MÜSLÜMAN KADININ MAHREMLERİ

 
MÜSLÜMAN KADININ MAHREMLERİ
 VE HEMCİNSLERİ YANINDA ELBİSESİNİN HUDUDU VE KURALLARI 
Bu risale Nasır bin Hamad el-Fahd ve Abdurrahman el-Suheym’ in 
 لباس المراة امام النساء isimli eserlerinden derlenmiştir… 
Tercüme: Ebu Yusuf
 
 
Allah Subhanehu ve Teala kadınların değerlerini yükseltmek, sıradan olmalarını ve hayasızlıklarını engellemek ve toplumları rezilliklerden korumak için hicabı kadınlara farz kılmıştır. Bundan dolayı kadınlar için örtünmek ve açılıp saçılmayı gerektirecek şeylerden korunmak esastır.
Hal böyle olunca İslam, kadınlara elbiselerini başlarından aşağı indirmelerini, mahremlerinden [1] başka kimselere ziynetlerini göstermemelerini, evlerinde oturmalarını emretmiş ve cahiliyedeki gibi açılıp saçılmaktan nehyetmiş, erkeklerle baş başa kalmayı, onlarla içli dışlı olmayı ve mahrem olmadan sefer etmeyi yasaklamıştır. Bunların hepsi kadınları ve erkekleri fitnelerden ve toplumları çöküşten korumak içindir. 

            Kadının mahremleri ve hemcinsleri yanında kıyafeti meselesi maalesef birçok kadının umursamadığı ve taviz verdiği meseledir. Biz bu değerli risalede Müslüman kadının mahremleri ve hemcinsleri yanında elbisesinin hudununu, kurallarını ve ölçülerini Allah’ın bize verdiği kudret nispetiyle işleyeceğiz. Allah’tan bu ameli kabul etmesini dileriz… 

Şeriatta kadının avreti:  Sahih olan görüşe göre kadının başka bir kadınla birlikte olduğunda avreti; tıpkı mahremleriyle beraberliğindeki avreti gibidir. 

            O halde kadının diğer kadınlara ve mahremlerine ziynet ve abdest yerlerini göstermesi caizdir. “Sadece kadınlar var” düşüncesiyle kadının onların yanında açılıp saçılmasına gelince; bunun Allah’ın diniyle hiçbir alakası yoktur. 

  “Kadının kadınla avretinin ölçüsü, tıpkı erkeğin erkekle avretinin ölçüsüdür” 

–yani diz ve göbek arası- görüşü doğru değildir. [2] Bu konuda ilimden bir delil ve bunu kanıtlayan hiçbir sahih veya zayıf hadis bulunmamaktadır. Bilakis kitap ve sünnetteki naslar az önce zikrettiklerimizi onaylamaktadır. 

BİRİNCİ DELİL: “Ziynetlerini kendi kocalarından yada babalarından yada oğullarından yada kocalarının oğullarından yada kendi kardeşlerinden yada kardeşlerinin oğullarından yada kız kardeşlerinin oğullarından yada kendi kadınlarından yada sağ ellerinin altında bulunanlardan yada kadına ihtiyacı olmayan (arzusuz yada iktidarsız) hizmetçilerden yada kadınların henüz avret yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Hep birlikte Allah’a tevbe edin ey Müslümanlar! Umulurki felah bulursunuz.” (Nur: 31)

            Bu ayetteki delalet veçhine gelince; Allah kadınları, mahremlerden sonra  ve “sağ elin altındakilerden” önce zikretmiştir. [3]Bundan ötürü kadınların diğer kadınlarla birlikteliğinde hüküm; ayette kendilerden önce ve sonra zikredilenlerin hükmüdür. 

            Eğer dikkat edilirse Allah azze ve celle bu ayette amca ve dayıları zikretmemiştir. Fakat bu onların mahrem olmadıkları anlamına gelmez.. 

            İkrime, Eş-Şabi, Süfyan es-Sevri ve seleften bir çoğundan rivayet olunuyor ki: “Amca ve dayı o ayette zikredilmez, çünkü o ikisi oğullarına nispet edilmektedir. Bundan ötürü kadın amca ve dayısının yanında örtüsünü açamaz. Kocasına gelince; başkası yanlarında olmadığı sürece kadın onun için istediği kadar süslenebilir.”

            İşte bu ayet ziynetin kimlere gösterileceğini belirlemiştir… o halde yabancı erkeklere “süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç” (Nur: 31) 

            İbn-i Mes’ud (r.a) şöyle der: “Ziynet ikiye ayrılır:

1-    Görünen ziynet: Elbisedir.

2- Gizlenen ise: Halhal, küpe ve bileziktir.” [4]

            İbni Cerir (r.h) der ki: “Mahremi olmayan insanlara –kadınlara – ziynetlerini göstermesinler.

             “Ziynetlerini kendi kocalarından yada babalarından başkasına göstermesinler” (Nur31) kastedilen ziynete gelince; bunu İslam alimleri izah etmişlerdir:

            Seleften Beyhaki (r.h) şöyle demiştir: “(Ayette zikri geçen) O insanlara gösterilecek ziynete gelince; küpesi, kolyesi ve bileziğidir. Halhalını, mi’datesini [5] boğazına ve saçına gelince onları kocasından başkasına gösteremez. Mücahid (r.h)’ın şöyle dediğini rivayet ediyoruz: “Kastedilen –ziynet- ; küpeler, elin dirseğe kadar olan kısmı ve ayaklardır. Batıni ziynetini kocasından başka kimseye göstermemesi en efdalidir. Kendiliğinden görüneni ise bunun dışındadır.” 

            Beyhaki (r.h) ‘ın “O insanlar” sözünden; ayette kocadan başlayıp, kadınların avret yerlerini henüz tanıyamayan çocuğa kadar zikri geçen tüm mahremler kastedilmiştir. Sonra Beyhaki (r.h) kocayı istisna kılmıştır.         

İKİNCİ DELİL: “Şer’i delillerin umumu kadınların –tamamen- avret olduğunu ve örtünmelerinin gerekli olduğuna işaret etmektedir. 

            Tirmizi’nin, İbni Huzeyme ve İbni Hibban’ın sahihlerinde İbn-i Mes’ud (r.a) dan rivayet olunuyor: Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kadın avrettir.” 

            Bu hadis kadının aslen tamamıyla avret olduğuna delalet etmektedir. Başka bir delil aksine işaret etmediği sürece hadisten hiçbir şey müstesna kılınamaz. Sahabenin ameli de buna delalet etmektedir; kadının diğer kadına yüz, el, ayak, saç, boyun gibi çoğunlukla görünen yerlerini göstermesi caizdir. Bunun dışındakilere gelince; kadınlara yada mahremlere gösterileceğine dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Bilakis bu konuda asıl olan men edilmesidir.

 Seleften el-Kettan (r.h) [6] şöyle der: 

Ahmed Ibni Idris - 2. Vird-i Serif: SALAT-I AZIMIYYE

KENDILERINI OKUYANIN GÖKLERIN VE YERIN ANAHTARLARINA MALIK OLACAGI ÜC VIRD-I SERIF
 

2.) SALAT-I AZIMIYYE
 


Son Nefes


Cenâb-ı Hak, bekâ sıfatını bu âlemde yalnız kendisine tahsis buyurmuştur. Onun için onun yüce zâtından başka her varlık fânîdir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir…” (er-Rahmân, 26) buyurulmuştur.

Bunun tecellîsi de:

“Her can, ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35) beyânı üzere ölüm iledir.

Bu itibarla bilhassa insanın her dâim bu gerçeği tefekkür ile yaşaması zarûrîdir. Bunun için bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19)

İnsan ki, bu fânî dünyâya bir imtihan için gönderilmiştir. Dolayısıyla onun en büyük gâyesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanıp Dâru’s-selâm’a, yâni selâm ve saâdet evi olan cennete nâil olmaya çalışmak olmalıdır. Bunun da yolu:

“O gün ne mal fayda verir, ne evlâd!.. Ancak kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (eş-Şuarâ, 88-89) hakîkatinin muhtevâsına girebilmektir.

Bu da, nefs terbiyesi ile mümkündür. Nefs terbiyesinin özü de, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e tam teslimiyet, bağlılık ve itâattir. Yâni yirmi üç senelik nebevî hayattan, daha doğrusu Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in gönül iklîminden hisse alabilmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil -Aleyhisselâm- vâsıtasıyla Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kalbine indirmiştir. Dolayısıyla Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bütün ibâdet, söz, davranış ve muâmelâtı, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri mâhiyetindedir. Bu hakîkatler çerçevesinde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kalb âleminden lâyıkıyla nasip almak için, onu candan, maldan, ehl ü ıyâlden ve sâir her şeyden daha çok sevmek şarttır. Bu muhabbet kulu, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle yoğurur. Yâni ona muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’a muhabbet de ona muhabbettir. İşte vuslat için gönlün, bu kıvâma ulaşması zarûrîdir.

Bütün bunlar, son nefese hazırlığın en güzel adımlarıdır. Nasıl ki bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre iş görüp bardağın taşmasına sebep oluyorsa, daha önceki nefeslerimiz de böyledir. Yâni son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için, son nefese hazırlık, şu an aldığımız nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır. Ömrünü Allâh ve Rasûlullâh aşkı ile geçiren ve bu istikamette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, son demlerinde kelime-i şehâdet ile huzûr içerisinde göçerler. Yâni Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şu müjdesine nâil olurlar:

“Bir kimse son nefeste (hâlisan) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer…” (Hâkim, Müstedrek, I, 503)

Yâni bir ömür kelime-i tevhîd ikliminde yaşayanlar, son demde onunla Hakk’a yolculuk ederler. Çünkü onlar, vakitlice kelime-i tevhîddeki «lâ» ile bütün fânî, izâfî ve nefsânî takıntıları ve putları gönülden silip atmışlar ve «illâ» ile kalbe yalnız Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini doldurmuşlardır.

Bilmelidir ki şu kâinât, kudret eliyle kurulmuş, binbir nakışla tezyîn edilmiş fânî bir ikâmetgâhtır. Kâinatta hiçbir şey gâyesiz yaratılmamıştır. İnsanoğlu için dünya hayatının gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu sebeple Rabbimiz, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Her hayat sâhibinin başından mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayâta büyük vedâ ânı ve her canlının şahsına münhasır yaşayacağı husûsî bir kıyâmettir.

Şunu unutmamalıdır ki, insanoğlu aslında her gece ve gündüz, farkında olarak veya olmaksızın, sayısız ölüm sebepleri ile karşı karşıyadır. Ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyurur:

“Aslında her an, canının bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanıdır ve her an, ömrün tü­kenmektedir.”

Gerçekten hergün şu fânî hayattan bir gün daha uzaklaşırken kabre bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta değil midir?

Hayatın sel misâli akışı karşısında insanın gâfil olmaması için yine Hazret-i Mevlânâ şu îkâzda bulunur:

“Ey insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki hâlini ve bir binânın günün birinde harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

EL-FIKHU'L-EKBER - İmam-ı Azam Ebu HANİFE


 
 Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
 
Tevhidin aslı, buna iman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.
Yüce Alah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır, ona hiç bir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zâti ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.
Allah'ın zâtı sıfatları; hayat, kudret, ilim, kelam, semi, basar, ve irade sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme) inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.
Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. Onun isim ve sıfatlarından hiç biri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim onun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret onun ezelde sıfatıdır. Kelamı ile konuşur, kelam onun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak onun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil onun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise onun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.
 Kur'anı Kerim, Allah kelamı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'anı Kerimi telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur, fakat Kur'an mahlûk değildir. Allah'ın Kur'an'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavun ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelamıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelamı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelamı mahlûktur. Kur'an ise onları değil, Allah'ın kelamı, kadim ve ezelidir.
Allah'ın “Allah Musa'ya hitap etti”(1) ayetinde belirttiği gibi, Musa Allah'ın kelamını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından Önce de, kelam sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelamı ile konuştu. Onun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur fakat Allah'ın kelamı mahlûk değildir.
Allah bir şey(varlık)dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Onun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. Onun Kur'an'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. Onun eli kudreti veya nimetidir denilemez. Zira bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. Onun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.
Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levhi Mahfuz'daki yazısı olmadan, dünya ve ahirette hiç bir şey vaki olmaz. Ancak onun Levhi Mahfuz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, onun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onu yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, arlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zamanda oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hasıl olmaz. Değişme ve ihtilaf yaratılanlarda olur.
Allah insanları küfür ve imandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkar ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile iman etmiştir.
Allah, Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, insanlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onarın imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.
            Allah, kullarının hiç birini iman veya küfre zorlamamış, onarı mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahısslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Alan, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.