
Bu istikâmette dilini ve gönlünü Kur’ân-ı Kerîm’den başka bir şeyle meşgûl
etmeyen, her istediğini Kur’ân-ı Kerîm’den âyet okuyarak isteyen, her sorulanı
Kur’ân-ı Kerîm’den âyet okuyarak cevaplayan, lafza ve mânâya vâkıf nice
kimseler yetişmiştir. İslâm büyüklerinden
Abdullâh İbn-i Mübârek, bu
vasıfları taşıyan
bir kadının ibret ve hikmetlerle dolu hâlini şöyle
nakleder:
«Allâh’ın Beytü’l-Harâm’ını hac ve Peygamberimiz -sallâllâhü aleyhi ve
sellem-’in kabrini ziyâret maksadıyla yola çıkmıştım. Yolda bir karartı gördüm.
Dikkatlice bakınca ne göreyim: Sırtında yünden bir bürgü, başında da yünden bir
başörtüsü bulunan yalnız bir kadın!.. Kendisine:
“–Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh!” diyerek selâm verdim.
O da, Yâsin Sûresi’nden:
“(Bu da)
çok esirgeyici Rab’lerinden bir selâmdır!” (Yâsîn,
58) âyetini okuyarak selâmıma mukâbele etti.
Ona:
“–Allâh senin iyiliğini versin! Sen burada ne yapıyorsun?” diye sordum.
A’râf Sûresi’nin 186. âyetinden:
“Allâh kimi şaşırtırsa, onu yola getirecek yoktur…” bölümünü okudu.
Anladım ki, yolunu kaybedip orada kalmış. Ona:
“–Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordum.
İsrâ Sûresi’nin 1. âyetinden:
“Kulunu bir gece Mescid-i Harâm’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya götüren…” bölümünü
okudu.
Anladım ki, kendisi haccetmiş, Beytü’l-Makdis’e (Kudüs’e) gitmek istiyor.
Kendisine:
“–Sen kaç gündür buradasın?” diye sordum.
Meryem Sûresi’nin 10. âyetinden:
“Sen sapasağlam olduğun hâlde, üç gece…” bölümünü okudu.
Ben:
“–Senin yanında yiyeceğin bir şey göremiyorum?” dedim.