıktığınız yerlerde
derhal evler yıkıldı, mâbedler harap oldu, şehirler çöktü.
Çünkü sizin mahbesleriniz o yerlerin surlarıydı, kaleleriydi. Niçin
başka cinsten (toplumlardan) kadınlara bakıp da başınızda garip mütâlealara
meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o
âleme girdiğim dakikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok
mu? unuttum bile... Siz niçin kendinizde herkesi unutmuyorsunuz? Söze
başlarken size demiştim ki, bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne süsü,
yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih
yaşamak için bu kanaat size kifâyet etmez mi?
Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız…
Bunlardır ki bana muhabbeti öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti,
memlekete muhabbeti öğretiyor, bâhusus memlekete muhabbeti… Zira sizin
bu örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki minarelerden ve o al râyetten/al
bayraktan sonra bu serseri ruha bir râz-âşinâ melce/dost, sığınak ve bir emin
mersâ/güvenli liman saadeti veriyor.
Peçenizin kudsiyetini şuradan anlayınız ki, bir yabancı elin ona
uzanması ihtimâli bile gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç
bilmeyen bu tembel ve yorgun ruhda, beldeler yıkacak, burcü bârûlar/kaleler
ve kuleler devirtecek bir ateş alevliyor. Gördünüz mü? Peçenizden
bahsederken, haşin adımlarla, yüksek surlar etrafında dolaşan bir eski
kahraman gibi söz söylemeye başladım. Belki bunların hiç birini yapmayacağım,
fakat emin olunuz ki şu dakikada çok samimiyim. Size, sizin
örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince kendimi her şeye kadir
farzediyorum.
Tarih, menâkıb-ı beşeriyeyi dolduran en büyük kahramanlıklar, bana birer
çocuk oyunu gibi geliyor. Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları
atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin ortasında asâlet ve zerâfete
yegâne dâl/delil ve âlâmet olarak, bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar
senelerden beri, insanlığı terzîl/rezil etmek için ve cemiyetlere
manzaraların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi
devirdiler. Bu gürûha peyrev olmak size yakışır mı? Ben sizi zamanların
ve insanların fevkinde, onların haricinde biliyorum. Siz mestûr ruhlardan
değil misiniz?
Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin İlâhı, sizi bu sıfatla sâir
mahlûkat arasında mümtaz kılmamış mıydı? Siz O’nun halkettiği cennetâsâ
âlemin meleklerisiniz. O, “Kitab”ında sizin isminizi zikretti. O vakitten
beri siz mukaddesat meyânına girdiniz. Artık ne hâle/bugüne, ne
mâzîye/geçmişe, ne de âtîye/geleceğe mensupsunuz. Yalnız unutmayınız ki, size
bu mertebeye bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim kıskançlığımız is’âd
etti/yükseltti.”
(Kânunuevvel 1331/ 1915 Aralık Yakup Kadri
Karaosmanoğlu)
Tesettürün Allah’ın kitabına ve Resülüllah’ın sünnetine değil de modaya
uydurulduğu, örtünme anlayışının değişip yozlaştığı günümüzde, Yakup
Kadri'nin "Çarşafa ve Peçeye Dair" başlıklı bu güzel yazıyı kaleme
almasına sebep olan o asil hanımefendileri tekrar görebilmek temennisiyle…
Fi Emanillah!
Mustafa ÖZŞİMŞEKLER
|