İmâm Buhârî’nin (rh.) Hz. Enes’den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerifte şöyle buyuruluyor:
“Ben sizden birinize; babasından, evlâdından ve bütün
insanlardan daha sevgili olmadıkça, (kâmil) mü’min olamazsınız.”
İnsanın kendi nefsi de “bütün insanlar” tâbiri içine dâhildir. Buna göre,
Peygamberimiz’e (s.a.v.) olan sevginin, her şeyin üstünde olması gerektiği
açıktır.
Nitekim Hz. Ömer (r.a.), “Yâ Resûlellah! Sen bana, nefsim hâriç, her şeyden
daha sevgilisin” deyince, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Hayır; Allâh’a yemin
ederim ki, ben sana nefsinden daha sevgili olmadıkça...” buyurmuştur. Bunun üzerine
Hz. Ömer, “Şu anda sen, nefsimden daha sevgilisin” diyerek, onu, imanın kemâli
için nefsi de dahil, her şeyden daha çok sevdiğini ifade etmiştir.
Cübbeli Ahmet Hocamiz - Peygamber Sevgisi (VCD) Sohbeti
Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi sevmenin alâmetleri
ise şunlardır:
a) Onu fazlaca anmak,
b) İsminin anılması hâlinde, salavât-ı şerîfe getirerek hürmet ve saygı
göstermek,
c) Sünnetlerine uymaktır.
Bu hususlarda, hiç şüphesiz ashâb-ı kirâm, zirvede idi... Onlar, Resûlüllah
(s.a.v.) Efendimiz’in mübârek isimlerini huşu‘ ile yani saygı ve sevgi ile
vücutları ürpererek zikrederlerdi...
İslâm âlimlerinin îzahlarına göre muhabbet; sevdiğini, devamlı olarak anmak
ve kalben ona meyletmektir. Kısaca, sevdiğinin huzûrunda olsun veya olmasın,
onu hatırından çıkartmamaktır.
Peygamberimiz’e (s.a.v.) çokça salevât-ı şerife getirmekteki maksat da;
lâzım olan bu muhabbeti temin edip ziyadeleştirmek... Ve böylece Resûlüllah
Efendimiz’i, hayâlinde temessül ve tasavvur edebilmeyi mümkün kılabilmek
içindir.
Şeyh Ahmed bin Abdü’l-Hayy el-Halebî kuddise sırruh, Peygamberimiz’e
(s.a.v.) salât ve selâmın âdâbı mevzuunda dedi ki:
“Kişi, salât ve selâm getirmeye devam ettikçe, kendisinin, Peygamberimiz
(s.a.v.) Efendimiz’in dizleri önündeymiş gibi olduğunu tasavvur etmesi hâli
teşekkül eder ve bu hâl kuvvet kazanır. Salât ve selâmın kabûlünün alâmeti de,
Peygamberimiz’in (s.a.v.) mübârek sûretlerinin nefiste tabiî olarak kolayca
sâbit olması, gerçekleşmesidir. Yani hayâlinde düşünüp canlandırması, onun
huzûrunda olduğunu mülâhaza etmesinin çok kolay hâle gelmesidir.”
Bütün bu ifadelerden, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek
sûretlerini tasavvur etmenin lüzûmu anlaşılmaktadır. Ayrıca hiçbir şer‘î delil,
bizi bu tasavvurdan men‘etmemiştir. Böylece, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizi
tasavvur etmenin, yani ona râbıta yapmanın meşru’iyeti de sâbit olmuş olur.
Mânâ ehlinin büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) şöyle demiştir:
“Maksadın elde edilmesinde yolların en yakîni, devamlı olarak kalbi şeyhe
bağlamak, vâkıât ve hâtırât ilminde yâni mânâ âleminde görülen şeyler, iç
âlemde duyulan ses ve alınan mesajlar hususunda ondan istifade ederek şeyhin
tasarrufunda fâni olmaktır.”
Mürid, şeyhini kalben tasavvur ettiği zaman, ma’nen ona yakın olur. Kalbini
şeyhine bağlayarak ondan istifade eder. Tabiî ki bu fayda, ancak râbıtanın
şartlarını-âdâbını bilen ve bunlara riâyet eden kişi için hâsıl olur. Mürid,
bir meselenin hallini istediğinde, şeyhini kalbinde hâzır eder ve kalben ona
sorar. Onun rûhâniyeti müridine, o meselenin hallini ilham eder. Bütün bunlar,
kalbi şeyhe rabtetmekle mümkün olur.
İşte bu yapılan amelin adı,
râbıta-i şerifedir. Şeyhin sûretini tasavvur yani râbıta, zikrin verdiği
meyveyi verir, hatta ondan daha da tesirlidir.
Şurası muhakkaktır ki; ashâb-i
güzînin en çok istifade ettikleri husus, Peygamberimiz’in (s.a.v.) tal‘atını
yani mübârek sîma ve çehrelerini görmeleridir. Onun cemâlini görmeleri
dolayısıyla, hiçbir riyâzât ve mücâdeheye yani nefse güç ve zor gelen ağır
terbiye usûllerini tatbik etmeye ihtiyaçları kalmamıştır.
Bu sebepledir ki, derece bakımından hiçbir kimse, aynı devirde yaşamış olsa
bile, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi görenlerin mertebesine (sahâbe
derecesine) ulaşamamıştır.
Tuhfetü’l-Kitap sâhibi İbnü Ebî Dâvûd el-Hanbelî hazretleri şöyle
buyurdular:
“Müridin şeyhine olan bağlılığının alâmeti, kalbini şeyhine bağlayıp onda
müstağrak olmasıdır. [Yani sâlik, İlâhî muhabbetin istilâsı altında şeyhini
temâşâ ederken, maddî âlem ve mâsivâ hakkında hiçbir his, idrâk ve şuûra sahip
olmamasıdır.] Şeyhine taalluk (tam bir bağlılık) hâsıl olursa, buradan, Cemâl-i
Sermedî’yi müşâdeheye intikal eder. Bu ise ancak, Allah Teâlâ’yı bilenlerin
müşâhedesidir. Yoksa, nefs-i emmârenin şehveti ile fetvâ veren ve kendilerinde
nûrdan, rûhaniyetten zerre bile olmayan nasipsizlerin görüp anlayabilecekleri
bir husus değildir.”
Abdülvehhâb-i Şa‘rânî hazretleri de, Nedâricü’s-Sâlikîn isimli eserlerinde
buyururlar ki:
“... Âdâptan birisi de, müridin, şeyhini gözlerinin önünde hayâl etmesidir.
Meşâyih nezdinde bu husus, âdâbın en mühimmi ve en kuvvetlisidir.”
Bahru’l-Mevrûd isimli eserlerinde ise şöyle derler:
“Ey kardeşim! İyi bil ki; bizden birimizin, kalbini şeyhine –ki o şeyh
ister hayatta, ister vefat etmiş olsun– bağlaması, muhakkak faydalıdır. Çünkü
bizim şeyhe bağlanmamız, onun Allah Teâlâ’ya müstenit olmasındandır.... [Yani
hakikatte, onun vâsıtasıyla Allâh’a bağlanmaktayız.] Yoksa, onun şahsına
değildir bağlılığımız.”
Şeyh İbrahim bin Ömer Molla İhsâî (k.s.) de Risâle’sinde bu hususu şöyle
açıklıyor:
“Mürid için şeyhi ile musâhabe (görüşüp sohbet etmek) mümkün olmazsa, onu
hayâlinde tasavvur ederek, şeyhinin huzûrunda olduğunu kabul eder... Tamamiyle
şeyhinin vücûdunda fâni olunca da, Allah’a (c.c.) teveccüh eder. Bu usûlü
tekrar ede ede, nûr-i İlâhî’nin parlak bir şekilde letâifine gelip, bir takım
mânâların açılmasını ve mâsivâdan kurtularak, Allah Teâlâ ile beraber olmasını
temin etmiş olur.”(3)
***
Zira vesîleyi, bizzat maksûda vâsıl olmaya vâsıta olduğu cihetiyle, hayâlinde canlandırmakta bir beis yoktur. Memnu‘ olan; vesîlenin kendisini, bizzat maksûd kabul etmek, yâni vâsıtayı gâye edinmektir.
Râbıtada ise, böyle bir hâlin mevcût olmadığı âşikârdır; dolayısıyla dînen memnu‘ (yasaklanmış) bir usûl değildir... Edille-i şer‘iyenin hem zâhirine, hem de bâtınına istinat etmektedir. Hatta mubah ve câiz olması bir tarafa, me’murun bih’tir.
SONUÇ
Buraya kadar yaptığımız nakiller ve îzahlar muvâcehesinde, netîceyi şöyle
hulâsa edebiliriz:
Samîmi bir kalb ve tam bir muhabbetle kâmil ve mükemmil olan şeyhin
sûretini, istifâde ve istifâza mülâhazasıyla, kalben tasavvur etmek, diye târif
olunan râbıta-i şerife meşru‘dur... Zira vesîleyi, bizzat maksûda vâsıl olmaya vâsıta olduğu cihetiyle, hayâlinde canlandırmakta bir beis yoktur. Memnu‘ olan; vesîlenin kendisini, bizzat maksûd kabul etmek, yâni vâsıtayı gâye edinmektir.
Râbıtada ise, böyle bir hâlin mevcût olmadığı âşikârdır; dolayısıyla dînen memnu‘ (yasaklanmış) bir usûl değildir... Edille-i şer‘iyenin hem zâhirine, hem de bâtınına istinat etmektedir. Hatta mubah ve câiz olması bir tarafa, me’murun bih’tir.
Tasavvuf erbâbınca; feyzin
menşei, kulu Allâh’a (c.c.) yaklaştıran yolların en yakîni, en üstünü ve en
şereflisi olarak kabul edilmiştir. Binâenaleyh, insaf sahibi ilim erbâbınca
inkârı kabil değildir. İnkâr edenlerin ise hasta ve zayıf akılları bunu
idrâkten âcizdir. Nitekim Rabb’imiz (c.c.) şöyle buyurmuştur:
“(Habîbim), ömrüne yemin
ederim ki, hakîkaten onlar (o inkârcılar, mânevî) sarhoşlukları içinde serseri
bir halde bocalıyorlardı.”(4)
Gâyet tabiîdir ki, ne
söylediğini ne yaptığını bilmeyecek derecede sarhoş olan bu münkir ve
muârızların, inkâr ve îtirazlarının ne dinî ne de ilmî bir kıymeti vardır.
Ayrıca onlara, bu inkâr ve
itirazlarının hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, çok şey kaybettireceği de
açıktır... Hatta, inkâr-itiraz ve Allah dostlarına karşı takındıkları bu menfî
tavır ve hareketleri, sarf ettikleri edebe aykırı münâsebetsiz sözleri
dolayısıyla, ebedî hüsranlarından korkulur.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak’tan duâ
ve niyâzımız; Ümmet-i Muhammed’e ve evlâdına hidâyet-i kâmile nasip eyleyerek,
şerîatın zâhir ve bâtınına âit en küçük bir hükmü dahi inkârdan ve Allah
dostlarına itiraz edip cephe almaktan muhâfaza buyursun. Âmîn... ü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.