A´dan Z´ye… ا´den ي´ye… Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken, kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olan ve sonu Cennete varan bir yoldur İlim✦Amel✦İhlas
Büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en meşhûrlarından. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbanî, Sultân-ı evliyâ, Kutb-i a’zam, Bâz-ül-Eşheb gibi lakâbları vardır. 470 (m. 1077) senesinde İran’ın Geylân şehrinde doğdu. Bu sebeple de Geylânî denilmiştir. 561 (m. 1166)’de 91 yaşında iken Bağdad’da vefât etti.
“İnne bi iznillahi sultân-ür-ricâl, Câe fî aşkin, teveffâ fî kemâlin.” “Şüphesiz ki, insanların sultânı “aşk” ile geldi, “kemâl” ile vefât etti” ma’nâsında söylenen beyitte; “aşk” kelimesi ile ebced hesabına göre (470) doğum târihi ve “kemâl” kelimesi ile de 91 sene olan ömrüne işâret edilmiştir. Türbesi Bağdad’dadır. Babası Ebû Sâlih bin Abdullah’dır. Abdülkâdir-i Geylânî doğduğunda, babası 60 yaşında idi. Annesi de yaşlı idi. Annesi, Fâtıma binti Ebû Abdullah Seyyidedir. Ümm-ül-hayr, Amînet-ül-hayr lakâbları vardır. Babası, Hazreti Hasen’in oğlu olan Hasen-i Mü’sennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Bu Abdullahın annesi, Hazreti Hüseyn’in kızı Fâtıma’dır. Hem baba tarafından, hem de ana tarafından Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) soyundan olup, hem şerîf hem seyyiddir. Annesi ve babası evliyâ idiler. Abdülkâdir-i Geylânî, fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Tasavvufta ise çok yüksek bir evliyâ ve mürşid-i kâmillerin en başta gelenlerindendir.
Iyaz b. Musa ebu’l Fazl el Yahsubi es Sebti el Maliki, meşhur ismiyle Kadı Iyaz, 1083’te Septe’de doğmuş ve özellikle fıkıh, hadis sahasında tanınmış bir İslam alimidir. Maliki mezhebine müntesiptir.
Septe’de başladığı ilim tahsiline 1114’te gittiği Kurtuba’da devam eden Kadı Iyaz, burada hadis ilmiyle meşgul olmuş, Ebu’l Valid İbn Rüşd gibi hocalardan ders almıştır. Maliki mezhebini benimsemesi de bu aşamalara tevafuk etmektedir. Gerçi bulunduğu çevrenin de Maliki mezhebine müntesip olması, onun için böyle bir tezahürü gerekli kılmış olabilir.
Bir müddet sonra tekrar Septe’ye dönen Kadı Iyaz, burada yaptığı kadılıktan dolayı kendisine bu meşhur lakab verilmiştir.
Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salat ve selam Adnan oğullarının efendisi, seyidimiz, efendimiz, habibimiz, Allah katındaki en büyük şefaatçimiz olan Hz. Muhammed’e ve O’nun yüce âline, ashabına ve kıyamete kadar O’na tabi olanların üzerine olsun.
Bu makale, İslam’ın önde gelen imamlarından, din büyüklerinden birinin çok geniş bir araştırmaya dayanan özlü bir siret çalışmasıdır. Kendisinin Rasulullah nezdinde önemli bir mertebesi ve Müslümanların kalbinde büyük bir yeri vardır; özellikle de Hicaz ve Türkiye Müslümanlarının kalbinde. Kendisi İslam Tarihinde de çok mühim bir yere sahiptir. Bu zat Rasulullah’ı evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensari (radiyallahu anh)’dır. [2]
Araştırmam neticesinde gördüm ki Ebu Eyyüb(radiyallahu anh) çok yönlü bir şahsiyet ve kendisinde Rasulullah’ın ashabının çok azında bulunan hasletler ve menkıbeler vardır. Onun İslam’a ilk giren sahabilerden biri olduğunu görüyoruz. Rasulullah’ı misafir eden sahabi olarak temayüz etmiştir ve sahabe’nin önde gelenlerinden biridir. Rasulullah’a olan yakınlık bağı, Kur’an’ı cem’i ve hadisleri ezberlemesi zikredilmeden geçilemez. Kendisi Rasulullah’ın en seçkin sahabilerindendi. Bu ve benzeri özelliklerinin yanında çok üstün ahlaki vasıflara sahip, rabbani, kamil bir İslam eğitimcisi ve müderrisi idi.
Yusuf Ünlü,oğlu Cübbeli Ahmet Hoca Efendi'yi anlatıyor..
“Ahmet, 27
Şubat 1965 yılında Fatih Çarşamba’da dünyaya geldi. Ahmet’in doğduğu ve
çocukluğunun geçtiği ev, İsmailağa Camisi’ne çok yakındı. O, henüz üç yaşlarında
iken benimle birlikte İsmailağa Camisi’ne gidip gelmeye başladı. O kadar küçüktü
ki, bazi cami cemaati, Ahmet’i camiye getirmememi istiyordu. “Bu yaşta çaocuk,
camiye getirilir mi?” diyorlardı. Ezan okunduğunda evden çıkmamla beraber peşime
takılır, beraberce camiye giderdik.
İsmailağa Camii o zamanlar bu derece
yoğun ilgi odağı değildi. Mahmut Hocaefendi’nin cemaati bugünkü gibi olmadığı
için, namaz sonlarında onunla oturup mihrapta muhabbet eder, beraberce camiden
çıkardık.
Yine bir gün namazdan sonra camien, Mahmut Efendi ile brilikte
çıkıyorduk. Karlı bir hava vardı ve eski İsmailağa Camisi’nin merdivenleri buz
tutmuştu. Efendi Hazretleriyle beraber merdivenlerden iniyorduk. Yaklaşık olarak
dört yaşlarında olan Ahmet’te yanımızdaydı. Ahmet bir anda elimden fırladı, o
buzlu merdivenlerden kayarak yere düştü. Ben o sırada Ahmet ‘i tuttum ve ona
sitem ettim. Sitem edince , Efendi Hazretleri dedi ki : -Sen ona fazla
kızma, onun terbiyesini bize bırak, zira biz ona gerekli terbiyeyi öğretiriz,
dedi. İsmailağa Camii Şerifi Ahmet’in ikinci evi olmuştu. Efendi Hazretleri’nin
de manevi himayesine girmişti. Evde olmadığı zamanlarda başka yerde aramamıza
gerek yoktu, biliyorduk ki Ahmet Camidedir.
Cübbeli Lakabı
O zamanlar caminin karşısında terzi Fahri Efendi vardı. Fahri
Efendi, bizzat Efendi’nin hizmetinde bulunurdu. Küçük Ahmet ilk ilim tahsilini
Fahri Efendi’den aldı. Fahri Efendi’nin de küçük Ahmet’in Yaşlarında bir oğlu
vardı, bir de aynı mahallede bir doktor komuşuları vardı, onun da aynı yaşlarda
bir oğlu vardı. Bu üç çocuğa Fahri Efendi ders vermeye başlamıştı. İşte küçük
Ahmet ‘in ilk ilim tahsili bu şekilde başlamış oldu.
Küçük Ahmet o
dönemlerde cübbe ve sarığa çok meraklıydı, annesinin nazmazlığını alıp başına
sarar, namaz kılardı. Kibrit kutusundan cami yapar, çöplerinden de cemaat yapar
ve onlara namaz kıldırırdı. Fahri Efendi’den ders aldıkları sırada, doktorun
oğlunun da adının Ahmet olması üzerine, Fahri Efendi bu iki çocuğa hitap etmede
karışıklık olmasın diye, Bizim Ahmet’e “Cübbeli Ahmet” ismini koydu. O gün
bugündür, Ahmet Hoca “Cübbeli Ahmet “ diye anılır oldu.
Küçük Ahmet
çocukluk yaşlarından itibaren cübbe giymeye başladı, o zamanlar cübbe şalvar
giyilmediğinden bu kadar küçük bir çocuğun cübbe giymesi çevrede dikkat
uyandırıyordu.
Dedesinin etkisi
Ahmet’in yetişmesine ve manevi iklimlerde dolaşmasına dedesi Cahit
Beyin de çok büyük katkıları olmuştu. Dede Cahit Bey torununa geçmiş ümmetlerin
kıssalarını, Peygamberimiz Sallelahü Aleyhi ve Sellem’in hayatını ve geçmiş
büyüklerin menkibelerini anlatırdı. Ahmet, dedenin bu anlattıklarını büyük bir
dikkatle dinler, ara sıra dedesine sorular sorardı. Bazen dedesinin
anlattıklarının etkisinde kalır, duyduklarını uygulamaya çalışırdı.
Küçük Ahmet, akranlarından çok farklı hareketler içinde olup, araştıran
ve çok soru soran bir karakter sergiliyordu. Kendinden büyükleri muhatap alır,
onlarla konuşur, sorular sorar cevaplarını almaya çalışırdı.
Oyun
oynadığı arkadaşları kendisinden büyük olmasına rağmen, her oyunda arkadaşlarına
öncülük ederdi, o tarihlerdeki bu hareketleri onun ileride bir lider olacağının
habercileri idi. Bir gün ağlayarak eve gelir. Annesi: - Oğlum niçin
ağlıyorsun? diye sorar. - Arkadaşlarım bana sünnetsiz diyorlar, ben sünnet
olacağım. Annesi durumu izah etmeye çalışmışsa da, küçük Ahmet ikna olmuşa
benzemez.
Evde kimsenin olmadığı bir gün; Ahmet, sünnetçi Sadettin
Efendi’yi eve getirmiş ve sünnetini yaptırmış. Annesi eve geldiğinde bir
süprizle karşılaşır, Ahmet sünnet olmuş yatıyor, sünnetçi Saadettin Efendi’de
baş ucunda bekliyor”.
Okul Yılları
Okul çağına geldiğinde, bir taraftan Kur’an Kursuna devam ediyor,
diğer taraftan da Yavuz Selim İlkokulu’nda öğrenimine devam ediyordu. İki tarafı
da başarı ile devam ettiriyordu. Ahmet, ilkokul dördüncü sınıfta okuyordu.
Annesi küçük Ahmet'in okula gitmediğini, bazı günlerde okuldan kaçarak İsmailağa
Camisi’ne gittiğini tespit eder. Durum baba Yusuf Ünlü’ye bildirilir. Baba
oğlunu karşısına alır ve niçin okula gitmediğini sorar.
Ahmet’in cevabı
enteresandır. - Okula gidiyorum, bazen erken çıkıp camiye gidiyorum. Okulda
bana öğretilenleri biliyorum, öğrenmek istediklerimi camide
öğreniyorum.
Resul Bölükbaş Hocaefendi
Baba Yusuf Ünlü anlatıyor:
- "Bir gün Yavuz Selim İlkokulu’na gittim, Ahmet’in öğrenimi
hakkında öğretmenlerinden bilgi alacaktım. Okul müdürü Ahmet’in ders hocasını
çağırdı ve bizi hoca hanım ile tanıştırdı. Ben hoca hanıma Ahmet’in durumu
hakkında bilgi almak için geldiğimi söyledim ve Hoca Hanıma: - Edindiğim
bilgiye göre Ahmet’in okula devamsızlığı varmış dedim. Hoca Hanım bana: -
Sizin yanlışınız var, o okula her gün geliyor, dedi. Ben annesinin şikayetçi
olduğunu, hatta bugün sıkı tembihte bulunduğumu söyleyince, Hocası: -
Ahmet okula geliyor, isterseniz buyurun sınıfıma gidelim, çocuklarla konuşun,
dedi. Bunun üzerine biz de sınıfa gittik, hoca hanım beni çocuklara
tanıttı: - Mahmut’un babası gelmiş, dedi çocuklara. Okulda ona Mahmut
diyorlardı. Çocuklar hep bir ağızdan: - Hocamızın babası diye yüksek ses ile
bağırdılar. O sırada beni hayli duygulandıran bir hadise oldu. Bir çocuk
gelerek, benim pardösümden tuttu ve bana: - Amca! Mahmut var ya, bana
Allah’ı, Peygamberi tanıttı dedi. Hoca Hanım diğer çocuklara,
Mahmut’tan memnun olup olmadıklarını, okula devam edip etmediğini sorduğumu
söyledi. Gene çocuklar hep bir ağızdan: - Memnunuz, o bizim hocamız diye
bağırmaya başladılar. Hoca hanım bana : - Mahmut’un devamsızlığı yok ama,
çok konuşuyor. Bütün çocuklara burada din dersi veriyor, oğlum sus diyorum,
biraz susuyor sonra gene başlıyor anlatmaya dedi”.
Baba Yusuf Ünlü’yü dinlemeye devam edelim: -
“Ben o yıllarda, şimdi rahmetli olmuş ismini vermek istemediğim bir hoca
efendinin sohbetlerine katılır, ses kasetlerini eve getirir, ailece hoca
efendinin sohbetlerini teyp kasetinden dinlerdik. Yine bir gün evde hoca
efendinin vaaz kasetini dinliyorduk, Ahmet’e: - Gel evladım sende dinle, hoca
efendi ne güzel vaaz ediyor dedim. Biraz dinledikten sonra Ahmet’in bize verdiği
cevap hepimizi şaşkına çevirdi: - Bu hoca anlattığı ile amel etmiyor baba
dedi. Neden? diye sordum: - Yok! Bu anlattığı ile amel etmez dedi ve koşarak
evden çıktı. Aradan zaman geçti, okullar tatile girdi. Ailece tatil yapmak
için Yalova Termale gittik . Tevafuk bu, orada bu hoca efendi ile karşılaştık.
Ben, Ahmet’e hocanın elini öpmesini söledim, bunun üzerine gelip hocanın elini
öptü ve hocaya dedi ki : - Hocam, çok güzel konuşuyorsunuz maşallah, babam
bir kasetinizi dinletti, çok güzel konuşuyorsunuz ama, anlattıklarınız ile niçin
amel yapmıyorsunuz? diye sordu. Hoca bir anda böyle bir soru ile karşılaşacağını
beklemediğinden çok şaşırdı ve : - Evladım: neyi yapmıyorum ? dedi . -
Sizin buraya gelmeniz hata, böyle bir ortamda bulunmamanız gerekir, çünkü siz
İslam’ı temsil ediyorsunuz, dedi”.
İlk Vaazı Ahmet ilkokulun dördüncü
sınıfındaydı. Yaz tatilinde babası ile birlikte memleketlerine giderler. Küçük
Ahmet okul hayatının dışında sarık sarar, cübbe ve şalvar pantolon giyerdi.
Babası memleketlerine giderken yeni bir takım elbise alır ve oğluna zorla da
olsa takım elbise giydirir. İstemeyerek de olsa Küçük Ahmet babasının aldığı
yeni elbiseleri giyerek ailece memleketlerinin yolunu tutarlar. Annesi Ahmet’in
ahlakını bildiği için her ihtimale karşı bir takım cübbe ve şalvar pantolonu da
yanına alır.
Uzun bir yolculuktan sonra memlekete varılır. Küçük Ahmet
rahatsızlanır, bir hafta evden dışarı çıkmaz. Anne oğlunun rahatsızlığının
teşhisini koyar. Küçük Ahmet cübbe giymediği için hastadır ve bu yüzden evden
dışarı çıkmamaktadır. Durum babaya anlatılır, baba da durumu oğluna sorar, Ahmet
ses çıkarmaz ama babasının babasının istediğini giyebileceğini söylemesi üzerine
yüzünde tatlı bir tebessüm belirir. Üzerinde ki elbiseleri çıkarır, cübbe ve
şalvar pantolonu giyer, sarığı da başına sardıktan sonra hastalığından eser
kalmaz.
Babasına der ki: - Baba benim kıyafetime karışma, ben
cübbeyle ve şalvarla rahat ediyorum. Takım elbiseyi giymektense, hasta olmak
daha iyidir.
Baba Yusuf Ünlü anlatıyor: - “Beldemizin
müftüsü ile iyi bir dostluğumuz vardı. Bir gün müftü efendi ile sohbet ederken
Ahmet’ten bahsettim. Sohbetimiz esnasında söz döndü dolaştı vaazlara geldi.
Ahmet’in bu hafta camide vaaz edebileceğini söyledim. Müftü efendi bu teklifimi
kabul etti. Akşam durumu Ahmet’e anlattığımda sadece tamam dedi. Ertesi günü
namazdan bir saat önce Ahmet’i alarak müftüyü makamında ziyaret ettik. Müftü
daha büyük birini beklediğinden küçük Ahmet’i görünce şaşırdı:
- Bu daha çocuk, nasıl vaaz edecek? Buralar ufak yerlerdir,
dedikodu ve söylenti çok olur dedi. Müftü efendi şaşkınlığını üzerinden atmadan,
hangi konu hakkında vaaz edeceğini sordu. Küçük Ahmet: - Allah ne
söyletirse onu söyleyeceğim, hazırlığım yok, içimden geldiği gibi konuşacağım,
dedi. Bunun üzerine müftü: - Peki hiçbir mevzu düşünmedin mi? diye sorunca,
Ahmet: - Babamın söylediğine göre , bu memlekette içki, kumar ve faiz çok
ileri derecedeymiş. Biraz bunlardan bahsedeceğim. Bunun üzerine müftü efendi:
- Ben bunu kürsüye çıkarmayayım , mihraptan konuşsun, zira bir yanlış olursa
ben hemen müdahale ederim, dedi.
Hep beraber camiye gittik. Ahmet
mihraptan vaazına başladı, cemaat pür dikkat dinliyordu, herkeste bir şaşkınlık
vardı, bu yaşta bir çocuğun bu şekilde vaaz edebileceğini düşünemiyorlardı.
Vaazı bitirdi, namazı kıldık, çıkarken başta müftü efendi olmak üzere, bir
çokları tebriklerini beyan ettiler”.
Kendini Tamamen İlme vermesi İlkokul
bittikten sonra, Fatih Koleji’nde orta öğrenime başladı. Bütün ağırlığını,
Kur’an kursunda Kur’an ilmini öğrenmeye ayırdığı için, kolejdeki derslerine hiç
çalışmaz ve ilgilenmezdi, sadece iş olsun diye koleje gidiyordu. Kolejle
ilgilenmemesine rağmen yine de birinci sınıfı birincilikle bitirdi.
Fatih Koleji’nde: Cuma günleri sınıftaki arkadaşlarını bir araya toplar,
hep beraber Cuma namazına getirirdi.
Küçük Ahmet artık büyümüştü. Fatih
Koleji’nin ikinci sınıfına başlamıştı ki, zaten istemeyerek gittiği okulunu
bırakmaya karar verdi. Konuyu önce annesine, arkasından da babasına açtı. Her
ikisinden de destek görmedi. Fakat o bir defa kafasına koymuştu , okulu
bırakacaktı ve düşündüğünü de yapmakta geçikmedi. Okulunu bıraktı. O Kur’an
ilmini öğrenecekti, büyük bir İslam Alimi olacaktı. Tek ideali buydu, bunun için
gücünün yettiği kadar çalışacaktı. Ailesine kararını bildirdi, ailesi Ahmet’in
kararlılığı karşısında, aldığı karara evet demekten başka bir yol göremediler.
Bundan sonra Ahmet bütün yoğunluğu ile İsmailağa Kur’an Kursu’ndan ders
almaya başladı. Ona gündüzler yetmiyor, gecelerde çok kısa geliyordu. Uykuyu yok
denecek kadar kısa uyuyordu. Bu şekilde birkaç yıl geçti. Bu arada İstanbul’daki
ilk vaazını Yavuz Selim Camii’sinde verdi. Cami hınca hınç dolu idi. Cübbeli
Ahmet Hoca ilk sohbetinde dinleyenleri mest etmiş, gelecekte büyük kalabalıklara
hitap edeceğini , yüz binlerin gönlünde sempati alanı oluşturacağının
sinyallerini veriyordu.
Cübbeli Ahmet Hoca bir yandan ilim tahsilini
sürdürüyor, bir yandan vaazlara devam ediyordu. Sohbetler o derece etkili
oluyordu ki her geçen gün Cübbeli Ahmet Hoca’nın ünü yayılıyor, değişik
vilayetlerden davet alıyordu. O, sohbetlerden çok tahsilini düşündüğü için, bu
davetleri geri çeviriyor. Bütün gücüyle ilim tahsiline devam ediyordu.
Ders aldığı hocaları ile küçük problemleri oluyordu, Ahmet’in ders
temposuna diğer talebe arkadaşları yetişemediğinden, o diğer arkadaşlarını
beklemek zorunda kalıyordu. O istiyordu ki, dersleri hiç aralıksız alayım ve bir
an önce diğer derse geçeyim. Cübbeli Ahmet Hoca’nın bu temposuna ne hocaları, ne
de talebe arkadaşları ayak uyduramadığından bazen küçük anlaşmazlıklar
çıkıyordu.
Bir gün Rize’den İsmailağa’ya bir hoca geldi. Bu hoca
talebelerin birkaç dersine girdi. Hocanın ders vermesi Ahmet’in çok hoşuna
gitmişti. Fakat bu hoca birkaç gün sonra tekrar memleketine geri dönecekti.
Hocanın ders verme metodu Ahmet’i çok memnun etmişti. İşte bana ders verecek
hoca diyordu. Buradaki dersler Ahmet’e yetişmiyor, o hızlı ve seri ders almayı
istiyordu.
Bu münasebetle: - Buradaki hocalar bana istediğim dersi
vermiyorlar, beraber ders aldığım talebeler bir dersi üç günde alıyorlar, ben
onlar için üç gün bekliyorum. Halbuki ben bu dersi iki saatte alıyorum .Ben bu
hoca ile Rize’ye gideceğim, demişti.
İlim Tahsili için Gurbet Yılları Küçük
tartışma ve itirazlar tatlıya bağlanır, bütün hazırlıklar yapılır ve Cübbeli
Ahmet Hoca , geçmiş meşayıhtan miras olarak kalan ; okumak için gurbete çıkma
geleneğini yerine getirmek için yola çıkar. Bunun , geçmiş büyüklerin şiarı
olduğunun bilincinde olup olmadığını bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da,
daha iyi ilim tahsili yapacağına inandığı için, ailesinden, barkından ayrılmayı
göze aldığıdır.
Manevi babam dediği, gönülden bağlı olduğu,
küçüklüğünden bu yana manevi Himayesinde olduğu Mahmut Hocası’ndan izin almadan
ilim tahsiline gitmesi hiç mümkün mü? O da gönlünün sultanına sorar.
Efendi Hazretleri: -“Mesele ilim tahsili olduğu için bir şey
diyemiyorum, bizimde rızamız gitmesi yönündedir”. Cübbeli Ahmet Hoca hiç
tanımadığı bir ortamda, kendisini gece gündüz ilim tahsiline
verir.
Buradaki hocası Ahmet’in bu azmi karşısında hayretten hayrete
düşer. Gece gündüz demeden çalışmalarını sürdürür, zaman olur takıldığı bir konu
için gecenin ilerlemiş saatini düşünmeden hocasına müracaat eder, hocası uykuda
ise kaldırır, takıldığı yerin cevabını alırdı.
Cübbeli Ahmet Hoca iki
yıla yakın bir süre, geceli gündüzlü çalışarak ilim tahsilini sürdürür. Nihayet
orda öğrenmesi gereken ilimleri öğrenir ve hocalık icazetini alarak İstanbul’a
döner.
Hocalık icazetinden sonra da, İstanbul da hafızlığa başlar. Dört
ay gibi bir zamanda da hafızlığını tamamlar. Cübbeli Ahmet Hoca, artık hem hoca,
hem de hafızdır.
Dönüşünde Efendi Hazretleri’nin elini öper, artık şimdi
kendisi de hocalık yapacak ve talebe okutacaktır. Efendi Hazretleri onun için
der ki:
-“ Bu çocuğun ilmi vehbidir. Çok okumakla bu ilim elde edilmez.
Ahmet bu ilmin farkında değil”.
Efendi Hazretleri Ahmet’e yakın ilgi
gösterir, bu ilgi az da olsa bazı kıskançlıklara Sebep olur. Ahmet’in
mütevazılığı ve alçak gönüllülüğü bu küçük problemlerin kolayca çözülmesini
sağlar. Hocalık ve hafızlıktan sonra , kendisini ilmi araştırmalara verir.
Gündüzleri gecelere katarak araştırmalarını genişletir. Sabah namazlarına kadar
çalışır. Araştırma ve okuma istediğinden dolayıdır ki, çok geniş bir kütüphaneye
sahip olur. Aynı yıl yani, 1983 yılında 17 yaşında hacca gider.
Ahmet hacca gidip geldikten sonra, İsmailağa’da bazı hocalardan
dersler almaya devam etmekle kalmadı aynı zamanda, “Tillo’da yetişmiş bazı büyük
alimlerden dersler aldı. Ahmet Hoca hem kendisi alıyordu, bir taraftan da
kendisi talebe yetiştiriyordu. Ahmet Hoca bütün yaşamını ilim tahsiline
ayırmıştır. Babası Yusuf Ünlü’nün işleri çok iyi durumdadır. Devrin en çok
kazanan sanayicileri arasında bulunmaktadır. Babasını ekonomik dururmunun bu
derece iyi olması Ahmet Hoca’yı hiç ama hiç etkilememektedir. Bu konuda zaman
zaman eleştirilere uğrar:
“Babanın durumu son derece iyidir. Sen ise
kendini kurslara kapatmış ilim öğrenip, ilim öğretmekle meşgul olmaktasın”.
Cübbeli Ahmet Hoca bu eleştirilere çoğu kez kulak tıkar, çok ısrar edenlere de
“Biz yolumuzu bulmuşuz: Bizim yolumuz Allah ve Resulünün yoludur, dünya
işleriyle bir alakamız yoktur”.
Cübbeli Ahmet Hoca’nın ilim tahsilini
tamamlamasına rağmen araştırmaları devam etmektedir. İslami ilimleri en detayına
varıncaya kadar öğrenmek ve öğretmek amacındadır. Bu noktada Mahmut Efendi
Hazretleri’nin; “ Cübbeli gibi ibare okuyan bir hoca görülmedi” sözü onun üstün
zeka ve ilim öğrenmedeki gayretini açıklamak için yeterlidir.
Cübbeli
Ahmet Hoca’nın bu insan üstü gayret ve başarısı, bazı küçük kıskançlıkla da
sebebiyet vermektedir. Bazen bu kıskançlıkların dozunun arttığı olmuştur. Bu
durumlarda Efendi Hazretleri olaya müdahale eder ve işi yatıştırırdı.
Cübbeli Ahmet Hoca bu arada eş dost arasındaki küçük küçük vaazlar
etmeye başlamış, bu vaazları dinleyenler arasında çok beğenilir olmuştu. Bugün
yaşı br hayli ilerlemiş olmasına rağmen kendisini ziyaret ettiğimiz Hüseyin
Efendi’den(Hüseyin Hekimoğlu) Cübbeli Hoca’nın sohbetlerini ilk dinleyenlerden
olduğu için bilgi aldık.
“Bundan on beş veya yirmi yıl önceydi, vakit
namazını kılmak için Fatih’te girdiğim bir Cami de namazdan sonra çocuk denecek
yaşta bir hoca kürsüye çıkarak vaaz etmeye başladı. Dikkatimi çekti, dinelemeye
başladım… Bu sohbet sıradan bir sohbet değildi, bu çocukta enteresan bir durum
vardı, sohbeti beni çok etkilemişti. Sohbetin bitiminde kendisini tebrik ederek
Rabbimin nazardan koruması için dua ettim. Bir daha ne zaman sohbet edeceğini
sordum… O gün bu gündür Hoca Efendi’nin sohbetlerini dinlerim… Allah ondan razı
olsun, biz ondan çok şeyler öğrendik ve istifade ettik”.
Cübbeli Ahmet
hoca’nın ara sıra bazı muhitlerde sohbetlerde bulunması, onun şöhretinin
artmasına sebep oldu. Bir defa onu dinleyen bir daha dinlemek istiyordu. Böylece
her geçen gün çevresindeki sempati alanı gelişti. Çevresindeki halka
genişledikçe, hergeçen gün değişik semt ve illerden davet alamaya başladı. Artık
Cübbeli Ahmet Hoca hem ilim tahsili yapıyor, hem de talebelerine ders veriyor,
hem de akşamları değişik bölgelerdeki davetlere icabet ederek sohbetler
yapıyordu. Cübbeli Ahmet Hoca’nın yaşının küçüklüğüne rağmen sohbetlerinde
üzerinde durduğu;
“Allah ve Resulünün rızasını kazanmak, onların gittiği
yoldan giderek, insanlığı ebedi saadete ulaştırmak. Toplumun baş belası olan
içki, kumar ve fuhşiyata karşı insanları uyarmak. Vatan ve millet sevgisini
insanlara aşılamak…Toplumun ahlak yapısını bozacak, insanları rahatsız edecek
hareketlerden uzak durulması, inanların birbirinin kardeşi olduğu, beşeri
ilişkilerde bu kardeşlik duyguları ile birbirlerine karşı hareket etmeleri
gerektiği… Gibi konulardır. Ömrünü insanların dünyevi ve uhrevi mutluluğuna
adayan bir gönül dostu olmuştur.
Yaşantısı bu yoğun tempoyla devam ede dursun, bir yandan askerlik
çağı yaklaşmaktadır. Her Türk genci gibi Vatan vazifesini sabırsızlıkla
beklemekte, Bu kutsal vazifeyi bir an önce yapmak istemektedir. Askerlik
hazırlıkları yapılmaya başlandığı sıralarda, bir gün bir sohbette baş dönmesi
yaşar. Aynı günün gecesinde eve geldiğinde baygınlık geçirir. Doktora gidilir :
Doktor yorgunluktan olduğu yönünde teşhis koyar. Fakat aradan geçen günlerde
rahatsızlığı devam eder ve her geçen gün biraz daha artar. Çok daha detaylı bir
sağlık kontrolünden geçmesi gerekmektedir. Tam teşekküllü bir sağlık merkezinde
yapılan kontrollerde, sonuç hiç de iyi değildir. Hoca Efendi’ye teşhis koyulur.
“ İleri seviye şeker”. Ahmet Hoca şeker hastasıdır, şeker 450 ve üzerine
çıkmaktadır. Bu durum karşısında tedaviye ve tedbirlere baş vurulur. Ahmet
Hoca’nın bütün yaşantısı alt üst olmuştur. Ahmet Hoca hastalığına rağmen
programının aksatma taraftarı değildir. Yakınlarının ısrarlarına rağmen yoğun
temposuna devam eder.
Bu arada askere de gitmek istemekte fakat
doktorları bu şekilde askerlik yapamayacağını söylemektedirler. Bu arada muayene
için gittiği askerlik şubesi, onu askeri hastaneye gönderir. Askeri hastanede
yapılan muayenesinden sonra heyet şu sonuca varır: “Ahmet Mahmut Ünlü bu haliyle
askerlik yapamaz”. Bu sonuç Ahmet Hoca’yı son derece üzmüştür fakat, elden pek
bir şey gelmez.
Cübbeli Ahmet Hoca Efendi’nin sohbetleri tüm ülke
sathına yayılmaya başlamıştır. Her gün değişik bölgelerden davetler gelmekte,
Hoca Efendi bu davetlere mümkün mertebe cevap vermeye çalışmakta, bir çoğuna da
zaman darlığından yetişemeyerek geri çevirmektedir.
Cübbeli Ahmet
Hoca’nın sempati alanının genişlemesi ve ilginin artması beraberinde bazı
sorunları, talepleri de beraberinde getirir. Bu geniş Kitlenin oluşturduğu ilgi
alanına değişik ihtiyaç sahipleri de girmeye başlamıştır. Bunlar fakir, geçim
darlığı çekenlerden tutun, okumak için memleketini terk ederek İstanbul’a gelen
öğrencilere yardıma kadar… Öğrencilere bursdan, hayır kurumlarının yardım
talebine kadar bir çok istekle karşı karşıya kalmaktadır.
Bu yoğun ilgi
ve talep Ahmet Hoca’yı arayışa iter. Nihayet yakın çevresiyle Yaptığı
istişareler sonucunda merkezi Fatih İlçesinde olmak üzere bir vakıf kurulmasına
Karar verilir. Bu karardan kısa bir süre sonra ”Fatih Hak Ve Hizmet Vakfı”
kurulur. 1990 yılların başında kurulan ve faaliyete geçen vakıf kısa zamanda
tüzüğüne uygun çok büyük hizmetler yapar. Binlerce ihtiyaç sahibi vakfın
imkanlarından faydalanır.
Vakıf ilmi faaliyetlerde de bulunur, değişik
ülkelerden gelen ilim adamlarını alırlar, onların ülkemizde bulunduğu
sürelerdeki ihtiyaçlarını karşılar. Ahmet Hoca vakfı tüm insanlığın hizmetine
sunmak, her ne ihtiyacı olan olursa olsun, bu kapıya gelenin boş geri
çevrilmemesi prensibi ile hareket eder. Hatta vakfın imkanlarının kafi gelmediği
zamanlarda, Babasının imkanlarının vakıf için seferber ettirdiği birçoklarınca
bilinen bir gerçektir. Ahmet Hoca vakfın idare heyetine derki;
“Bu kapıya gelen boş geri
çevrilemeyecektir.”
Fikir Yapısı Bütün vaaz’u nasihat ve
sohbetlerinde; Ehli Sünnet çizgisinin dışına çıkmamış, Dindeki hurafe ve
bidatlarla mücadele etmeyi kendine şiar etmiş bir İslam Alimidir. Bu noktadaki
tavrı yüzünden zaman zaman kimliği belirsiz illegal güç odaklar tarafından
tehdit edildiği de olmuştur. Bu konuda yakın çevresi Hoca’yı uyarır, biraz daha
temkinli hareket etmesini ister. O bu uyarılara ; “ Hasbunallahi veni’mel vekil”
demektedir.
Ülkemizin milli birlik ve bütünlüğünü ehemmiyetle gözeten,
bu konuda görev yapan Müslüman vatan evlatlarına dualarını hiçbir zaman eksik
etmediği gibi, bütün sevenleri de bu yönde yönlendirmektedir.
Şiddetin
her türlüsüne karşı olmuş, bu konuda çevresine uyarılarda bulunmuş, özellikle
provokosyonlara karşı sempatizanlarını uyarmıştır. Bunun en son örneği de
tutuklanması esnasında yaşanmıştır. Yakın çevresinde bulunanlara, altını çizerek
söylediği:
“Hiçbir yanlış harekete müsaade etmeyin, sevenlerimizi
kışkırtmak isteyenler olabilir, onlara söyleyin her hangi bir kışkırtma ve
provakoya gelmesinler”.
Başına gelen bu musibet ve iftiralar için de
söylediği sözler onun ne derece yüksek makam sahibi olduğunu göstermektedir:
“Vela için bela, zehep için lehep gibidir, Kişi dinindeki sağlamlığına
göre imtihan olunur. Dinin de sıkı olana büyük bela, zayıf olana ise küçük
musibetler gelir”. İşte Alimin teslimiyeti böyle olur.
Dünya İşleri Ve mal varlığı Cübbeli Ahmet
Hoca’nın ömrü boyunca dünya işleri ile hiç alakası olmamıştır. Hayatı boyunca
hiçbir dünyevi ticaretin içinde veya yanında olmamış. 1997 yılına kadar
babasının kazancı ile geçimini sağlayan Ahmet Hoca, 1997 yılın da babasının
işlerinin bozulması ve iflas etmesi neticesinde bir ara çok sıkıntılı günler
geçirdi. 1997 den sonra bizzat kendisinin kaleme aldığı risalelerin geliri ile
geçimini sağlamaktadır. Basında yazıldığı üzere ; bir semtte lüks daireleri, bir
başka yerde ticarethanesi, bir başka yerde vesaire tamamı uydurma ve yalandır.
Sohbetlerinden dolayı birçok defa adli takibata uğrar, bu adli
takibatlar neticesinde ya beraat eder veya takipsizlik kararı alır. Bunca yıldır
yaptığı sohbetler neticesinde defalarca adli takibata uğramasına rağmen
hiçbirinden hüküm giymemiştir.
Emniyet birimlerinin her davetine icabet
etmiş, gerek emniyeti gerekse adli makamları aldatma, yanıltma veya oyalama
yoluna hiçbir zaman teşebbüs etmemiştir.
Mekke’de 571 yılında doğdu. Babası Abdullah, annesi Amine’dir. Doğmadan babasını 6 yaşında iken annesini kaybetmiş 8 yaşında dedesini kaybedince amcası Ebu Talip’in yanında yetişmiştir. Çobanlık yapmış, Ticaretle uğraşmıştır. Kendisine Muhammedül Emin denmiştir. 25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlenmiştir. 610 yılında 40 yaşlarında iken peygamberliği bildirilmiş ve “oku” diye başlayan ayetler gelmiştir.
Hz. Muhammed’in İslamiyet’i anlatmaya başlaması ile başta amcası Ebu Lehep olmak üzere Mekke’nin ileri gelenleri Müslümanlara büyük işkenceler yapmışlardır. Bunun üzerine Habeşiştan’a ilk hicret gerçekleşmiştir (615). Amcası Ebu Talip ve Hz. Hatice’nin öldükleri 619 yılı Hüzün Yılı olarak geçer. 621 de birinci, 622’de ikinci Akabe biatını gerçekleştiren Medineli Müslümanlar Hz. Muhammed’i Medine’ye davet etmişlerdir.
MEDİNE DÖNEMİ (622-632)
HİCRET (622)
Nedenleri :
İslamiyeti yaymak için daha iyi bir ortamın aranması Baskı ve işkencenin artması Medinelilerin daveti
Sonuçları :
İslamiyeti yaymak için uygun bir ortam bulunmuştur. Medine Site İslam Devleti kurulmuştur. Medine’de bulunan Yahudiler’le yazılı bir vatandaşlık antlaşması imzalanmıştır. Böylece ilk İslam anayasası ortaya çıkmıştır. Şam ticaret yolunun güvenliği Mekkeli müşrikler açısından tehlikeye girmiştir. Hicri takvime başlangıç kabul edilmiştir. İlk nüfus sayımı yapılmıştır. Muhacir ile Ensar kardeş