Diger Yazarlardan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Diger Yazarlardan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

SARIKLI SOSYALİSTLER ve MÜSLÜMAN KÜRTLER



Allah Rasulü (s.a.v)  insanları İslam’ın hakikatine çağırdı. Münafıklar (sureten) suretine, sahabe ise hakikatine inandı İslam’ın. Cahiliyye örfünden kopan ilk müslümanlar, bir hendeğe düşercesine düştü hakikatin kucağına. Hattab’ın oğlu Ömer olarak gelip, “İslam’ın oğlu Ömer” diye mezun oldular İslam okulundan. Hayata bakışlarıyla annesinden, babasından ayrılan; yeri, yurdu farklı olmasına rağmen ‘Lailâhe illellah Muhammedurrasulullah’ diyenlerle ‘bunyanûn mersus/kenetlenmiş bir yapı’ olan bir nesil yetişti. Mekke müşriklerini rahatsız eden de bu ümmet yapısıydı. Hz. Ebû Bekir’le köle Bilal b. Rabah’ı kardeş yapan İslam’a karşı imtiyazlarını koruyabilmek için savaş kararı aldı Mekke Parlamentosu. Bunun için Bedir’e, Uhud’a gittiler. Müşrikler, Yahudiler, Münafıklar bu yapıyı çökertmek için Hendek muharebesinde güç birliği yaptı, koalisyon kurdu. Medine’de farklı kabilelere mensup olan sahabe arasında “uhuvvet-i İslamiyye” güçlendikçe ırka dayalı cahiliyye yapısının çözülmesi hız kazandı. Bu durumu yarınları adına tehlikeli gören münafıklar önlerine çıkan her fırsatta, İslam’ın ortaya koyduğu Ümmet yapısını hedef aldı. 
 

Münafıklar Devrede 

Allah Rasulü’nün (s.a.v)  büyük uğraşılar vererek birleştirdiği yürekleri dağıtabilmek için Yahudiler bir koldan, Münafıklar ise bir başka koldan çalıştı. Bunun için Mureysî Gazvesi’ne münafıklar hiç olmadığı kadar büyük bir sayıyla katıldı. Zafer kazanılınca tedirginlikleri daha da arttı, Ensar-Muhacir kardeşliğini parçalayabilmek için habbeyi kubbe yapma hilesine başvurdular. Bir kuyu başında Sinan b. Veber el-Cuhenî ile Cahcah b Saîd arasındaki kavga, bir anda Ensar-Muhacir mücadelesine döndü. Sinan, “Ya lel-Ensar/Yetişin Ey Ensar”, Cahcah da “Ya LeKureyşin, Ya Le Kinane/Yetiş Ey Kureyş, Kinane! Neredesiniz!” diye seslendi (İbn İshak, et-Tabâkat, II, 64-5).
 

Büyük Oyun 

Ensar ve Muhacirin aşırı tahrik altında birbirleri hakkında sarfettikleri ifadeleri, İslam kardeşliğini parçalama noktasında kullanmak isteyen nifak cephesinin lideri Abdullah b. Übey, Ensar’a, “Hele bir Medine’ye dönelim o zaman en aziz olan (kendisini ve münafıkları kastediyor), en zelil olanı (Allah Rasulü’nü (s.a.v) ve muhaciri kastediyor) Medine’den çıkaracak.” dedi. Ardından da Ensar’a yönelip, “Bunu siz yaptınız! Onları yerlerinize siz yerleştirdiniz, mallarınızı onlarla siz paylaştınız. Bunun tek sorumlusu da sizlersiniz.” (İbn İshak, et-Tabâkat, II, 65) dedi. Tahrikin nihai noktasında ortam o kadar gerildi ki, Allah Rasulü   ve muhacir için, “Semmin kelbek ye’kulke/Besle köpeğini yesin seni.” gibi aşağılık cümleler bile kuruldu. Ne varki, Allah Rasulü’nün   tesis ettiği Ümmet yapısına en zor şartlarda dahi sadakat gösteren Ensar’ın imanı bu “büyük oyunu” bozdu. Baş Münafık İbn Übey’in hezeyanlarını onunla aynı kabileden olan genç sahabi Zeyd b Erkam Allah Rasulü’ne   bildirdi. Efendimiz konuşmaları tetkik etti. Sonunda münafıkları anlatan ve malum hadiseyi tasdik eden “Münafikûn Suresi” nâzil oldu. Münafıkların İslam millet yapısını parçalamak için yaptığı hamlelere karşı geliştirilen Nebevî Müdafaa, benzer durumlara sonraki zamanlarda nasıl karşı konacağı noktasında fevkalade canlı bir tecrübe, tam bir üsve-i hasene oldu.
 

Babasının Yolunu Kesen Sahabi 

Babasının Allah Rasulü   ile alakalı sarf ettiği cümlelere muttali olan Abdullah b Übeyy’in oğlu Abdullah, Efendimiz’in huzuruna çıkıp, “Eğer babamı öldüreceksen bunu bana emret, sana başını ben getireyim/İn Kunte failen fe Murnî bihi fe Ene Ehmilu ileyke ra’sehu” der. Abdullah’ın İslam Millet yapısının her nevi ırkı aidiyetten daha güçlü olduğunu resmeden teklifi üzerine Allah Rasulü, (s.a.v)   “Hayır babanı öldürmeyi kasdetmedim. Aramızda kaldığı müddetçe onunla iyi geçiniriz.” buyurarak genç sahabiyi teselli etti (Muhammed Rıza, Muhammedun Rasulüllah  , 279). Medine’de hiç kimsenin sevmediği kadar babasını seven Abdullah, Ümmet yapısını parçalamayı amaçlayan pederine karşı öfkesine hakim olamaz ve İslam ordusu Medine’ye yaklaştığı sırada Akik vadisinde atından inip babasının yolunu keser, devesini çöktürüp ona, “Kendinden başka ilah olmayan Allah Azze ve Celle’ye yemin olsun ki, ‘İnsanların en azizi Allah Rasulü (s.a.v), en zelili de benim.’ diye ikrarda bulunmadan seni salmam, Medine’ye giremezsin, der( İbn İshak, et-Tabâkat, II, 65; Kurtubi’, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, XVIII, 84). 

Abdullah b. Übeyy, karşısında kılıcını çeken, devesini çökerten oğlu Abdullah’ı bu halde görünce şaşırır. İslam düşmanı bir babanın karşısında, Allah Rasulü’nün (s.a.v) bağlısı bir oğul vardı ve babasını ölümle tehdit ediyordu. Sahabe bu manzarayı hayretle izlerken yanlarına Allah Rasulü    gelir ve “Yemin olsun ki, aramızda yaşadığı müddetçe ona iyi davranacağız. Bırak onu/da’hu” buyurdu (İbn İshak, et-Tabâkat, II, 65; Mübarekfurî, er-Rahîku’l-Mahtum, 303). 

Kıyafetiyle İslam’ın, Davetiyle Marksistlerin Yanında Yer Alanlar 

Bedir’de, Hendek’te, Müreysî’ Gazvesi dönüşünde İslam millet yapısını yıkamayan küfür cephesi hiç boş durmadı, geliştirdiği yeni senaryolarla İslam’ın yürüyüşünü durdurma çalışmalarına devam etti. Bu noktada kıyafetiyle Müslüman, hakikatiyle ise zındık olan pek çok isim tamir adına din tahripçiliği yaptı.


Nifak Oyunları   

Allah Rasulü (s.a.v), Medine’ye gelenlere bizzat kendisi, gelemeyenlere ise ashabıyla davasını tebliğ etti. Farklı ırklardan yeni bir millet yapısı ortaya çıkardı. Devleti o millet yapısıyla kurdu, Bedir’de zaferi onunla kazandı. Bütün siyaset merkezlerine, zulüm tapınaklarına kulluk çağırısında bulundu. Zalime, tağuta meydan okudu. Uhud’ta ağır darbeler aldıktan, en yakınlarını şehit verdikten, Hendek’te kuşatıldıktan kısa zaman sonra Bizans’a karşı sefer hazırlığına başladı. Hadiseyi maddi mikyasta değerlendirenler, “Muhammed’in Bizans’la hesaplaşma iradesi bir cinnet halidir.” demekteydi. Fakat O   tam bir tevekkülle ashabına, “Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz.”; ”Allah size yardım edince kim size galip olabilir?” ayetlerini okudu. Allah Rasulü (s.a.v) -harb meydanlarında aldığı darbelere rağmen- bütün stratejik planları altüst eden bir iradeyle Bizans üzerine yürüme kararlılığında geri adım atmadı. Bütün insanlığın kurtuluşu için sağına soluna bakmadan yürüdü,  atını yeryüzünün en önemli güç merkezlerine sürdü. O, bu meydan okuyuşu başlattığında ashabının en önemli dayanağı imandı. Sahabe imanla eşyanın da insanın da hakikatine vakıf oldu. Bizans’ı, İran’ı asli suretleriyle gördü. Dışı muhteşem, yüreği kokmuş bir uygarlık vardı karşılarında. Bu yüzden ürkmediler. Yürüdüler. 

Ümmet Birliği ve İman Kardeşliği - Mehmet Şevket Eygi

ÜMMET birliğini ve İslam kardeşliğini zedelememek için bütün Kur’an Sünnet Cemaat Müslümanları aşağıdaki hususlara ve inceliklere dikkat etmelidir. Maddeler halinde yazıyorum:

1. Sünnî kesime mensup iki âlim, iki fakih, iki şeyh, iki mürşid ilmî, tasavvufî bir konuda tartışırlarsa Müslüman halkın taraf tutmaması, ikisine de saygı göstermesi gerekir. Bir örnek vereyim, İmam Buhari hazretleri, İmam-ı Azam Hanefi Hazretleri’ni tenkit etmiştir. Biz taraf tutmayız, Ebu Hanife hazretlerini mezhep imamı(mız) olarak kabul eder kendisini çok sayar ve severiz, İmam Buhari hazretlerini de hadis konusunda imam kabul ederiz. 

2. İcazetli bir din âlimi, bir şeyh efendiyi tenkit ederse o şeyh efendinin müritleri terbiye ve vakarlarını bozmazlar, o âlime sövüp sayıp düşmanlık etmezler. 

3. İki muhterem şeyh efendi bir konuda ihtilafa düşseler ikisinin dervişleri tartışmalı konulara bulaşmazlar. 

4. Sizin çok muhterem bir şeyhiniz var, bir zat onu tenkit ettiğinde o tenkitçiye düşman olursanız fitne ve fesat çıkar. Ne yapacaksınız? “Bu tenkitçi zatın benim şeyhim konusunda nasibi yoktur…” diyerek fitne ateşini söndüreceksiniz. 

5. Ehl-i Sünnet Müslümanları arasında meşreb farklılıkları vardır. Meşreb farkı yüzünden Müslümana düşman olmak, kardeşlik bağlarını kopartmak ve olumsuz şekilde tartışmak çok yanlış olur. Nakşîlik ile Mevlevîlik arasında teferruata ait farklılıklar vardır, bunların kardeşlik hukukunu zedelememesi gerekir.  

6. İmana, İslam’a, Kur’ana, Sünnete, Şeriata hasbeten lillah hizmet eden bir üstadın sağlığında onun cemaati birlik içindeydi. Vefatından sonra ayrılmalar, parçalanmalar, çekişmeler görüldü. Birkaç  sene  önce Antalya’nın bir ilçesine gitmiştim, orada o büyük ve muhterem zata bağlı bir kardeşimizle konuşurken cemaat kaça ayrıldı dedim, “Yirmi iki şubeye ayrıldı…” cevabını verdi. Üç hafta önce Fatih’te bir mecliste sohbet edilirken “Filancalar yirmi iki parçaya ayrılmış” deyince oradaki bir zat “Kaç yirmi iki parça!” dedi. Yeni bir şey değil, tarih boyunca Müslümanların belini kıran en büyük âfet ve felâket bölünmek, birbirinden kopmak, olumsuz şekilde tartışıp çekişmektir. Bunu önlemenin yolu da her ne pahasına olursa olsun Ehl-i Sünnet Müslümanlarının birbirlerini meşreb farklılıklarına rağmen kardeş bilmeleridir. 

Sünniliğin temel prensiplerinden biri şudur: “Fasık veya facir olsun, Müslümanın ardında namaz kılınır” yeter ki onun fıskı, fücuru, bid’ati imanına ve namazının sıhhatine mâni olmasın. 

7. 1960’tan itibaren Sünni kesimde kasıtlı ve yapay hizipleşmeler ve düşmanlıklar oluşturuldu. Yakın tarihte ve şu anda İslamî kesimin ve hareketin içinde sürüyle casus, ajan, provokatör, yönlendirici, istihbaratçı, münafık, bid’atçi, reformcu; İbn Sebe’ler, Lawrence’lar Hempher’lar cirit atmaktadır. Bunlar,bir ve beraber olması gereken Ümmet-i Muhammed’i bin fırkaya ayırmışlar ve bol miktarda fitne tohumu ekmişlerdir. Tavşana kaç, tazıya tut derler. Maalesef dünya üzerinde aldatılması en kolay, aldatılmaya en yatkın halk Müslüman halktır. Hadis-i şerifte “Mü’min bir delikten çıkan (zararlı mahluk… yılan, akrep…) iki defa sokulmaz” buyuruluyor. Biz maalesef bin kere sokulsak akıllanmıyoruz. 

8. Müslüman halk dinî konularda, bilhassa Kur’an-ı Kerim konusunda tartışmamalıdır. Câhillerin Kur’an âyetlerini tartışmaları haramdır. Cahillerin kendi heva ve reyleriyle Kur’anı yorumlamaları haramdır. 

Sünni Müslümanlarla, Şiî Müslümanların da tartışmamaları gerekir. 

9. Alevilik İslamiyet’in bir fırkasıdır. Bir takım kripto Yahudiler, kripto Haçlılar Alevi postuna bürünerek Sünnilerle Alevileri birbirine düşman etmek istiyor. Bunların oyunlarına gelmemeliyiz. Köken ve inanç itibariyle Alevi olmayan bir zat kocaman bir kitap yazdı, ismi “Ali’siz Alevilik…”, böyle saçmalık olur mu? Belli ki bunda bir kasıt var. Türkiye gemisinde birlikte yolculuk eden Sünniler ve Aleviler sosyal barış ve mutabakat içinde olmazlarsa gemi tehlikeye girmez mi, Titanic gibi batmaz mı? 

10.  İki İslam ülkesinden  ülkemize petro-dolarlar geliyor, bunlarla Sünni Müslümanların müşrik ve kâfir olduğu  yahut Hz. Ömerin zalim ve münafık olduğu  propagandası yapılıyor. Maalesef bu konuda Müslümanları uyarması gereken bir takım muhteremler uyarma, aydınlatma, bilgilendirme, cerh ve iptal hizmetlerini yapmıyor.
 
Mehmet Şevket Eygi

http://www.gazetevahdet.com/yazarlar.htm

 

KUR’AN MÜDAFAASI - İhsan Şenocak Hoca Efendi


Ümmet Kur’an-ı Kerim’e hem bugünün hem de yarının sorunlarını çözen bir kitap olarak baktı. Her şeyi önce onda aradı. Okunduğu mekanlarda abdestsiz dolaşmadı. Bir hafız bir meclise girdiğinde yaşına bakmadan Kur’an-ı Kerim’e ihtiramdan hazirun ayağa kalkardı. Dedeler, hafız torunları önünde yürümekten haya ederdi. Namaz sonlarında hafızlar müezzinlikte Kur’an-ı Kerîm okurken, “sırtımız Allah’ın ayetlerine doğru olmasın.” diye yaşlılar bir yönlerini kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza karşı duracak şekilde otururdu. Onu okumaya muhatap olanları tebrik, okuyacakları da teşvik etmek için yapılan “hatim merasimleri”ne köyden, kasabadan, kentten insanlar akın eder, “ihtifal-i Kur’an”lar şehrayine dönerdi.
Harf ve Mana

Her alim Kur’an-ı Kerîm’i ayrı bir cihetten incelerdi. Nahiv onu anlamak, belağat onun güzelliklerini ortaya çıkarmak, usûl “ahkam-ı fıkhıyye”yi murad-ı ilahi çerçevesinde istinbat etmek için telif edilmişti. Boşanan aynı zamanda da çocuğunu emziren kadınların nafakasının örfe uygun bir şekilde babaya ait olduğunu bildiren (Bakara: 233) ayet-i kerimenin “ibaresi”nden annenin nafakasının babaya ait olduğu, “المولود له” deki ihtisas ifade eden “ل” harfinden de, çocuğun babaya mülkiyet bakımından değil nesep yoluyla ait olduğu ve bunun “nassın işareti”nden anlaşıldığı söylendi (bk. İbn Kutluboğa, Şerh-u Muhtasari’l-Menar, 99). Müfessirler, usulcüler, fakihler Allah kelamı olan Kur’an’ın harflerine de, hayatlarına dair hükümler çıkarılacak esaslar olarak baktı. Kelimat-ı Kur’an gibi, huruf-u Kur’an da inşaya, inkişafa vasıta oldu. Bazen bir müçtehit tek bir ayete takılıp sabaha kadar ondan pekçok hüküm çıkardı. Tefsirlerde, kıraat ederken nerede durmak gerektiğine, vakıfta, vasılda mananın nasıl olduğuna işaret edildi(bk. Nesefî, Medârik, II, 654). Muhteva itibariyle,

تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ  يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ

“Ona önünden de ardından da batıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir.”(Fussilet, 42) kıymetinde olması onu hem bütün kitaplardan ayırdı, hem de rasih alimler gözünde hiçbir kitaba nasip olmayacak derecede büyüttü. Okunmasına ihtifalle başlandı, ezberlenmesi, tefsiri, yaşanması şehr-i ayin tadında oldu.


Ondört Asırdır Kapanmayan Ofis: 
Kur’an Düşmanları “Ar-ge”si

Kur’an-ı Kerim’in ümmet için rükn-u şedîd olması, onun sarsılmasıyla İslam binasının çökeceğinin vehmedilmesi saldırıların öncelikle ona yönelmesine yol açtı. “Kur’an muarızları” yeryüzünün en uzun ömürlü “ar-ge”si olarak çalıştı. Bir proje elinde kalınca, diğerine sarıldı. 14 asırdır aynı kuruntuyla “Bu olmazsa, diğeri olur.” diyerek yeni iftiralar üretti.

Kur’an-ı Kerim’in talimatları, BM’ye ait bir karar gibi küresel güçlerin müeyyidesi ile değil, yüreklerin inkıyadıyla intişar etti. Sonra da her dönemin hakim güçleriyle hesaplaştı. Cahiliyye’den hesaplaşarak çıktı Kur’an. Diliyle “uydurma” diyenler, yürekleriyle ona iman etti. Hz. Ömer gibi muhalifleri gizli gizli Allah Rasulü’nün Kur’an okuyuşunu dinledi. “Madem insan sözü olduğunu iddia ediyorsunuz benzerini, o olmazsa on suresinin, o da olmazsa bir suresinin mislini getirin !” diye meydan okudu Kur’an. Şairler sustu, Mekke sustu. Müşrikler her sessizliğin ardında bir fırtına koparmak istedi, yeni bir umutla Allah’tan başka nisbeler arandı, bir mekr tutmayınca diğerine tevessül edildi, kalem ve kelam kifayet etmeyince kılıçlar kuşandı, Kur’an’ı susturmak için savaştı Mekke. Savaştı ve kaybetti. Bütün bunlar olurken diğer cepheden Kur’an’ın yüreklere başlattığı yürüyüş devam etti. Gün geldi, kalbiyle teslim olup, diliyle direnenler de onun karşısında diz çöküp iman etti.

Hiçbir asır ne Ebu Cehilsiz ne de cahiliyyesiz kaldı. Farklı zamanlarda, farklı içeriklerde Kur’an’a saldırlar hep devam etti. İbn Kuteybe (v. 276) “Te’vil-u Müşkili’l-Kur’an”ı, Bâkillani, (v. 403) “İ’cazu’l-Kur’an”ı, Kadı Abdulcebbar (v. 415) Tenzihu’l-Kur’an ani’l-Metain’i Ebu Cehil saldırılarını bertaraf etmek için yazdı. Her biri zındıkların saldırılara karşı Kur’an müdafaası yaptı. Zemahşeri, Razi, Beydavi, Nesefi’nin nahvi tahlillere sıklıkla yer vermesi, İ’rabu’l-Kur’an’la alakalı telif edilen eserler de

أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفاً كَثِيراً

“Eğer o Kur’an, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” ( Nisa: 82) ayetini tasdik sürecinde kaleme alındı. Ne var ki Kur’an’a saldırılar durmadı ya yeni yeni şüpheler üretildi ya da eski marazlar arşivden çıkarıldı. Geçen asırda Batı Müslümanlar karşısında siyasi, iktisadi bir zafer kazanmasına rağmen iman cephesinde mücadeleyi kaybetti. On üç asırlık mücadelede Nasranilik tevhid dini İslam karşısında büyük bir hezimet yaşadı. Rahbaniliği savunan kilise, rabbanilik diyen, “din ve dünya”yı bir bütün gören İslam’a Anadolu dahil pek çok dindaşının yaşadığı bölgeleri bırakmak zorunda kaldı. Batı böyle bir dinle siyaseten istila ettiği bölgelerde insanları İslam’dan koparıp, Hristiyanlaştıramayacağını bizzat gördü. Oryantalizm Kur’an-ı Kerim ve İslam etrafında şüpheler oluşturarak Müslümanların tesanüdünü, Kur’an’a ittibalarını koparmaya çalıştı.
Kur’an Etrafında Oluşturulan Şüpheler

Kilise, defalarca tahrif ettiği İncil’i, insanların İslam’a geçişini engelleyebilmek, “Dinse aradığınız, bizde de var.” diyebilmek, onları yanlışla oyalayıp, doğrudan alıkoymak için kullandı. Hristiyanlığın İslam hakkında ki sloganik ifadelerini/iftiralarını İslam dünyasında yaymak için yeniden organize oldu. Sömürü ve misyonerlikle yapamadığını, oryantalizm üzerinden gerçekleştirmeye çalıştı. Özellikle Batı kentlerinde lisans, yüksek lisans eğitimi gören gençlere İslam’ı kendi penceresinden anlatarak yerli oryantalizmin önünü açtı. İslam dünyasında Kur’an’ı uydurma, sahabeyi barbar, Müslümanları vahşi bir uygarlığın çocukları olarak gören bir güruh oluşturdu.

Oryantalistler, ibare ve ifadesinde tekrar, geçmiş zaman fiili yerinde gelecek zaman kipi kullanma, müfred yerinde “cem”i, müennes/dişil yerinde müzekker isim zikretme gibi hatalar(!) içeren Kur’an’ın ilahi olmasının iddiadan öte bir anlam taşımadığını söyledi. Bu nokta da pek çok oryantalist Kur’an’ı Allah’tan başkasına nisbet eden, “Kur’an’ın kaynakları” üst başlığında toplanabilecek eserler kaleme aldı(bk. Muhammed Hüseyin, el-Musteşrikûn ve’d-Dirasatu’l-Kur’aniyye, s.118, 120). Tarihi süreç içerisindeki saldırılardan daha kapsamlı olan oryantalist tahrif hareketleri muasır alimlerin reddiyeleriyle tesirsiz hale getirildi.
“Ben de Sizdenim” Konuşmaları

Batılılar işgalci kimliklerinden mütevellid nefretten dolayı Müslümanlar üzerinde istenilen anlamda tesir edemeyince, Müslümanlarla İslam arasındaki irtibatsızlığı yerli oryantalizme havale etti. Onlar da “Siyasi istikrarsızlığa son vermek, ümmeti istiladan ve geri kalmışlıktan kurtarmak, bilimsel çalışmaların önünü açmak” gibi içerden bir dil kullanarak, hamasi konuşmalar yaptı. Ne gariptir ki konumları ve ameliyeleri gereği küresel istilanın devam ve bekasına memur olanlar, millet huzurunda işgal karşıtı konuşmalar yaptı, makaleler yazdı. Bu durum tahrike yol açınca geri kalmışlığın bütün faturası modernistleri reddeden Müslüman halka kesildi. Millet, ifadelerin “halavetin”den kahramanın hakikisiyle sahtesini bir birinden ayırt edemedi.
Öğrencilerin İmanını Sarsan Bir İlahiyatçı: Mustafa Öztürk

Oryantalizm’in Kur’an’la alakalı iftiralarını aynısıyla tekrar eden, yer yer de bunu “kutsala zerre kadar saygısı olan söyleyemez” diyeceğiniz bir üslupla yapan maalesef ki Mustafa Öztürk gibi ilahiyatçılar var. Belki de bunlardan daha vahim olanı ise Öztürk’ün bu yazıları (ya da bir kısmını) hakemli dergilerde yayınlamış olması. Buna göre Türkiye’de “Kur’an uydurmadır.” diyen oryantalist Rudi Paret’i destekleyen başka akademisyenler de var demektir.

Öztürk’ün Kur’an’la alakalı kitaplarını okuyan birkaç öğrenci imanlarının büyük bir sarsıntı içerisinde olduğunu, eğer Öztürk’ün iddia ettiği gibi Kur’an, Ahdi Atik’ten iktibas edildiyse niçin aslıyla değil de kopyasıyla amel etmeye teşvik edildiklerini sordu. Öğrencilerin imanlarını sarsan Öztürk’ün biri, diğerinden iktibas olan kitaplarındaki “Kur’an’da lahn/hata” olduğunu iddia ettiği ifadeleri şu şekilde: 

1.ÖZTÜRK’ÜN KUR’AN’DA HATA VAR İDDİASI

“Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın Arapça değil “Rabça” olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn (hata) tartışmasına konu olan sorunlu ibareler de mevcuttur. Diğer bir deyişle, Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvîl de vardır. Azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Keza ayetlerin hecelerinde ses uyumu (seci/nesir kafiyesi) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin sonuna harf eklemek, harf düşürmek ve hatta “üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler’ şeklinde tercüme edilen وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ ve-meârice aleyhâ yezharûn (43/Zuhruf 33) ibaresinde olduğu gibi manaya katkısı bulunmadığı halde ayet sonuna aleyhâ yezharûn (üzerine çıktıkları/çıkacakları) şeklinde bir ibare eklemek gibi hususiyetler de mevcuttur.” (Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, 15-16).

Biz bu yazıda Mustafa Öztürk’ün Kur’an’da –haşa- lahn/hata olarak nitelediği yukarıda ki hususlara birer örnek vererek Müslümanların zihinlerinde oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izale etmeye çalışacağız.
Kur’an’da Gereksiz İfade Var mı?

'Bu Vatan Bölünmeyecek' - Cübbeli Ahmet Hoca Efendi

Mahmud Efendi Hazretleri söyledi
 
Biz Suriye’den gelen muhacirlere acıdık, kucak açtık onları vatanımıza kabul ettik. Bu yüzden Allah da bize acıyacak ve vatanımızı böldürmeyecek diye düşünüyorum. Mahmud Efendi Hazretleri de bana “Bölünme yok” diye konuştu.
Allah’ım bize güzel ensarlık yapabilmeyi nasip eylesin. Hükümetimiz bu işte hassas oldu. 
Gelenleri hep aldı, kabul etti, yerleştirmeye gayret ettiler. Bundan dolayı ben hep dua ediyorum. Hükümete de, özellikle Tayyip Bey’e çok dua ediyorum. Kaç milyon muhacir oldu. Maddi olarak da sıkıntı oldu. Bu duayı hak ettiler. 
Bakın teröristler bizim de vatanımızı bölmeye çalışıyor. Askerimiz, polisimiz canlarını vatan için, din için, Allah için feda ediyor. Ben öyle düşünüyorum ki bu hainler, bu şerefsizler bu vatanı böldüreceklerdi. İyi de bir plan yapmışlardı. Bölünme planları da hazırdı.  Ama biz acıdık, Allah da bize acıdı diye düşünüyorum. Bu muhacirlere, bu gariplere, bu fakirlere hükümetimizin, devletimizin kucak açmasından dolayı. 
KIYMETLİ ECDADIN TORUNLARI
Koca Almanya 60-70 bin kişi alırım diyor. Koca ülkeler 50-100 bin kişi zor alırım diyor. Onlar da senelerce ittiler, almadılar. Haberlerde durumları görüyorsunuz. Macaristan’da kameramanın yaptıklarını. Çelme takıp çocuğuyla giden mülteciyi düşürüyorlar. Çoluk, çocuğa tekme atıyorlar. Bir de bizim Türk askerinin karşılamasına, istikbaline bakın. Ben haberlerde sürekli takip ediyorum. Onların o çocukları kucaklarına almaları, sevmeleri, o sıcakta gelenlere su vermeleri, küçük çocukların ağızlarına su vermeleri, ailelere ikramları… İnsan evladı ya Türk askeri, insan evladı! Kıymetli ecdadın ahfadı yahu. Evlad-ı Fatihan yani. 
BİR GÂVURLARA BİR DE BİZİM ASKERE BAKIN
Onlar da orada güneşin altında, zor şartlarda saatlerce görev yapıyorlar. Yine de nasıl kol kanat geriyorlar, yediriyorlar, içiriyorlar, ikram ediyorlar. Son gördüğüm haberlerde ne kadar çok duygulandım.  Şu gâvurların yaptıklarına bak, bir de bizim askerlerimizin yaptıklarına. Elhamdülillah. Şimdi Allah-u Teâlâ bu vatanı bize bağışlamaz mı? Ben bağışlar diye düşünüyorum. Ve böldürmez ve böldürmeyecek. Ben Mahmud Efendi hazretlerine bunu sordum. Kaç ay evvel “Bölünme tehlikesi çıkıyor” dedim. Bana “Bölünme yok” dedi. Bu söz Allah’ın izniyle, Allah’ın sözüdür. Buhari’de, en sahih hadiste “Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum.” (Buhârî, Rikak 38.) buyuruyor. 
Böyle bir makamda Mahmud Efendi hazretleri. Tabi ki bu insan senin benim gibi normal bir vatandaş değil yani. “Bölünme yok” dedi. Biz o zamandan beri rahatız Elhamdülillah. 
KARŞINDA ERMENİ VAR
Bu Çözüm Süreci’ni çok kötü istismar ettiler. Hükümet iyi niyetle bu işe başladı, başlattı. Belki bir sulh olur, barış olur, salah olur diye iyi niyetle başlattı ama karşında Ermeni var, karşında zındık var, karşında İsrail var, Yahudi var. Karşında Müslüman Kürt yok ki. Geçen haberlerde rastladım. Adam haç çıkarıyor. 
PKK’lı geberirken haç çıkarıyor yahu. Müslüman Kürt olabilir mi bu? Haçla ne işi var bunun? Adamlar telsizlerden “1915’in intikamı alacağız” diyor. 1915 ne? Ermeni çetelerinin Osmanlı memleketinden tehciri, sürgün edilmesi. 
Yine Osmanlı memleketindeler ama yerlerinden tehcir ediliyorlar. 
Neden? Çünkü Erzurum’da, Kars’ta birçok şehirde, ilçede Müslümanları çoluk, çocuk hepsini şehit ettiler. 
Toplu mezarlara gömdüler, tecavüz ettiler. 
Bu Ermeniler neler ettiler, neler. Ayette öldürme izni de var ama ecdadımız öldürme tarafını tercih etmeyip, “Bari sürgün olsunlar da oradaki Ermeni çetelerinin yararlandığı bölgelerdeki düzenleri bozulsun” diyerek, altyapılarını dağıtmak için yaptı bunu Osmanlı ecdadımız. Haklıydılar, meşruydular. 
GiDECEK YERiMiZ YOK
Şimdiki PKK’nın ne alakası var bununla. Ben Kürdüm diyen adam “1915’in intikamını alacağız” diyor. Yani “Ben Ermeniyim” demek istiyor.  Müslüman Kürt’ün ne alakası var bu işle. O zaman Hamidiye alayları vardı. Osmanlı o bölgedeki Kürtlerden oluşturduğu askerlerle bu işi yaptı. Kürt askerler de Osmanlı’ya tabiydi. Osmanlı’da her sınıf vardı. Onların tehcirinde bu düzeni, bu nizamı Kürtler yaptı. Dolayısıyla burada Kürtlere bir zarar gelmedi ki. Ama adam “1915’in intikamı” diyor. Ha o zaman desene “Ben Ermeniyim” diye. 
SON VATAN PARÇASI
İşte Burhan Kuzu abimiz geçenlerde “Hepsi sünnetsiz” dedi. Tabi benim de bildiğim şeyler bunlar. Bizim Müslüman Kürt ile ne derdimiz olabilir? 
Ne alakası olabilir? Geçen bir sohbeti sırf buna ayırdım. “Bizde bu kelle varken, bunlarda da bu para varken çok şaplak yeriz” dedim. Çünkü gâvur durmuyor,  parasını pulunu sarf ediyor. Müslüman Türk milletini zaafa uğratmak, vatanımız böldürmek istiyor. Son vatan parçası burası. 
Biz buradan nereye gidebiliriz? Ben şahsen kaç defa hapislere girdim, çıktım. 3 defa girip, çıkmışlığım var. Başıma ne tehditler geldi. Hiçbir yere gidecek halimiz yok yani bizim. Bazıları gidebiliyor, edebiliyor. Ben çıkamam bu vatandan. Ne olursa olsun burada olsun. Ne yapalım yani? Tek vatanımız var. 
MAHŞER SABAHINA KADAR
Vatan sevgisi imandandır. Şimdi bu asker, polis vatanı müdafaa için canını veriyor, seve seve feda ediyor. 
Hadis-i şerifte “Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler (Allah ve melekler) de size merhamet etsin” (Ebu Davud, Edeb, 58; Tirmizi, Birr, 16) buyruluyor. Yerdekiler kim? İşte aç, açık,  muhacirler. Esed sürekli bombalıyor. Türkiye bunlara acıyor, Allah da bize acıyacak ve vatanımızı böldürmeyecek. İnşallah bu millet bu vatanda mahşer sabahına kadar İslam, Kur’an ile abad olacak. Biz buna hem dua edeceğiz dua ile kalmayacağız tebliğ edeceğiz, davet edeceğiz. Şehitlerimize destek vereceğiz. 
ÖLÜME TERK EDEMEZDİK
Suriye politikasını eleştirenleri eleştiriyorum. Çünkü mecbursun. Milyonlar kapıya dayanmış. Bunları almamak ölüme terk etmek demekti. 
Tayyip Bey’in açıkladığına göre 4 Milyar Dolar’ı geçmiş bunun maliyeti. 450 milyon Doları mı ne dışardan gelen yardımmış. Geri kalanın tümü bizim devletimizin, milletimizin imkânlarıyla yapıldı. Allah-u Teâlâ bu kadar merhamet eden bir devlete, bir millete bu kadar zeval vermeyecek inşallah. Ve bu millet bu vatanda kaim olacak, payidar olacak.
 
http://www.gazetevahdet.com/bu-vatan-bolunmeyecek-3531yy.htm
 
 
 

Muasır Bir İsmail Saib Sencer: Bayram Hoca

 
Bayram Hoca, muhakkik, muttaki bir ilim adamıydı. “Büyük hocalardan” ders okumuştu. Yıllarca Mahmud Efendi, Sadreddin Yüksel, Halil Günenç ve Mehmet Savaş gibi kudema bezmine ahirde gelen allamelerin ilim halkalarında bulunmuştu.
 
 
Bayram Hoca’nın ibare ve ifade vukûfiyeti ilim ehli tarafından takdirle karşılanırdı. “Kem aletle kemâlât olmayacağını” bilenler, Onda ders okumayı Allah Teala’nın bir ihsanı olarak telakki ederlerdi.
 
Muhterem Mahmut Efendi öğrencileri arasında Ona ayrı bir alaka gösterirdi. Yıllarca ders olarak okuttuğu İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin “Mektubat”ını okuyup, şerhetme görevini Ona vermişti. Sultan Selim Camii’nde Pazar sabahları, namazdan sonra akdedilen sohbet programının bir bölümünde gür sesi ve geniş müktesebatıyla yıllarca mektupları tercüme ve şerh etti. Bir ara haftanın her günü sabah namazlarından sonra İsmailağa Camii’nde de “Mektubat” dersleri vermişti.
 
Bayram Hoca, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nden bahsederken kendisini, Onun adını ağzına almaya layık görmez, ismini telaffuz etme yerine “Sultan” kelimesini kullanırdı. Mektubat derslerinde zamanla o derece uzmanlaştı ki bir çok hocanın okumaya dahi cesaret edemediği mektupları kürsüde şerhetti. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanımasına yol açtı.
 
Bayram Hoca “Mektubat” dışındaki kitapları okutma noktasında da “müşarun bi’l-benan/parmakla gösterilen” bir ilim adamıydı. Zira İstanbul medreselerinde takip edilen klasik eserlerin yanı sıra doğu-batı medreselerinde okutulan bir çok kitabıda okutmaktaydı. Yıllar önce Arapça kitap satan bir dükkanda karşılaştığım bir öğrencisine “hocanız akaitte ne okutuyor?” diye sorduğumda talebesi şöyle demişti: “Said Ramazan el-Buti’nin Kübra’l-yakîniyyâti’l-kevniyye’sini henüz bitirdik, nasip olursa Seyyid Şerif Cürcani’nin Şerhu’l-Mevakıf’ine başlayacağız.” Ne oldu, başladılar mı, başladılarsa ne kadar devam ettiler bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki o da bu devirde Şerhu’l-Mevakıf gibi kitapları okutabilecek hocaların sayısının iki elin parmaklarını geçmeyeceğidir.
 
Bayram Hoca etraflı bir literatür bilgisine de sahipti. O, neyi, nerede bulabileceklerini araştıran hoca ve öğrencilerin müracaat kaynağıydı. Ömrünü kitaplara vakfeden muasır bir İsmail Saib Sencer’di. Devlet kütüphanelerinin bir çoğundan daha büyük bir kütüphaneye sahipti. Buna rağmen durmaz, sık sık Sultanahmet’teki İrşad Kitapevi’ni ziyaret ederdi. Kitapevinde Onunla birkaç defa karşılaşmıştım. Yeni gelen kitaplara iştiyakla bakar, ilgisini çekenleri bir tarafa ayırırdı. Orada bulunan diğer kitap taliplileri, eserlerle alakalı istifsari sorular sorduklarında sözü alır, kitabın muhtevasından, tab’ eden yayınevlerine kadar ayrıntılı bilgiler verirdi.
 
Bayram Hoca iyi bir vaiz olmasının yanı sıra tahkik ehli bir ilim adamıydı. Seçiciydi; her bulduğu kitabı okutmaz, her gördüğü meseleyi anlatmazdı. Bu yüzden muhatapları sözlerini senet gibi güvenilir kabul ederdi. Söylenmesi gereken hakikatleri anlatmaktan da çekinmezdi. Bu yüzden son yılları hayli sıkıntılı geçmişti. Takdir belgeleriyle onurlandırılması gerekirken cami cami sürüldü.
 
Bayram Hoca’yı en son bu yılın Ramazan ayında görmüştüm/dinlemiştim. Fatih’te ikibinden fazla kişinin hazır bulunduğu bir camide teravih öncesinde vaaz ediyordu. O geceki konuşmasında Osmanlı Devleti’nden bahsediyor, Çanakkale başta olmak üzere diğer cephelerde tahakkuk eden Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem)in manevi yardımlarını anlatıyordu. Konuşurken ifadeler boğazında düğümleniyor, belli bir süre sonra kendini toparlayıp gür sesiyle “Cemaat! Bu topraklara sahip çıkın!” ifadesini tekrar ediyordu.
 
Ulemanın kıt olduğu nasibsiz bir asırda yaşadığından omuzlarında büyük sorumluluk taşımaktaydı. Eşine az rastlanır bir ilim ve gönül eriydi. Büyük adamdı. Dünyaya “elveda” derken de büyük adamlar gibi gitti.
 Kitapseverler, müşkili olan öğrenciler, vaazlarını takip eden cemaat Bayram Hoca’yı unutamayacak. Daha şimdiden özlediklerini söylüyorlar. “Sultan buyuruyor ki” deyişini, kürsüdeki celalli sesini, müeddep duruşunu, en zor metinleri rahat bir şekilde çözüşünü, siyonizme kafa tutuşunu ve istikametini özleyecekler…
 
Dr. Ihsan Senocak Hoca Efendi
http://www.ihsansenocak.com/muasir-bir-ismail-saib-sencer-bayram-hoca/
 

Takiyyeci İlahiyatçılar ve İslamcılar - Mehmet Sevket Eygi

Bazı ilahiyatçılardan ve İslamcılardan çok şikâyetçiyim. Onları Cenab-ı Hakka havale ediyorum.

Hem Müslümanlar kardeştir diyorlar, hem de Sünnî Müslümanlara takiyye ve kitman yapıyor, akidelerini meşreplerini gizliyorlar. 

Bunların bir kısmı koyu Mutezilîdir.  Mutezile fırkası, Ehl-i Sünnete göre bir dalalet=sapıklık ve bid’at fırkasıdır.

Onlar mademki, Mutezile fırkasının hak fırka olduğuna inanıyor, bunu biz kardeşlerine bildirmek, açıklamakla yükümlüdür. Bunu yapmıyorlar ve sinsice, kalleşçe Ehl-i Sünneti yıkmaya çalışıyorlar.

Bir kısım ilahiyatçılar Fazlurrahman fırkasındandır. Onlar da kimliklerini gizleyerek Ehl-i Sünneti yıkmaya çalışıyor.  Mutezile için bid’at ve dalalet fırkasıdır demiştim.  Fazlurrahman, Kur’andaki üç yüz küsur muhkem ayetin bugün geçerli olmadığını iddia ettiğine göre,  Mutezileden de öte, yoldan büsbütün çıkmış bir fırkadır.

Bazı ilahiyatçılar, Ebu Reyye ve Albanî gibi bozuk ve aşırı adamların peşine düşmüşler, Sünneti yıkmaya çalışıyor… Sünnet yıkılınca fıkıh elden gidecek, meydan bunlara kalacak…

Mezhepsiz ilahiyatçılar… Telfik-i mezahibçiler…  Bunların kemalisti bile var… 

Türkiye’de Mutezile fırkasını hortlatanlara soruyorum: Bu fırka doğruysa bunu Müslümanlara niçin mertçe, açıkça, samimî şekilde beyan etmiyorsunuz?

BOP’a hizmet eden, light ve ılımlı bir İslam türetmek için efendlerinin direktifleriyle faaliyet gösterenler kimlere hizmet ediyorlar acaba?

Mert ve cesur olsunlar ve çok açık konuşsunlar… Biz Ehl-i Sünnetten çıktık; Mutezilî, Fazlurrahmancı, mezhepsiz, telfikçi,  Ebu Reyyeci, Albanîci,  BOP’çu,  Kemalî olduk desinler… Bunu yapmadıkları müddetçe onların samimiyetinden şüphe edilecektir.

Ehl-i Sünnet camiası bunların oluşturduğu zararları def’, red, cerh, ibtal etmekte maalesef çok geç kalmıştır.

Bu adamlar Ehl-i Sünnetin Ümmet birliğini yıktılar.  Yeterli ve sağlam din kültürü almamış milyonlarca Müslümanın kafasını karıştırdılar… Hiçbirinin İmamet ve râşid Hilafet, biat ve itaat konusunda bir satır konuştuğu duyulmamıştır.

Zamanımızda öyle azgın ve aşırıya giden ilahiyatçılar vardır ki, İslam Şinasi kitabında “Allah (bazı baskılarında Huda yazılıdır) yek Janus-i hakikî est=Allah gerçek bir Janus’tur” (Janus iki çehreli bir Roma putudur) diyecek kadar zıvanadan çıkmış Ali Şeriatî’yi gençliğe bir İslam önderi, büyük bir mücahid olarak tanıtıyor.

Mutezilî, Fazlurrahmancı, Şeriatîci, BOP’çu, şucu veya bucu ilahiyatçılar  “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Biri dışında bunlar cehennemliktir. Necat bulup kurtulacak fırka benim ve Ashabımın yolundan gidenlerdir” hadisini çok iyi bilirler ama buna uymazlar. 

Bazı yoldan çıkmış ilahiyatçılar, bilhassa mübarek Ramazan aylarında büsbütün azıtıyor ve dinsiz gazetelere, din düşmanı TV’lere akıllara ziyan beyanlarda bulunuyor.

İmanın altı temel şartından biri olan kaderi inkâr edenleri bile vardır.

Onlar Ehl-i Sünneti, bozuk fırkalarla bir tutarlar.

Bendeniz bir Müslüman olarak onlardan çok bizarım, çok şikâyetçiyim.

Kendilerinden ilk isteğim samimî, açık, bir yüzlü olmalarıdır.  Mutezilî, Fazlurrahmancı, BOP’çu, Kemalî, mezhepsiz olduklarını niçin gizliyorlar? Bu, vahim bir ikiyüzlülük değil midir? 


 

Nişanlılar Dinen Birbirlerine Yabancıdır - Cübbeli Ahmet Hoca Efendi


Nişan hiçbir zaman nikâhtan bir parça değildir. Bu yüzden nişanlıların iki yabancı gibi mahremiyet kaidelerine titizlikle riâyet etmeleri, halvet olmamaları, kapalı yerde yalnız kalmamaları, telefon ve internet görüşmelerine yönelmemeleri, zarûrî birkaç görüşme yaptıklarında da lâubâlî davranmamaları ve birbirinin ellerini asla tutmamaları gerekir.

MAHREMiYET SAGLAMAZ

Burada şunu belirtmek gerekir ki, nişan hiçbir zaman nikâhtan bir parça olmadığı için nişanlıların dînen birbirlerine yabancılığı sürmektedir. 

Bu yüzden nişanlıların evde olsun, arabada olsun, umûmî gezi yerlerinde olsun iki yabancı gibi mahremiyet kaidelerine titizlikle riâyet etmeleri, halvet olmamaları, kapalı yerde yalnız kalmamaları, telefon ve internet görüşmelerine yönelmemeleri, zarûrî birkaç görüşme yaptıklarında da lâubâlî davranmamaları ve birbirinin ellerini asla tutmamaları gerekir. 

RASÛLÜLLÂH YALNIZ KALINMASINI YASAKLADI

Zira nişanlılık başkasının nişan yapmasına mânî olmak dışında iki taraf arasında hiçbir mahremiyet sağlamaz, dolayısıyla nişanlı çiftler arasında nâmahremlik devam etmektedir ki Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) birbirine nâmahrem olan iki kişinin bir yerde yalnız kalmasını şiddetle yasaklamıştır. 

Nitekim İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:   “Bir adam, beraberinde mahremi olmayan kadınla asla tenhâda kalmasın.” (Buhârî, et-Terğîb fi’n-nikâh:110, no:4935, 5/2005) 

Bilindiği üzere büluğa ermiş bir erkeğin mahremi olmayan yabancı kadınların avret yerlerine bakması câiz değildir. Kadının avret yeri ise el ve yüz dışındaki bütün bedenidir. 

Bu bakışın şehvetli veya şehvetsiz olması yâhut fitneye sebep olacak şekilde olup-olmaması netîceyi değiştirmez. Nitekim Allâh-u Te‛âlâ: “ Habîbim! İmanlı erkeklere de ki;  haramlara karşı gözlerini yumsunlar da sadece helâllere baksınlar ve tenâsül uzuvlarını zina ve livâta gibi haramlardan  korusunlar! 

İşte sana!  Günahlara düşüp kirlenmelerindense bu kendileri için daha temiz bir  hareketdir. Muhakkak Allâh onların kime bakmakta ve ne yapmakta olduklarının görünen-görünmeyen yönlerini hakkıyla bilen bir Habîr’dir. İmanlı kadınlara da de ki; gözlerini erkeklerin ve kadınların avret yerlerine bakmaktan yumsunlar ve tenâsül uzuvlarını  zinadan ve şehvetle birbirine sürtünmeden korusunlar.  Örf ve âdete göre, zorunlu olarak kendilerinden görünen  yüzler, ayaklar ve eller dışında ziynet  mahalleri olan vücutlarının diğer yerlerini meydana çıkarmasınlar” (Nûr Sûresi:30-31’den) âyet-i kerîmelerinde inanan erkek ve kadınlara gözlerini haramlardan sakınmalarını emretmiştir.

ZARURET MÜBAH KILAR

Şeriat kafa kesmek değildir - Cübbeli Ahmet Hoca Efendi

Biz Allah’ın gönderdiği her şeye iman ettik. Şeriat İslam demektir. Kur’an ve din ile eşittir. Dolayısıyla bunların birbirinden farkı yoktur. Sen bunu kafa kesmek, el kesmek diye korkutucu mahiyete bürüyerek, insanları nefret ettirip, soğutarak, sonra da kahrolsun diye bağırarak bir yere varamazsın.
Şeriat, İslam, Kur’an, din eşittir. Hepsi birdir. Şimdi millet İslam’ı namaz-abdest, şeriatı ise kafa kesmek, el kesmek zannediyor. Değil! İslam neyse şeriat odur, şeriat neyse İslam odur. Bunların birbirinden farkı yoktur. Bu yanlış anlayışa son vermek lazım.  Hırsızın kolunun kesileceği Kur’an’da Maide Suresi’nde sabittir. Bunu ben söylemiyorum. Bana inanmıyorsanız Diyanet’in mealini açın bakın. Orada da yazıyor. Bugün bunun tatbik edilmemesi ayrı meseledir. Senin ona inanman ayrı meseledir. Allah’ın hükmü bu. Sen buna inanıyor musun, inanmıyor musun? İnandım. Bitmiştir! 
KARAR MAHKEMENİN 
Tatbik etmek bizim elimizde değil. Zaten şahıslar bunu tatbik edemez. Olay mahkemeye intikal etmeli ve mahkeme bu kararı vermelidir. Şimdiki mahkemelerde böyle bir hüküm olmadığı için böyle bir karar veremiyorsa o bizi alakadar etmez. Kur’an’da bu var, biz buna inandık. Biz bunu anlatıyoruz. Yoksa gidipte hırsızın kolunu tut kes demedik ki sana. Senin yapacağın iş değil o. Zina yapana 100 sopa Kur’an’da var. “Sakın da acımayın” diyor. Bu ayeti kerime var. Biz şimdi bu ayeti inkar edebilir miyiz? Bu gibi şeylere şeriat deniliyor. Tamam ama aynı zamanda Kur’an bu. Kur’an’ın, İslam’ın içinde, dinin, kitabın ortasında. Şimdi bir hırsızın kolu kesilse memlekette hırsız kalır mı?!
650 SENEDE 30 VAKA
Osmanlı’da 650 sene boyunca sadece 30 civarı kol kesme vakası olmuş. Millet de kapısı, penceresi açık yatıyormuş. Şimdi her mahallede 30-40 tane hırsızlık oluyordur. Önlenemiyor ne yapacağız?! Anca hapishane yapmaya devam et. Adliye sarayı, hapishane, adliye sarayı, hapishane… Başka çare yok. Çünkü Allah-u Teala böyle buyurmuş. Zina da böyle buyurmuş. Ancak fertler bunu uygulayamaz. Bu mahkeme işidir. Şuandaki mahkemelerdeki maddelerde bu yok. Sen Allah’a tövbe, istiğfar et. Gidipte mahkemeye “Ben zina ettim. Bana 100 sopa vur” demene lüzum yok ki.
İNKÂR EDEMEYİZ
Siyasi cezalar, caydırıcı cezalar, engelleyici cezalar bakımından bu konu konuşuluyor. Şu anda bu yürürlükte değil. Yürürlükte olmaması bizim onu inkâr etmemizi gerektirmez. Biz “Allah’ın kitabındaki ayetler bunlardır. Kur’an’a, şeriata inandık” diyeceğiz.
Ha amel edebiliyor muyuz? Kısmen ediyorsun, etmiyorsun. Niye etmiyorsun? Mecburuz elimizde değil. Bazı şeylere zorlanıyoruz. O zaman mesul değiliz. Zorlayanlar mesul. 
İNSANLARA İLİM VERELİM
Ama elinde şeriatın hükümleriyle yaşama imkânı da var. Şeriat dediğimiz zaman affedersiniz tuvalete sol ayakla girilmesi de şeriattır. Tuvaletten sağ ayakla çıkılması da şeriattır. Hanımınla hayız halinde birleşmemek de şeriattır. Nifaslı kadınla cinsi münasebet yapmamak da şeriattır. Tuttuğun oruç, kıldığın teravih de şeriattır. Bu bir bütündür. Sen bunu kafa kesmek, el kesmek diye korkutucu mahiyete bürüyerek, insanları nefret ettirip, soğutarak, sonra da kahrolsun diye bağırarak bir yere varamazsın. Onun için insanlara ilim verelim. Doğruyu bildirelim. Casiye Suresi’nin 18. ayetinde şeriat kelimesi geçmektedir. Şeriat İslam demektir. Kur’an ve din ile eşittir. Dolayısıyla bunların birbirinden farkı yoktur. Biz Allah’ın gönderdiği her şeye iman ettik.
Şeriat dediğimiz zaman affedersiniz tuvalete sol ayakla girilmesi de şeriattır. Tuvaletten sağ ayakla çıkılması da şeriattır. Hanımınla hayız halinde birleşmemek de şeriattır. 
BiR FiL YETMEZ
Timur çadırını kurmuş, kavuruyor bütün Anadolu’yu. Köylere de bakmaları için birer fil vermiş. Nasreddin Hoca’nın köylüleri de o file bakmaktan aciz kalmış. Hortum gibi çekiyormuş. Her şeyi yiyip bitiriyor. Köylüler Nasreddin Hoca’ya gitmişler “Bu Timur senin adamındır. Sen bir şey söyle de bu fili alsın bizden. Biz bakamıyoruz” demişler. Nasreddin Hoca’da “İçinizden bir heyet seçin. Gelin birlikte gidelim. Bir şekilde mevzuyu açarız” demiş. Köylüler tamam demiş. Nasreddin Hoca önden köylüler arkadan düşmüşler yola. Yolda ilerledikçe Timur’dan korkularına köylüler yavaş yavaş dökülmeye başlamış. Dökülen dökülene… Nasreddin Hoca tam çadıra girecekken arkasına dönüp bir bakmış kimse yok. Neyse çadıra girmiş. Timur “Buyur hocam” demiş. Yedirmiş, içirmiş “Bir emrin mi var hocam” diye sormuş. 
Nasreddin Hoca’da “Bir fil daha istiyor bizim köylüler” diye cevap vermiş. 
KENDiNi ÜSTÜN GÖRME 
Komşuna, arkadaşına bakıyorsun “Bu 5 vakit kılmıyor,  Cuma’dan Cuma’ya gidiyor.Ben 5 vakit kılıyorum, o zaman evliyayım”  diyorsun.
Sahabelerin, evliyaların imtihanlarına, cihatlarına, gayretlerine bakıyorsun kendinin ne mal olduğunu anlıyorsun. “Ben neyim yahu? Şu zatlara bak, biz hiçbir şey yapamıyoruz” diyorsun. Kendini daha altta görüyorsun, hakir görüyorsun.   Sen ne yapıyorsun? Menkıbe kitaplarına, evliyaullahı anlatan kitaplara bakmıyorsun, komşuya, arkadaşa bakıyorsun. “Bu 5 vakit kılmıyor, Cuma’dan Cuma’ya gidiyor. Ben 5 vakit kılıyorum, o zaman evliyayım” diyorsun. 
AYAĞIN YERE BASSIN
Öbürüne bakıyorsun sünnetleri kılmıyor. “Ben sünnetleri de kılıyorum, Kutbul Aktab olacağız az daha” diyorsun. Pazartesi, Perşembe oruçlarını da tutarsan Ğavs sensin o zaman dünyada! Mübarek çıktıkça çıktın. Hele bir ayağın yere bassın. Bu kadar evliya, ulema var. Bu alemde Allah’ın ne velileri, ne dostları var. 
Sen onların yanında nesin yani?! Sen niye alta bakıyorsun, yukarıya baksana. Kendini hakir görsene. Onun için Allah-u Teala bizi bize tanıtsın. Bizi bize bildirsin. 


Kaynak: http://www.gazetevahdet.com/seriat-kafa-kesmek-degildir-1027yy.htm

Hayatın İslam'a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası




İslam coğrafyası yaklaşık iki asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî ve iktisadi buhranlara da kaynaklık eden bu iklim, İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle, Batı’nın buyurgan aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir.

İslam ümmeti, tarihi süreç içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, İmam Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu âlimlerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de yegâne yoludur.

Ehl-i Sünnet’in yeniden inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu, Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu, sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak gerekir.[1]

Bazı çağdaş araştırmacılar, Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu” algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2]

Oryantalizm ise, İslam coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3]

Bu kurgu bazı müslümanları da etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan, geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba şeklinde anlaşılmıştır.”[4]

Ehl-i Sünnet’i dogmaların mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe); mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’ (Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm temsil etmektedir.

Merkez meselesini Ehl-i Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aranacaktır.


I. TARİHİ SÜREÇ

Ehl-i Sünnet’in[5] kavram olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6]

Konu ile alakalı rivayet ve değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v. 131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır.

Yukarıdaki ifadeler Ehl-i Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14]

Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken; Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı.

Yukarıdaki ifadelerin bir hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir.

Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur.

Akideden Ameli Hayata Ehl-i Sünnet