Dünya milletlerinin
ırkının kölesi olduğuna inanan Yahudi’nin varlık felsefesi “öteki” olarak
gördüğünün ezilmişliğinden beslenir. Siyasi hamleleri de ötekileştirdiği
milletleri sömürme üzerine ibtina eder. Yahudilik; “Sapık bir akide”den doğan
hasta bir dünya görüşüdür.
Yahudi’deki bu
hastalığı görmeden onu insanlığın hizmetinde bir millet olarak kabul etmek,
siyasi varlığını meşru addetmek nâmütenahi sorunlara yol açar. Müslüman’ın
dünya görüşü “sahih bir akide” üzerine ibtina ettiğinden temsil ettiği dinin,
hiçbir millet üzerinde “yan etkisi” olmaz. O, tatbik edildiği bütün millet
yapılarına “mutlak fayda” getirir.
Bütün resuller gibi
Allah Rasülü de İslam’ı tebliğe, zihinleri “sahih akideyi” kabul eder hale
getirerek başladı. Mekke’de bütün muhataplarını “muhacir” olarak mezun veren
bir akide mektebi kurdu. Sahabe, İslam’ın esası olan kelime-i tevhidinin
birinci cüzünü yani “Lâ ilahe…”yi söyleyerek cahiliyyeden kalma bütün
hastalıkları kustu. Tevhidi muzahrafattan temizlenen zihinlere emanet etti.
Emir ve nehiyler o tertemiz zihinlerde neş u nema buldu. Allah Resulü, önce
yürekleri sonra sokakları teslim aldı.
Tahliye
Allah Resulü’nün
sahabenin zihin dünyasını beşeri kirlerden tahliye etmedeki muvaffakiyeti
akidede kabul edilen İslam’ı, ictimaî alanda örflere mahkum olmaktan kurtardı.
İslam Yahudilik ya da Hıristiyanlıkta olduğu gibi uygarlıklara kurban edilmedi.
Bu durum namaz kılan fakat açık dolaşan kadın ya da zekat veren fakat faiz alan
Müslüman suretlerinin ortaya çıkmasına mani oldu. Kur’an-ı Kerim, “tesettür
ilahi buyruktur.” deyince, Medine’de ki kadınlar evlerine kadar açık yürümeyi
ilahi emre isyan olarak gördü ve oldukları yerde kapandı. Ayet, “İçkiden vaz
geçtiniz değil mi?” dediğinde Medine’deki evlerde su gibi içki tüketilmekteydi.
Evindeki içki küpünü alan sokağa çıktı, dökülen küplerden dolayı sokaklar
saatlerce içki aktı. Allah Resulü; “Kim ırkçılığa çağırır, onun için savaşır ve
o yolda ölürse benden değildir” buyurdu. Önceden ırkının üstünlüğü meselesini
konuşmayı bile zaid gören sahabe, başka bir millete aidiyetinden dolayı
aşağıladığı siyah Müslümana, “Ey siyah kadının oğlu! Siyah ayaklarınla başımı çiğnemeden
secdeden kalkmam.” diye özür beyan etti.
Akaid Rükün, Fıkıh
Muhafız
Beşerî hukuk
sistemleriyle İslam, tam bu noktada birbirinden ayrılır. ABD’nin 1916-33
yılları arasında yüzlerce adalet sarayı, binlerce hukukçu, on binlerce polisle
milyonlarca dolar harcayarak, binlerce insanı hapsederek, yüklü miktarda para
cezası keserek yasaklayamadığı içkiyi İslam, üç aşamada önce yüreklerden sonra
da bütün bir cemiyetten silip kaldırdı. İmanla ruhları teskin ve tanzim edilen
sahabe yasağa, “işittik ve itaat ettik” şeklinde karşılık verdi. Fıkıh cemiyete
muhafız, akaitte fıkha rükün oldu.
İnsana ait olan
beşeri hukuk sistemleri, onlarca müessesenin katkısı ile vucud bulur yine de
uygulamada istenilen netice alınamaz. İslam ise, Hz. Peygamber’e, “sihirbaz, kahin,
mecnun” diyen mühürlü yüreklerin önce kilidini açar, içlerini tahliye eder
sonra da ayet ve hadisten istinbat edilen ahkam-ı fıkhıyyeyi onların cemiyetine
tatbik eder. Bunu yaparken ne de beşeri hukukta olduğu gibi kamuoyu desteği
almak için anketler yapar ne de millet içinde ona karşı gayri memnunlar taifesi
oluşur.
İMAN- HÜKÜM
Batı hukukunun inşa
faslında belirleyici olması gereken kilise, kendini manastıra hapsettiğinden
cemiyeti tayin vazifesinde görev almaz. İslam’da ise iman üzerine ibtina eden ve
imanla korunan her bir hüküm, esas itibariyle Allah’a ve Resulü’ne aittir.
Bunun içindir ki Maide suresinde “yol kesenler”le hırsızların cezasından
bahseden ayetler (33-38) arasında “takvayı, Allah Teala’ya ulaşmaya vesile
aramayı, Onun dinini yüceltmek için yolunda cihad etmeyi” (35) emreden ayet-i
kerime yer alır. Kur’an-ı Kerim bu tasarrufla, iki suçu önleyecek hükmün, ancak
Allah’a iman eden “muttakiler” toplumunda olabileceğine işaret eder.
İsra Suresi’nde yer
alan, ”Beşeriyetin Kurtuluş Beyannamesi” (22-39) de “tevhit çağrısı” ile başlar
ve yine “tevhit”le son bulur. İlahi talimatların küfre ait bütün değerleri
zihinden tahliyeye davetle başlaması Müslümanın “muvaffikiyet ufkunu” açar. Ona
nereye doğru nasıl yürüyebileceğini gösterir. Zihnini tahliye eden Müslümanın,
hayatında Arap-İslam, Türk-İslam, Kürt-İslam gibi sentezlere sebep olacak bir
maraz kalmaz. Çünkü tahliye, küfrün esaslarını bütünüyle tasfiye eder.
İslamî hükümleri
tatbik etmedeki muvaffakiyet yolu, iman-amel sistemini dikkate almaya bağlı
olduğundan Müslüman, her durumda buna riayet etmelidir. Aksi ise Beşeri Hukukta
olduğu gibi cemiyeti, suç ve ceza denklemine mahkum eden bir kanun devletine
dönüştürür. Kanun devletleri, vicdanları manastırlara, manastırları da
papazların hevalarına mahkum ettiğinden adaletin tahakkukuna vasıta olamazlar.
Ne sokakları koruyabilir, ne de millet malını himaye edebilirler. Bu yüzden her
gece sabahlara kadar şu kadar polis sokaklarında devriye atar.
Zina; Milletlerin
Felaketi
Kur’an-ı Kerim, hem
iman-hukuk birlikteliğine hem de peşpeşe gelen hükümler arasında münasebete
riayet eder. Bu yüzden açlık korkusuyla çocuk öldürmeyin (İsra: 31) ayeti ile
“Haksız yere cana kıymayın” (33) ayetleri arasında “Zinaya yaklaşmayınız.”
talimatını koymuştur.
Neden Allah Azze ve
Celle, “Çocuklarınızı öldürmeyin” ve “Cana kıymayın” talimatları arasına,
“Zinaya yaklaşmayınız.” buyruğunu koymuştur? İslam’ın beşeri hukuk
sistemleriyle ayrıldığı temel hususlardan biri olan bu tanzim, aslında şunu da
söylemektedir: “Bir şehvet giderme vasıtası olan zina, insanları ve hatta
milletleri yok eden bir felakettir. O kadar büyük bir felakettir ki kaç felaket
şekli varsa zina hepsine taliptir. Bu yüzden insanı yaratan ve onu korumanın
usul ve esaslarını tayin eden Allah Azze ve Celle, “Zina etmeyiniz” yerine;
“Zinaya yaklaşmayınız.” buyurmuştur. Çünkü zina, hem ferdî hem de içtimaî
anlamda bir katliamdır.
Zina, ferdî anlamda
bir katliamdır, çünkü gayri meşru yoldan kazanılan çocuklar ya kürtajla
hakikaten ya da doğduktan sonra hükmen öldürülür. Cami önüne ya da izbe bir
yere bırakılan her çocuk hükmen ölüdür. Onlar, varken yokluğa mahkum edilen;
“İnsan yığınları içerisinde ki kayıp zavallılardır.” Bu yüzden fıkıh dilinde
onlara “Lakît/buluntu” denir. Yani bir eşya gibi kaybedildikten sonra bulunan
varlıklardır onlar. Lakît büyür, toplum içine karışır fakat zina mahsulü olması
onu hükmen ölü olmaya mecbur eder. Horlanır, hakir görülür. Yaşayan ölü
olmaktan, varken yok gibi muamele görmekten kurtulamaz.