Ümmet Kur’an-ı Kerim’e
hem bugünün hem de yarının sorunlarını çözen bir kitap olarak baktı. Her şeyi
önce onda aradı. Okunduğu mekanlarda abdestsiz dolaşmadı. Bir hafız bir meclise
girdiğinde yaşına bakmadan Kur’an-ı Kerim’e ihtiramdan hazirun ayağa kalkardı.
Dedeler, hafız torunları önünde yürümekten haya ederdi. Namaz sonlarında
hafızlar müezzinlikte Kur’an-ı Kerîm okurken, “sırtımız Allah’ın ayetlerine
doğru olmasın.” diye yaşlılar bir yönlerini kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza
karşı duracak şekilde otururdu. Onu okumaya muhatap olanları tebrik,
okuyacakları da teşvik etmek için yapılan “hatim merasimleri”ne köyden,
kasabadan, kentten insanlar akın eder, “ihtifal-i Kur’an”lar şehrayine dönerdi.
Harf ve Mana
Her alim Kur’an-ı
Kerîm’i ayrı bir cihetten incelerdi. Nahiv onu anlamak, belağat onun
güzelliklerini ortaya çıkarmak, usûl “ahkam-ı fıkhıyye”yi murad-ı ilahi
çerçevesinde istinbat etmek için telif edilmişti. Boşanan aynı zamanda da
çocuğunu emziren kadınların nafakasının örfe uygun bir şekilde babaya ait
olduğunu bildiren (Bakara: 233) ayet-i kerimenin “ibaresi”nden annenin
nafakasının babaya ait olduğu, “المولود له” deki ihtisas ifade eden “ل”
harfinden de, çocuğun babaya mülkiyet bakımından değil nesep yoluyla ait olduğu
ve bunun “nassın işareti”nden anlaşıldığı söylendi (bk. İbn Kutluboğa, Şerh-u
Muhtasari’l-Menar, 99). Müfessirler, usulcüler, fakihler Allah kelamı olan
Kur’an’ın harflerine de, hayatlarına dair hükümler çıkarılacak esaslar olarak
baktı. Kelimat-ı Kur’an gibi, huruf-u Kur’an da inşaya, inkişafa vasıta oldu.
Bazen bir müçtehit tek bir ayete takılıp sabaha kadar ondan pekçok hüküm
çıkardı. Tefsirlerde, kıraat ederken nerede durmak gerektiğine, vakıfta,
vasılda mananın nasıl olduğuna işaret edildi(bk. Nesefî, Medârik, II, 654).
Muhteva itibariyle,
تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ
حَمِيدٍ لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ
“Ona önünden de
ardından da batıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan
indirilmiştir.”(Fussilet, 42) kıymetinde olması onu hem bütün kitaplardan
ayırdı, hem de rasih alimler gözünde hiçbir kitaba nasip olmayacak derecede
büyüttü. Okunmasına ihtifalle başlandı, ezberlenmesi, tefsiri, yaşanması şehr-i
ayin tadında oldu.
Ondört Asırdır Kapanmayan Ofis:
Kur’an Düşmanları “Ar-ge”si
Kur’an-ı Kerim’in
ümmet için rükn-u şedîd olması, onun sarsılmasıyla İslam binasının çökeceğinin
vehmedilmesi saldırıların öncelikle ona yönelmesine yol açtı. “Kur’an
muarızları” yeryüzünün en uzun ömürlü “ar-ge”si olarak çalıştı. Bir proje
elinde kalınca, diğerine sarıldı. 14 asırdır aynı kuruntuyla “Bu olmazsa,
diğeri olur.” diyerek yeni iftiralar üretti.
Kur’an-ı Kerim’in
talimatları, BM’ye ait bir karar gibi küresel güçlerin müeyyidesi ile değil,
yüreklerin inkıyadıyla intişar etti. Sonra da her dönemin hakim güçleriyle
hesaplaştı. Cahiliyye’den hesaplaşarak çıktı Kur’an. Diliyle “uydurma”
diyenler, yürekleriyle ona iman etti. Hz. Ömer gibi muhalifleri gizli gizli
Allah Rasulü’nün Kur’an okuyuşunu dinledi. “Madem insan sözü olduğunu iddia
ediyorsunuz benzerini, o olmazsa on suresinin, o da olmazsa bir suresinin
mislini getirin !” diye meydan okudu Kur’an. Şairler sustu, Mekke sustu.
Müşrikler her sessizliğin ardında bir fırtına koparmak istedi, yeni bir umutla Allah’tan
başka nisbeler arandı, bir mekr tutmayınca diğerine tevessül edildi, kalem ve
kelam kifayet etmeyince kılıçlar kuşandı, Kur’an’ı susturmak için savaştı
Mekke. Savaştı ve kaybetti. Bütün bunlar olurken diğer cepheden Kur’an’ın
yüreklere başlattığı yürüyüş devam etti. Gün geldi, kalbiyle teslim olup,
diliyle direnenler de onun karşısında diz çöküp iman etti.
Hiçbir asır ne Ebu
Cehilsiz ne de cahiliyyesiz kaldı. Farklı zamanlarda, farklı içeriklerde
Kur’an’a saldırlar hep devam etti. İbn Kuteybe (v. 276) “Te’vil-u
Müşkili’l-Kur’an”ı, Bâkillani, (v. 403) “İ’cazu’l-Kur’an”ı, Kadı Abdulcebbar
(v. 415) Tenzihu’l-Kur’an ani’l-Metain’i Ebu Cehil saldırılarını bertaraf etmek
için yazdı. Her biri zındıkların saldırılara karşı Kur’an müdafaası yaptı.
Zemahşeri, Razi, Beydavi, Nesefi’nin nahvi tahlillere sıklıkla yer vermesi,
İ’rabu’l-Kur’an’la alakalı telif edilen eserler de
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ
الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفاً
كَثِيراً
“Eğer o Kur’an,
Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlıklar
bulurlardı.” ( Nisa: 82) ayetini tasdik sürecinde kaleme alındı. Ne var ki
Kur’an’a saldırılar durmadı ya yeni yeni şüpheler üretildi ya da eski marazlar
arşivden çıkarıldı. Geçen asırda Batı Müslümanlar karşısında siyasi, iktisadi
bir zafer kazanmasına rağmen iman cephesinde mücadeleyi kaybetti. On üç asırlık
mücadelede Nasranilik tevhid dini İslam karşısında büyük bir hezimet yaşadı.
Rahbaniliği savunan kilise, rabbanilik diyen, “din ve dünya”yı bir bütün gören
İslam’a Anadolu dahil pek çok dindaşının yaşadığı bölgeleri bırakmak zorunda
kaldı. Batı böyle bir dinle siyaseten istila ettiği bölgelerde insanları
İslam’dan koparıp, Hristiyanlaştıramayacağını bizzat gördü. Oryantalizm
Kur’an-ı Kerim ve İslam etrafında şüpheler oluşturarak Müslümanların
tesanüdünü, Kur’an’a ittibalarını koparmaya çalıştı.
Kur’an
Etrafında Oluşturulan Şüpheler
Kilise, defalarca
tahrif ettiği İncil’i, insanların İslam’a geçişini engelleyebilmek, “Dinse
aradığınız, bizde de var.” diyebilmek, onları yanlışla oyalayıp, doğrudan
alıkoymak için kullandı. Hristiyanlığın İslam hakkında ki sloganik
ifadelerini/iftiralarını İslam dünyasında yaymak için yeniden organize oldu.
Sömürü ve misyonerlikle yapamadığını, oryantalizm üzerinden gerçekleştirmeye
çalıştı. Özellikle Batı kentlerinde lisans, yüksek lisans eğitimi gören
gençlere İslam’ı kendi penceresinden anlatarak yerli oryantalizmin önünü açtı.
İslam dünyasında Kur’an’ı uydurma, sahabeyi barbar, Müslümanları vahşi bir
uygarlığın çocukları olarak gören bir güruh oluşturdu.
Oryantalistler, ibare
ve ifadesinde tekrar, geçmiş zaman fiili yerinde gelecek zaman kipi kullanma,
müfred yerinde “cem”i, müennes/dişil yerinde müzekker isim zikretme gibi
hatalar(!) içeren Kur’an’ın ilahi olmasının iddiadan öte bir anlam taşımadığını
söyledi. Bu nokta da pek çok oryantalist Kur’an’ı Allah’tan başkasına nisbet
eden, “Kur’an’ın kaynakları” üst başlığında toplanabilecek eserler kaleme
aldı(bk. Muhammed Hüseyin, el-Musteşrikûn ve’d-Dirasatu’l-Kur’aniyye, s.118,
120). Tarihi süreç içerisindeki saldırılardan daha kapsamlı olan oryantalist
tahrif hareketleri muasır alimlerin reddiyeleriyle tesirsiz hale getirildi.
“Ben de
Sizdenim” Konuşmaları
Batılılar işgalci
kimliklerinden mütevellid nefretten dolayı Müslümanlar üzerinde istenilen
anlamda tesir edemeyince, Müslümanlarla İslam arasındaki irtibatsızlığı yerli
oryantalizme havale etti. Onlar da “Siyasi istikrarsızlığa son vermek, ümmeti
istiladan ve geri kalmışlıktan kurtarmak, bilimsel çalışmaların önünü açmak”
gibi içerden bir dil kullanarak, hamasi konuşmalar yaptı. Ne gariptir ki
konumları ve ameliyeleri gereği küresel istilanın devam ve bekasına memur
olanlar, millet huzurunda işgal karşıtı konuşmalar yaptı, makaleler yazdı. Bu
durum tahrike yol açınca geri kalmışlığın bütün faturası modernistleri reddeden
Müslüman halka kesildi. Millet, ifadelerin “halavetin”den kahramanın
hakikisiyle sahtesini bir birinden ayırt edemedi.
Öğrencilerin İmanını
Sarsan Bir İlahiyatçı: Mustafa Öztürk
Oryantalizm’in Kur’an’la
alakalı iftiralarını aynısıyla tekrar eden, yer yer de bunu “kutsala zerre
kadar saygısı olan söyleyemez” diyeceğiniz bir üslupla yapan maalesef ki
Mustafa Öztürk gibi ilahiyatçılar var. Belki de bunlardan daha vahim olanı ise
Öztürk’ün bu yazıları (ya da bir kısmını) hakemli dergilerde yayınlamış olması.
Buna göre Türkiye’de “Kur’an uydurmadır.” diyen oryantalist Rudi Paret’i
destekleyen başka akademisyenler de var demektir.
Öztürk’ün Kur’an’la
alakalı kitaplarını okuyan birkaç öğrenci imanlarının büyük bir sarsıntı
içerisinde olduğunu, eğer Öztürk’ün iddia ettiği gibi Kur’an, Ahdi Atik’ten
iktibas edildiyse niçin aslıyla değil de kopyasıyla amel etmeye teşvik
edildiklerini sordu. Öğrencilerin imanlarını sarsan Öztürk’ün biri, diğerinden
iktibas olan kitaplarındaki “Kur’an’da lahn/hata” olduğunu iddia ettiği
ifadeleri şu şekilde:
1.ÖZTÜRK’ÜN KUR’AN’DA HATA
VAR İDDİASI
“Sırası gelmişken şunu
da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın
Arapça değil “Rabça” olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül
etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn
(hata) tartışmasına konu olan sorunlu ibareler de mevcuttur. Diğer bir deyişle,
Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvîl de vardır. Azımsanamayacak
ölçüde tekrarlar vardır. Keza ayetlerin hecelerinde ses uyumu (seci/nesir
kafiyesi) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı
kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel
isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin sonuna harf eklemek, harf
düşürmek ve hatta “üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler’ şeklinde tercüme
edilen وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ ve-meârice aleyhâ yezharûn (43/Zuhruf
33) ibaresinde olduğu gibi manaya katkısı bulunmadığı halde ayet sonuna aleyhâ
yezharûn (üzerine çıktıkları/çıkacakları) şeklinde bir ibare eklemek gibi
hususiyetler de mevcuttur.” (Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz,
15-16).
Biz bu yazıda Mustafa
Öztürk’ün Kur’an’da –haşa- lahn/hata olarak nitelediği yukarıda ki hususlara
birer örnek vererek Müslümanların zihinlerinde oluşturulmaya çalışılan
şüpheleri izale etmeye çalışacağız.
Kur’an’da
Gereksiz İfade Var mı?
Kur’an’ın bir faydadan
dolayı anlamı lafız ziyadesiyle ifade etmesi, demek olan itnab, Öztürk’ün iddia
ettiği gibi bir hata değil, edebi bir özelliktir. Eğer fazladan bir lafız
kullanmak bir amaca mebni değilse buna “tatvil/uzatma” denir (Bekri Şeyh Emin,
el-Belâğatu’l-Arabiyye, II, Beyrut, 2004, 184). Faydanın çeşidine göre ise
“ıtnab” farklı kısımlara ayrılır. Bunlardan bir tanesi, has olan ifadenin
üstünlüğünü ifade edebilmek için “amm” olan bir lafızdan sonra “hâs” ifade
tekrar edilir. تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ “Melekler ve Ruh yere iner.”
(Kadr: 4) ayetinde tanımları aynı olan fertlerin tamamını içine alan “amm” bir
ifadeden sonra الْمَلَائِكَة “el-Melaike” yine bir melek olan Cebrail’in
الرُّوحُ “er-Ruh”u şeklinde ayrı bir kelimeyle gelmesi, ذكر الخاص بعد العام
/zikru’l-hassı ba’de’l-amm” nevinden bir “ıtnab”tır ve Cebrail’in diğer
meleklere rüchaniyetini belirtmeye matuftur (Itnab çeşitleri için bkz,
el-Belağatu’l-Vadıha, 251). Ne var ki Öztürk, Kur’an’ın “i’caz”ının bir
hususiyeti olan “ıtnab”ı Kur’an’daki hata ve sorunlu ibarelerden biri olarak
zikretmektedir.
Ashab-ı Kehf
Ayetinde Hata mı Var?!
Öztürk de
oryantalistler gibi Kur’an’ı itibarsızlaştırmak için onda, bir faydaya bağlı
olmayan uzatmaların olduğunu iddia etmektedir. Nitekim oryantalistler Ashab-ı
Kehf’in mağarada kalış süresini kıymetlendiren
وَلَبِثُوا فِي
كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِئَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعاً “Onlar mağaralarında üç
yüz yıl kalmışlar ve dokuz yılda buna ilave etmişlerdir.” (Kehf: 25) mealindeki
ayetin ثَلَاثَ مِئَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعا yerine ثَلَاثَ مِئَةٍ وتسع
سِنِينَ şeklinde olması gerektiğini ileri sürdüler.
Güneş takvimine göre
bir yıl 365, kamerî takvime göre ise 354 gündür. İkisi arasında 11 günlük bir
zaman farkı vardır. 33 yıllık bir güneş takviminden, kameri takvime göre 1 tam
yıllık fark ortaya çıkmakta, bu durum üç yüzyıl üzerinden hesap edildiğinde ise
iki takvim arasında 9 yıllık bir farka tekabül etmektedir. Buna göre Kur’an-ı
Kerim üç yüz ve dokuz sayılarını ayrı zikrederek birinci de şemsi takvime göre
Ashab-ı Kehf’in mağarada üç yüz yıl kaldığını söyleyen Hristiyan kaynaklarına
işaret etmekte, dokuz ilavesi ile Arab’ın bildiği fakat Kur’an-ı Kerim’in nüzul
zamanında henüz yazılı olarak kullanılmayan kamerî takvimi esas almakta, buna
göre de mağarada kalış üç yüz dokuz yıla denk düşmektedir(bkz İbn Âşûr,
et-Tahrîr-u ve’t-Tenvîr, VII, 301).
Oryantalistlerin
iftiralarını “hüccet” kabul eden Öztürk’ün onların ağzıyla Kur’an’a
yakıştırdığı hatalar gerçekte ise okuma-yazma bilmeyen(A’raf: 157-8), ne
Tevrat’ı, ne de İncil’i görmeyen bir Peygamber’e inen kitapta olması hasebiyle
ilahi bir mucizedir.
Kur’an-ı Kerim’de Tekrar
Öztürk, i’cazı ile
Arab’ın en büyük ediplerini ilzam eden Allah Kelamı etrafında şüpheler
oluşturmak için, Kur’an’daki tekrarları hata bağlamında zikrediyor.
Oysa Arap edebiyatına
vakıf olanlar, hem ayetlerin i’cazına hem de Kur’an’ın tertibine hayran olur,
bundan mahrum olanlar ise onda sadece kelimeleri ve onların oluşturdukları
suretleri görür. Edebi ve dini gayeye mebni olarak zikredilen, bazen cümle
tamam olduktan sonra gelen ve verdiği mana itibariyle de tekrar edilmemesi halinde
ya manada ya da ibarede bozukluk olacağını izhar eden tekrarların hikmeti ancak
Kur’ani bir zevke vakıf olan Rabbani alimlerde ortaya çıkar. Bir çiçeğin arıda
bala diğer hayvanlarda ise necasete dönüşmesi gibi derin bir Arapça’ya vakıf
olanların nezdinde tekrarlar imanın güçlenmesine vesile olur. Bu yüzden saf bir
Arapçaya vakıf olan sahabede tekrar, imana vesile olurken, Mustafa Öztürk gibi
mübtediler nazarında “hata” olarak addedilmektedir.
Kur’an’da ki
tekrarların işlevini şu iki sure bağlamında mülahaza edelim: “Allah Teala
Rahman Suresi’nin ikinci ayetinde Rahman’ın Kur’an’ı öğrettiğini عَلَّمَ
الْقُرْآنَ, üçüncü ayette ise insanı yarattığını خَلَقَ الْإِنسَانَ kelamıyla
ifade eder. Kur’an’ı öğretmeyi, insanı yaratmadan önce zikrederek, kulun bu Kur’an’ı
öğrenmek ve ona göre yaşamak için yaratıldığına işaret eder. Surenin baş
tarafındaki 12 ayetle sureye bir mukaddime yapar; Allah’ın aleme bir mizan
koyduğunu bildirir. Farklı vurgularla “mizan” kelimesini üç defa tekrar ederek
inse ve cinne pek çok nimetin hatırlatılacağı ve her biri müstakil bir mevzu
bağlamında ele alınacak tekrarlara alıştırır. Nasıl ki her ders, her mesai, her
ameliye benzer ifadelerle başlar ve biter. Kur’an da insan için hayati derecede
önem arz eden her bir nimeti müstakil bir mevzu bağlamında değerlendirir ve her
birinin sonunda ins ve cinne, فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
“Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” diye sorar.
Mürselat suresinde on
yerde tekrar edilen وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ “Vay haline o gün
yalanlayanların” ayetinde Allah Teala on farklı mevzudan bahseder ve her birini
müstakil bir konu olarak arz eder. فَإِذَا النُّجُومُ طُمِسَتْ Yıldızların
ışığı söndürüldüğü zaman (Mürselat: 8) diye başlayan ve وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ
لِّلْمُكَذِّبِينَ “Vay haline o gün yalanlayanların”(Murselat: 15) ayetiyle
biten birinci bölüm kıyametten, 16. ve 19. ayetlerden oluşan ikinci bölüm ise
önceki milletlerin yok olmaları yanında, Allah’ın hakikati yalanlayanlara karşı
değişmez kanunlarının olduğunu bildirir. 20. ve 24. ayetlerden oluşan üçüncü
bölüm yaratılıştan ve bunun ilham ettiği takdir ve tedbirlerden
bahsediyor(diğer bölümlerin değerlendirmesi için bkz. Seyyid Kutup, Fi
Zilali’l-Kur’an, VI, 3789-90).
Allah Teala
yaratılışın kodlarını unuttuğundan kendini kaybeden insanı sure içerisinde
esasta birbirine bağlı, detayda farklı konularda ibret yolculuklarına çıkarır
ve her yolculuğun nihayetinde وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ “Vay haline o
gün yalanlayanların” ayetini zikrederek seyahati sonlandırır. Suredeki her bir
yolculuğun sonunda, insana Ahiret hatırlatılır, bir uyarı cümlesiyle ona
“eşyayı gerçek şekliyle düşün”, denir. Tıpkı yolun ortasına yığılan bir sarhoşu
polisin kaldırıp, “niçin eşyanın hakikatini yalanlarcasına, araçlara ait olan
bu yolu yatak olarak kullanıyorsun şeklinde uyarması gibi. Sarhoş başka bir
sokağa girip, öncekinde olduğu gibi yatarsa polis onu kaldırır ve aynı cümleyle
ikaz eder. Allah Telala da dünyaya dalan bu dalışıyla yaratılış amacını unutan
insana “kendine gel” der.
Geçmiş zaman/Mazi
Fiil Yerinde Muzari Fiil Kullanmak Kur’ani bir Hata mı?
Oryantalistler
Kur’an’ın mazi fiil yerinde muzariyi kullandığını, böyle bir kitabın
“i’caz”ından söz edilemeyeceğini iddia ederek Müslüman zihinleri iğva
etmektedirler. Oryantalistlerin işaret ettiği ayetlerin manalarını idrak
etmekten mahrum Öztürk gibi mustağribler de oryantalist etkiyle Kur’an’ın mazi
(geçmiş zaman fiili) yerinde, muzari (şimdiki zaman fiili) kullanmasının hata
olduğunu iddia etmektedirler. Oryantalistlerin iddialarına mesnet teşkil
ettikleri bir ayeti tahlil ederek mevcut halin bir lahin mi olduğunu yoksa
Kur’an’ın “i’caz”ına mı delalet ettiğini görelim:
Hz. İbrahim’in oğlu
İsmail فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ “Babasıyla birlikte yürüyüp gezecek
çağa gelince,
قَالَ يَا بُنَيَّ
إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانظُرْ مَاذَا تَرَى
‘Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin’,
dedi(Saffat: 102). Kur’an’ın hasımları masum insanların imanlarıyla oynamak
için ayette geçen أَرَى “era/görüyorum” fiili yerinde رايت “reaytü/gördüm”,
أَذْبَحُ “ezbahu/boğazlıyorum” fiili yerinde de ذبحت “zebahtu/boğazladım”
fiillerinin olması gerektiğini iddia etmektedir.
Fiili muzari teceddüd
ifade ettiğinden bu kıssada, bir hadisenin olup bitiğini izah etmek için
kullanılan fiili maziden daha uygundur. Zira Hz. İbrahim bu rüyayı birkaç defa
görmüştür. Nitekim konu ile alakalı Kurtubî şunları nakletmektedir: “Hz.
İbrahim terviye gecesi sanki ‘Allah oğlunu kurban etmeni emrediyor.’ diyen
birini gördü. Sabah olunca kendi kendine, “Acaba bu rüya Allah’tan mı, yoksa
Şeytan’dan mı?” diye düşündü. İkinci gece aynı şekilde rüyayı yine gördü. Sabah
olduğunda anladı ki bu rüya Allah’tandır. Bu yüzden bugüne, “Yevm-u Arafa”
dendi. Üçüncü gece benzer rüyayı yine gördü, bu defa onu kurban etmeye karar
verdi. Bu yüzden bu güne “yevmu’n-nahr” dendi(Kurtubi, el-Cami’u
li-Ahkami’l-Kur’an, Beyrut, VI, 68). Hz. İbrahim mazi fiil yerinde “era,
ezbahuke/görüyorum, kesiyorum” şeklindeki muzari fiilleri kullanarak, rüyanın bir
defaya mahsus bir görme olmadığını, geçmişte gördüğünü, an itibariyle de
görüldüğünü, yarın da görme ihtimalinin yüksek olduğunu bildirdi. Bunun için
“görüyorum” ifadesini kullandı. Tıpkı bunun gibi sürekli midesi ağrıyan kişi
de, “midem ağırdı.” yerine “ağırıyor” şeklinde şimdiki zaman kipini kullanır.
Kur’an-ı Kerim mazi
fiil yerinde muzari kullanarak insanları Kur’an’ın içine çeker, nükteleri
kavramalarına yardımcı olur. Olayı gözler önünde yaşanıyor gibi anlatır.
Görüldüğü gibi Öztürk’ün hata olarak gördüğü mazi fiil yerinde muzari kullanmak
oryantalistlerin ve talebelerinin idrakini aşan Kur’an’a mahsus yüksek bir
anlatımdır.
Kur’an Niçin Tekil
Yerinde Çoğul Kullanır?
Oryantalistler
Kur’an’ın zamirler arasında mutabakata riayet etmediğini, bazen cemi/çoğul
zamiri müfred bir merciye gönderdiğini ya da tersi bir uygulama yaptığını,
bunların da ibare hataları olduğunu iddia etmektedirler.
Önce zındıklar
tarafından dile getirilen fakat ulemanın kaleme aldığı reddiyelerde, “Bu tür
meseleler Kur’an’da hata olduğuna değil, onun i’cazına işaret eder.” denilerek
tafsil ve tasfiye edildi. Bu süreçte, Kur’an’ın derin nükteleri de ortaya
çıktı. Ne var ki Öztürk reddiyeler karşısında çürüyen iddialarda şimdi
kendisine kariyer arıyor.
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ
الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ
بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ “Onların (münafıkların)
misali, karanlık gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş yanıp da
etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları
karanlıklar içerisinde bırakır (artık hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara: 17)
ayetinde “بِنُورِهِمْ binûrihim/onların nuru” terkibindeki “هِمْ/onlar” zamiri
lafız itibariyle tekil olan “الَّذِي ”ye dönüyor ki, oryantalistlere göre
müfred olan “الَّذِي ellezî”den dolayı ayet “ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِ
zehebellahu bi nûrihi” şeklinde olmalı ya da “الَّذِي ” ismi mevsulü sıla
cümlesiyle birlikte “مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِين اسْتَوْقَدُوا نَاراً
meseluhum kemeseli’llezîne’stevkadû nâran” şeklinde “cem”i gelmeliydi.
Allah Teala Bakara
Suresi’nde münafıkların sıfatlarını saydıktan sonra onların imanlarını küfürle
değiştirme hallerini şiddetli karanlık bir gecede ateş yakan, çevresi
aydınlanıp ateşin ışığından ve sıcaklığından istifade etmeye başlayan, tam bu
esnada ışığı sönen, karanlığa gömülen, çevresindeki bütün herkesin hareketsiz
kaldığı bir adama (ya da topluluğa) benzetiyor.
Zamirin niteliği
itibariyle kendi gibi müzekker ya da müennes bir isme ya da nicelik olarak
müfred, tesniye ya da cemi bir merciye dönmesini dikkate alanlar, bu olmayınca
“Kur’an’da hata bulduk” diye yaygara çıkaranlar Allah’ın Kelamındaki i’caz”ı
idrak etmekten mahrum mübtedilerdir.
Müfessirler mezkür
ayeti aşağıdaki şekilde tahlil ettiler: “ellezî” lafız itibariyle müfred, İsmi
mevsullerin “amm” lafızlardan olması cihetiyle de mana yönünden cem’i kabul
edilir. Dolayısıyla zamir müfred olduğunda “ellezî”nin lafzına cem’i olduğunda
ise manasına döner.
Ateşi yakan kişi tek,
ısınan ve aydınlananlar ise çok olduğundan Allah Teala ismi mevsul olan
“ellezî”yi “müfred” getirerek, “Ateşi yakan”ın bir kişi olduğunu beyan
etmiştir.
Ayette
münafıklar(müşebbeh), karanlıkta ateş yakan adama benzetiliyor, Allah Teala da
“binûrihim” deki zamiri “hum” şeklinde cemi getirerek doğrudan imanları sönen
münafıklara gönderiyor. Zamir müfred olan “ellezi”ye değil de, münafıklara
gittiğinden mutabakat problemi söz konusu olmuyor.
Ayette münafıkların
bizzat kendileri ateş yakan adama değil, onların halleri ateş yakan adamın
hikayesine benzetilmektedir. Benzer şekilde Cuma suresinde de مَثَلُ الَّذِينَ
حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ
أَسْفَاراً“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra da onu taşımayanların (onunla
amel etmeyenlerin) durumu koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir
(Cuma: 5) denilerek, Tevrat’la amel etmeyen Yahudiler (çoğul) kitap taşıyan
eşeğe (tekil) benzetilmiştir.
“الَّذِي ” çoğul
anlama delalet eden “cem’” gibi lafzı müfred, manası cem olan bir “mevsufun”
sıfatıdır. Sıfat olan “ellezi” mevsufuna delalet ettiğinden, mevsuf hazfedilmiş
sadece sıfat kalmıştır.
“Hata var” diye iftira
edilen ayette münafıkların imanlarından istifade edememe hallerinin gece
karanlığında ateş yakan adama benzetilmesi, “müşebbeh”le, “müşebbehun bih”in
irtibatını o derece tesis etmiştir ki “müşebbehun bih”deki zamir doğrudan
“müşebbeh” olan münafıklara dönmüştür. Manayı bozmadan, ifadeye rekaket
düşürmeden bunu yapabilmek ise ancak Allah Teala’ya mahsus bir durumdur.
Allah-u Ekber ve lillahilhamd.
Kur’an Niçin
Müzekker/Eril, Yerinde Müennes/Dişil Kullanır?
Oryantalistler,
Kur’an-ı Kerim’de müzekker/eril yerinde müennes/dişil kelimeler kullanıldığını
iddia etmekte, Öztürk de Kur’an’da ki hatalar(!) bağlamında bu hususu
zikretmektedir. Nitekim Kur’an düşmanları تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ “/Tam on
gün”(Bakara: 196) ayetinde müzekker-müennes uyumuna riayet edilmediğini iddia
etmektedir.
Başlangıç düzeyinde
bir Arapça’sı olanlar üçten ona kadar sayıların, madûdları/temyizleriyle bir
birine zıt olduklarını, dolaysıyla müennes bir sayının madudunun müzekker
olduğunu bilir. Bu malumat çerçevesinde yukarıdaki ayeti okuyanlar “kamile”
kelimesiyle “aşere” kelimeleri arasında uyum olmadığını bunun da hata olduğunu
iddia etmektedirler. Yani mesele Kur’an’dan değil onu anlayamayan sığ idrakten
mütevellittir.
Temettu haccına niyet
eden fakat kurban kesemeyen bir hacı adayı üç günü hac mevsiminde Harem’de,
yedi günü de döndüğünde olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Bu hususu anlatan
ayeti kerimede فَصِيَامُ ثَلاَثَةِ أَيَّامٍ “/Üç gün oruç” önceden geçtiğinden
dolayı devamda “eyyam” kelimesi bir daha zikredilmez ve ayet تِلْكَ عَشَرَةٌ
كَامِلَةٌ şeklinde nazil olur. Yani “madud” olan “eyyam” kelimesi Kur’an’ın az
kelimeyle çok şey anlatmasının bir özelliği olarak tekrar zikredilmez. Ayrıca
“sıyam” kelimesini duyan herkes de bunun güne mahsus bir ibadet olduğunu anlar.
Nitekim bahse medar olan konu da da “kâmiletun” kelimesi “temyiz” değil,
“aşere” kelimesinin sıfatıdır. Madud ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi
“eyyam” kelimesidir.
“Kâmile” kelimesinin
temyiz olduğunu iddia edenler ise ya “madudun” “kamilât” şeklinde cemi ve
izafet halinde gelmesi gerektiğini bilmiyorlar ya da Öztürk gibi Arapça alt
yapısı olmayanları yanlış bilgilendirip “Kur’an’da hata var” derekesine
çekebilmek için bunu kasıtlı yapıyorlar. Meselenin kurgu safhasının
oryantalizme ait olması dikkate alındığında tek bir ihtimal kalmaktadır ki o da
oryantalistlerin bunu bir plan dahilinde kasıtlı olarak yaptıklarıdır.
Öztürk, oryantalizmin
kitapları yerine tefsirlere baksaydı bu ve benzeri yerlerde hata değil, i’caz-ı
Kur’an-ı görecek ve yerinden fırlayıp avazı çıktığı kadar “Ne büyüksün Ya
Rabbi!” diye bağıracaktı. Oryantalizmin imanlarını sarstığı muzdaripler
kudemanın eserlerine dönerlerse Kur’an muarızlarından hata olarak duydukları
her meselede meani, beyan, bedi ilimlerinin alanına giren pekçok incelikler
olduğuna tanık olacaklar.
2.MÜSLÜMAN
ALLAH TEALA İLE ALAY EDER Mİ?!
Kur’an-ı Kerim bütün
hamd şekillerini içine alan bir çapta “elhamdü” ifadesi ile başlar. Müslüman,
“Rabbine hamdederek Onu tesbih et”(Nasr: 3) emrine muhatap olup; “tesbih” ile
Rabbinin şanının yüce olduğunu ilan eder, Onu bütün noksanlıklardan tenzih
eder. “Hamd” ile ne kadar kemal varsa Ona ait olduğunu ilan eder. Allah Rasulü
de her hayırlı ameliyeye “hamd” ile başlayarak Allah’ı tazim etmeyi
telkin etti. Kur’an’ın gölgesinde neş u nema bulan Müslüman da, yürüyüşte, oturuşta,
kalkışta, ders anlatışta, makale yazışta hep hamd suretinde olur, bu haliyle
kafirden, müşrikten, münafıktan ayrılır. Ne var ki millet evlatlarına bunları
anlatmakla memur olan Öztürk, Allah Teala ile alakalı sarfettiği ifadelerle
adeta Kur’an’la savaşmakta, Allah ile alay etmektedir. İşte buyrun noktasına,
virgülüne dokunmadan Öztürk’ün Allah tasavvuru:
“Allah’ın Mekke
döneminde diğer tanrılarla didişmeye pek niyeti yoktu ve bu yüzden elçisine
“Sizin dininiz/inancınız size, benim dinim/inancım bana!” demesini tembihliyor,
böylece konjoktüre uygun konuşuyordu.” (Öztürk, Kıssaların Dili, 55).
“Ahiret inancına sıkça
vurgu yapması, sevgiyi çoğaltmaya çalışması hasebiyle bir ahlak ve adalet
tanrısı gibi görünen Allah, müminlerin Medine’ye göç etmeleri ve orada
güçlenmeleri üzerine yine konjonktüre uygun olarak savaştan söz etmeye
başladı.(…) “Medine’ye hicretten sonra Tanrı Hicaz’da yalnız benim sözüm
geçinceye dek “kâfirleri nerede bulursanız orada haklayın!” fermanını saldı ve
bu ferman uyarınca müminler vaktiyle sürgün edildikleri Mekke’yi fethettiler.”
“Hülasa kendini
“âlemlerin rabbi” olarak tanıtan Allah gerektiğinde sosyal çevreyi dönüştürme
aracı olarak, gerektiğinde de temel sosyal fikirlerin önemini gösterme aracı
olarak şiddete başvurmaktan kaçınmadı.” (Öztürk, Kıssaların Dili, 56).
Doğrusu bu Tanrı,
Karen Armstrong’un ifadesiyle, “son derece zalim, tarafgir, ve katil bir
tanrıdır. Orduların tanrısı, Yahava Sabaoth olarak bilinecek olan bir savaş
tanrısıdır bu. Kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet
kırıntısı taşımayan, basit bir kabile tanrısıdır.”( Öztürk, Kıssaların Dili,
53).
Öztürk, sanki Allah
Teala’dan değil de insanların uydurduğu tanrılardan bahsediyormuş gibi bir
üslup kullanmakta, Allah Teala’nın Yunan tanrılarının kendi aralarında ki
mücadelesi gibi Mekke tanrılarıyla “didişme”sinden söz etmektedir. Öztürk Allah
Teala için “diğer tanrılarla pek didişmeye niyeti yoktu” derken de cesaret
problemi yaşadığına, “konjoktüre” göre davrandığına, şiddet uyguladığına, Karen
Armstrong’tan tenkit etmeden yaptığı nakille Rahman ve Rahim olan Allah’ın “son
derece, zalim, katil olduğuna” vurgu yapmakta, daha başka tahkir edici ifadeler
kullanarak hiçbir müslümanın cesaret edemeyeceği bir üslupla Kur’an-ı Kerim
gibi Allah Teala’yı da itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Kur’an’ın, kullarına
asla zulmetmediğini (Fussilet: 46) beyan ettiği Allah Teala, Öztürk’ün
literatüründe “zalim”dir.
Müslümanların tenzih
ve takdise memur ve mecbur olduğu Allah Azze ve Celle ile alay eden, en bayağı
sıfatları ona izafe eden Öztürk’e şu ayet buyuruyor ki; وَلَئِن سَأَلْتَهُمْ
لَيَقُولُنَّ إِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُ قُلْ أَبِاللّهِ وَآيَاتِهِ
وَرَسُولِهِ كُنتُمْ تَسْتَهْزِئُونَ “Onlara soracak olsan mutlaka, “Biz lafa
dalıyor eğleniyorduk, hepsi bu!” derler. De ki: “Siz Allah ile, Onun
ayetleriyle ve peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?” (Tevbe: 65).
Kariyer yapmak için
yüksek lisans tezlerini özetleyip makaleye dönüştüren, Allah Teala ile istihza
eden cümleleri sarf ederek Kur’an düşmanlarına, “Eğer Allah’la, Onun Kitabı’yla
hesaplaşacak Müslüman adı taşıyan birini arıyorsunuz işte icraatlarım ortada,
yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıdır. Hiçbir oryantalistin söylemeye cesaret
edemeyeceği cümleleri kurar, sonra da akademik çalışma diyerek onları heyetlerden
geçirir, hakemli dergilerde neşrederim. Birkaç gazeteci ile ekranda bunları
tevil eder, hakkımda kadınlara “Kur’an hakkında radikal yorumları olan bir
hoca” muhtevalı yazılar yazdırır, bu uğurda mücadele ederim. ama bütün bunlara
rağmen Kur’an’ın yakasını bırakmam.” der.
3. KUR’AN’IN
KİTAB-I MUKADDES’TEN İKTİBAS OLDUĞU İDDİASI
Allah Rasulü, etrafı
dağlarla çevrili bir beldede Mekke’de dünyaya geldi. O doğduğunda insanlar ne
Roma okullarını, ne Yunan filozoflarını, ne de Hind felsefesini biliyordu.
Kabe’den dolayı Arap Yarımadası’nın çekim merkezi olan Mekke’de okur-yazar
olanların sayısı on yediydi. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan ümmi olan halk
doğal olarak Ehl-i Kitab’ın kültürüne yabancıydı. İnsanlar tarihi ve medeni
birikimlerini şifahi olarak paylaşır, nesiller arasında irtibat şiirle
sağlanırdı.
Allah Azze ve Celle
peygamberini çevresi engin çöllerle sarılı, ümmiliğin hakim olduğu(bk Cum’a: 2;
Al-i İmran:75) böyle bir şehirden seçti. Ümmi Peygamber(bk Araf: 157-8) okuduğu
ayetlerle Mekkelilere hiç duymadıkları hâdiselerden, gaybî hakikatlerden, iman
esaslarından bahsetti. Onu, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an-ı
Kerim’in Allah Rasulü’ne yazdırıldığını iddia ederek vahiy çevresinde şüpheler
oluşturup Kur’an-ı Kerim’i engelleyebileceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah
Rasulü’ne Rum asıllı Hristiyan köle Cebr en-Nasrânî tarafından yazdırıldığını
iddia ettiler. Nevar ki daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından,
“Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin
olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyerek (Kurtubî, a.g.e., , X,
117) hem iddiaları reddetti, hem de onun etrafında oluşturulmaya çalışılan
şüpheleri izale etti.
Müşriklerin Kur’an’ı
isnat ettikleri kişi hem bir köle, hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya
yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr, Mekke
aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve
karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar bana aittir.” demez miydi?!
Ya da “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla ona değil de bana iman edin
çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu
köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca
“muallaka-i seb’a(yedi askı)” şairlerinin dahi bir sûresinin benzerini
yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi?
Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, yok
etti.
Kur’an-ı Kerim’in “Lâ
ilâhe” derken Allah’tan başka bütün hâkimleri, İslam’dan başka bütün sistemleri
reddetmesi; bütün Ebû Cehillerle, bütün Karunlarla, bütün Belamlarla
hesaplaşması, cihadın hüküm yalnız Allah’ın oluncaya kadar süreceğini ilan
etmesi, Ona iman edenlerin emperyalist devletleri yıkıp parçalamaları, küresel
güçleri ürkütmüş ve her devirde onları Kur’an merkezli İslam’ı
itibarsızlaştırma çalışmalarına sevketmiştir. Bunun kurgu aşamasında bizzat
kendileri, dağıtım-pazarlama ayağında ise adı Hüseyin, adı Mustafa olanlar rol
almıştır.
Her asırda İblis’in
parlamentosu yıllık planları görüşürken İslam’ı yegane tehlike olarak masaya
yatırır, onun rükn-ü esâsîsi olan Kur’an’a karşı yürütülen mücadelede
inandırıcılığını yitiren iddialar revize edilir, yalanları müdafaa edemeyen ya
da dağıtımda isteksiz olan personelin tasfiye kararı alınır.
Müşrikler, Kur’an’a
karşı “Cahiliyye”yi korumak için o günün şartlarında bütün yollara baş vurmuş
fakat Allah Rasulü’nün ümmi oluşunu inkar etmemişlerdi. Bu yüzden Kur’an’a hep
hariçten kaynaklar aramışlardı. Nevarki Kur’an’a kaynak bulma gayretleri her
defasında akamete uğramıştı.
Kur’an okundukça çöl
sustu, edebiyat meclisleri itibarını yitirdi, Arab’ın kültür ve medeniyet
hafızası olan şairler yenildi. 23 yıllık bir mücadelenin sonunda bütün bir
yarımada ümmi peygamberin okuduğu Kur’an’ın etkisiyle hem sîretini, hem de
sûretini değiştirdi.
Müşrikler gibi,
oryantalistler de sarsıldı Kur’an-ı Kerim karşısında. “Muhammed ümmî olduğu
halde bu kadar geniş bir yelpazede, bu kadar farklı konudan nasıl bahsedebilir
ve insanlar üzerinde nasıl bu derece müessir olabilir, Kur’an’daki bu ilmi
nereden aldı?” diye kendilerine defaatle sorular yönelttiler. Rıhtıma kadar
geldiler, ama gemiye binemeyip, iman edemediler. Tarih boyu Kur’an
düşmanlarının Onunla olan mücadelesini ve mağlubiyetlerini incelediler.
Ulaştıkları bütün sonuçlar onlara; “Kur’an’ın rüchaniyeti onun vahiy, tebliğ
eden Hz. Muhammed’in de Allah’ın Resul’u olduğuna delildir.” dedi. Fakat onlar
vazifelerine sadakat gösterip delillere rağmen inkarı seçtiler, yeni bir cephe
açıp Allah Rasulü’nün okur-yazar olduğunu iddia ettiler. Tarihi veriler onun
ümmi olduğunu isbat edince, çaresiz “Biz ne diyorsak odur.” dediler. Bu
çerçevede “Kur’an’ın kaynakları” başlığını taşıyan eserler kaleme aldılar.
Allah Rasulü’nün Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia
ettiler. Ümmiliği inkarla başlayan bu iftirayı o derece ileri götürdüler ki,
Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid”
adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken
“Efendimiz’in önünde İncil, elinde kalem işlevi gören bir tüy olduğu halde
ondan nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir resim yayınladılar(bk. Abdulmuhsin
el-Matîrî, Da’va’t-Tâînîn, Beyrut, 206, 217).
Kur’an’ın önceki
kitaplardan intihal olduğu iddiasına insanları inandırabilmek için, bunu
imkansız hale getiren Allah Rasulü’nün ümmi olamayacağını söylediler, bu
noktada muasır akademisyenlerden kendilerine şahidler de buldular. Kimi
gönüllü, kimi de oynanan oyundan habersiz olan bu taife, ümmiliğin zıddının
okur-yazar, cahilin karşıtının ise alim olduğunu temyiz edemeden, “Tabi ki
Peygamber okur-yazardı.” diyerek ümmiliği reddetti. Bu reddedişle de
oryantalizmin Kur’an’ın vahiy olmadığı yönündeki iddiasına zemin hazırladı.
Oysa ki Allah Rasulü hayatının hiçbir devresinde ne bir metin yazdı, ne de
yazılı bir metni bakarak okudu(Ayrıntı için bk İhsan Şenocak, Ümmilik, İnkişaf,
sy., 9, 12-21).
Allah Rasulü’nün ümmî
olduğundan bahseden ayet-i kerimeler Medenî’dir. Sadece okur-yazar olmadığını
bildiren ayet mekkîdir(Ankebut: 48). Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise
Medenî’dir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve
değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen,
hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların
bilgisinden bahseden Kur’an’ı tebliğ etmesi ve bu Kitab’ın dünyanın en çok
okunan kutsalı olması ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu gölgelemek
isteyenler Allah Rasulü’nün ümmî olduğunu reddederek, Kur’an’ın ilahi oluşu
etrafında şüpheler oluşturmak istemektedir.
Siyer kitapları, Onun
hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen okuduğundan
ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedir.
Bilgiye ulaşmanın
vasıtası olan yazı, Allah Rasulü’nün kaynağının vahiy olması bağlamında
değerlendirildiğinde görülecektir ki, ümmîlik Allah Rasulü için bir nakısa
değil bilakis onun nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
Rudi Paret’i Tasdik
Eden Tefsirci
Oryantalist olmanın
zorunlu bir sonucu olarak Kur’an’a saldıran Rudi Paret, Kur’an’ın Allah Rasulü
tarafından Ahd-i Atik’ten uyarlama olduğunu iddia etmekte, Öztürk de onun bu
hezeyanlarına katıldığını belirtmekle yetinmeyip, Paret’in iftiralarını
“anılmaya değer tesbitler” olarak nitelemektedir:
“Vakıa, Muhammed daha
çok Eski Ahit kıssalarına, özellikle Nuh ve Tufan kıssasına başvurmuş ve
bunları -Vahiy Tarihi’nin (Heilsgeschichte) erken döneminden diğer örneklerle
insicam içerisinde- nesilden nesle, kavimden kavime tekerrür eden bir ‘ilahi
azap’ modeli geliştirmek amacıyla kullanmıştır. Bu esnada Eski Ahit kahramanları
asli hüviyetlerinden epey bir bölümünü yitirmişlerdir. Nuh, Lut ve Musa,
Muhammed’in kendi şahsının birer numunesi haline gelmişlerdir. Onların
karşıtları, yani Nuh ve Lut’un kavimleri, Firavun ve Mısırlılar ise Muhammed’in
çağdaşı müşrik Mekkelilerin rolünü üstlenmişlerdir. (….) Muhammed, Kitâb-ı
Mukaddes’teki malzemeyi iktibas ederken, Eski-Ahit yazarlarının (Chronisten)
edebi hikâyeciliğiyle rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Onun için
birinci derecede söz konusu olan ‘içerik’ti.” (Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara,
2010, 72-3).
Öztürk, Paret’in Allah
Rasulü’nün Kur’an kıssalarını Eski Ahit’ten aldığı, sonra bunları ‘ilahi azab’
modeline dönüştürdüğü, ardından da kendi zamanına uyarladığı yönünde ki
iftiraları için, bunlar “anılmaya değer tesbitlerdir” ifadesini yetersiz
görüyor ve şunları söylüyor:
“Kur’andaki kıssaların
mahiyet ve işlevi bağlamında katıldığımız bu görüşlere itiraz edildiği,
dolayısıyla Kur’an kıssalarının tarihî gerçeklikle birebir örtüştüğü fikri
benimsendiği takdirde Allah’ın iradesinin farklı zamanlar açısından niçin
“Geçmişte öyleydi; şimdi böyle” şeklinde ifade edilebilecek tarzda yansıdığına
makul bir izah bulmak gerekecektir.”(Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara, 2010,
73).
Cevap Ver Öztürk!
Evet, Kur’an’ı Kerim’i
anlatmaya memur bir zat, ona uydurma diyen bir oryantaliste katıldığını
belirtiyor. Eğer Öztürk’te zerre kadar ilim ve fikir namusu olsaydı Kur’an’ın
uydurma olduğunu iddia eden oryantaliste katılmadan önce şu hususlara cevap
verecek, sonra da bütün bu iddiaların ne kadar ilmi ve tarihi hakikatlere
aykırı olduğunu görecekti. Kur’an’ın –haşa” uydurma olduğunu iddia eden Öztürk
şunlara cevap versin:
Allah Rasulü ile aynı
zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu yani okuma
yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden Kur’an’ı O’na başkalarının
yazdırdığını ileri sürmüşlerdi. Görüşlerine katıldığını söylediğin Paret’in
iddia ettiği gibi eğer Allah Rasulü “Kitab-ı Mukaddes”ten iktibas edecek
şekilde okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için bütün imkanlarını seferber
eden müşrikler pekala bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil
üzerine bina etmezler miydi? Muhal farz, bu iddianın bir an için doğru olduğunu
düşünelim… Bu durumda Allah Rasulü’nün hangi dillerde okuma yazma bildiği
meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira oryantalistlerin de itiraf ettiği gibi Ahd-i
Atik İslam’dan önce Arapça’ya tercüme edilmemişti. İngilizler,
el-Mevsûatu’l-Birîtaniyye’de ilk Ahd-i Atik tercümesinin Abbasi Devleti’nin ilk
yıllarında olduğunu belirtmektedirler. (Mahmud Mazî, el-Vahyu’l-Kur’anî
fi’l-Manzûri’l-İstişrâkî, İskenderiyye, 1196, 147-8) Kendini muteber bir
akademisyen olarak gösteren Öztürk bu durumda Allah Rasulü’nün kimden ve nerede
İbranice öğrenip de Tevrat’tan iktibasta bulunduğunu ispat etmesi gerekir. Elinde
oryantalist yalanlar dışında ne var?!
Paret’in işaret
ettiği, Öztürk’ün de katıldığını belirttiği kıssalar hususunda iki kitap
arasındaki kısmi benzerliğin nedeni her ikisinin de Allah’ın vahyi olması
hasebiyledir. Eğer benzerlik bir Kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına
gelecekse Tevrat’la İncil arasındaki benzerlik Kur’an’a kıyas edilmeyecek kadar
çoktur. Bu durumda Öztürk Hz. İsa için de, İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi
diyecektir?!
Eğer Kur’an, Öztürk’ün
de iddia ettiği gibi tahrif edilen Tevrat’tan iktibas edilseydi, benzerinin
yazılamayacağı yönünde müşriklere meydan okurken(Bakara: 23), Mekkeliler, “İşte
meydan okumaya vasıta yaptığın meseleler Tevrat’ta da var” diye onlarla
Kur’an’ın karşısına çıkmazlar mıydı? İnsanlar, “Tevrat varken, onun bir kopyası
olan Kur’an’a gerek var mı?” diye itiraz etmezler miydi? Madem kıssalar önceki
kitaplardan iktibas edildi, o halde Tevrat ve İncil de olmayan Hz. Hûd, Salih
ve Şuayb kıssalarını Allah Rasulü nereden aldı?!
Rudi Paret’in
Kur’an’ın, Ahd-i Atik’ten intihal olduğu iddiasına katıldığını söyleyen Öztürk;
müntesiplerini insanlığı Yahudi adına sömürmeye, kan dökmeye davet eden, şirki
meşrulaştıran muharref bir Tevrat’la; Allah’ın hakimiyetine çağıran, göklerin
nizamıyla yere müdahale eden, ırka dayalı sistemlere son veren, üstünlük
takvadadır diyen, şirkin Allah’a karşı işlenen en büyük terör suçu mesabesinde
olduğunu dolayısıyla da asla affedilemeyeceğini ilan eden Kur’an’ı aynı
bağlamda değerlendirip, ikincisinin birinciden alıntı olduğunu söylemesi ilmi
olduğu kadar vicdani açıdan da cinayettir.
4. MUCİZELERİN İNKARI
Öztürk, risaletin
şahidi olan mucizelerle alakalı da şunları söylemektedir:
“Hissi mucizelerle
ilgili rivayetlerin haber-i vahid türünden olması ve kesin bilgi değeri
taşımaması gibi teknik konular bir tarafa bu tür rivayetler bize öyle geliyor
ki Müslümanların bilhas¬sa Hıristiyanlar ile polemiklerinde Hz. Muhammed’in en
azından mucize konusunda Hz. İsa’dan aşağı kalır bir yanı olmadığı fikrine
mesnet kılmak için uydurulmuştur.” (Öztürk, a.g.e., 65).
“Evet, Hz. Muhammed’e
nispet edilen hissi mucizeler büsbütün uydurmadır.” (Öztürk, a.g.e., 65).
Öztürk, Paret’in
Kur’an’ın uydurma olduğu yönündeki hezeyanını onayladığından ya Kelamullah’ı
okuma gereği duymuyor ya da “Uydurma olduğundan üzerinde dilediğim gibi
tasarruf yetkisine sahibim.” diyor. Eğer Öztürk bütüncül bir nazarla Kur’an-ı
Kerim’i okusaydı görecekti ki, Allah Rasulü’ne, verilmeyen hissi mucize değil,
“el-mu’cizetu’l-muhlike/ inanmayanların helakine sebep olan mucize”dir. Zira
Kur’an-ı Kerim, Allah Rasulü’nün irşad amaçlı pek çok hissi mucizesinden
bahsetmektedir: Bedir’de Allah Rasulü’nün attığı toprağın müşriklerin gözlerine
isabet etmesi (Enfal: 17), Bedir’de bin(Enfal: 9) ardından üç ve beş bin
meleğin gelmesi (Al-i İmran: 124-5), Allah Rasulü’nün bir gece Mekke’den,
Kudus’e gitmesi (İsra: 1), Kur’an-ın gelecekten haber vermesi (Rum: 1-4), ayın
ikiye yarılması(Kamer: 1-2)hissi mucizeden başka nasıl izah edilebilir?!
Ne gariptir ki ümmetin
çocuklarına Kur’an-ı Kerim’i öğretmeye memur birisi, Allah’ın ayetlerine Rudi
Paret’in yalanları kadar itibar etmiyor. Allah’ın “var” dediğine “yok”,
oryantalistin “var” dediğine ise “işittim ve itaat ettim” diyor.
5. HULASA
Öztürk, bir yazımız
üzerinde dört “sebbiye” kaleme aldı, aynı içerikte de çekimler yaptı. Dil ve
diyalektik itibariyle bütün ameliyeleri ancak en çirkine, en kötüye örnek
olabilir, ilmi-fikri muhteva ve edebi kıymet açısından da ancak lise
talebelerine, “nasıl bir yazı yazmamaları” noktasına numune teşkil edebilir.
Zira Türkçe’de ahlaksız kelimeler sözlüğü yazılsa kaynak olarak “Mustafa
Öztürk’ün Feryadı” başlıklı ses kaydı ve kaleme aldığı dört sebbiye kafi
gelir.(Millet irfanına zarar vermemek için neşrini uygun görmediğimiz yazılar
ilk halleriyle elimizde mevcuttur. Talep edilmesi halinde reşid olanlara
gönderilebilir.)
Bütün bunlardan daha
da vahimi ise bir ilahiyatçı olarak vazifesi itibariyle de olsa ahlak davası
olması gereken Öztürk’ün ahlaksızlığın manifestosu olacak yazılar yazması ve bu
halde bir yönüyle de ahlak kitabı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde konuşmasıdır. Bu
izmihlali ahlaki yürürken ilmi istiklalden bahsetmek mümkün değildir.
İftira, bir edebi tür
olsaydı onun şaheseri de Öztürk’ün sebbiyelerinden seçilirdi. Zira
İhsansenocak.com’da ki “iletişim kısmında” soyadı “Kadıoğlu” olan bir
kardeşimizin mailinin Osmanlıca’da ifade edildiği şekliyle “Kadızade”
yazılmasından hareketle maili bize isnat eden ve bu isnat üzerine yalanlar
kurgulayan, bizi Kadızadelilerle ilişkilendiren Öztürk; ya yaptıklarının ortaya
çıkacağı korkusu ya da birilerinin konuşma ihtimalinden dolayı olsa gerek,
“Adana’dan bir öğrencisini aradığım, Mustafa Öztürk’ün sınıfta Kur’an’ı yere
vurduğunu söylemesi için ona baskı yaptığım yönünde ekranlarda mazlum edebiyatı
yapıyor.”. Kur’an’ın uydurma olduğunu söyleyerek Allah’ın Kitabına saldıran Öztürk
aynı şekilde bize de iftira ediyor. Eğer böyle bir durum varsa ekranda
karşısında ağladığın kadın sana, “Öğrencini getir, ekranda konuşturalım.”
deyince niçin “olur” diyemedin? Haydi buyur ekranlar emrinde, kimi aradığımı ve
ne söylediğimi, telefon kayıtlarını yalanlarına amade televizyonlardan ilan et.
“Neden” haftalar geçmesine rağmen kiminle konuştuğum noktasında tek cümle
etmedin ey müfteri! Öyle görünüyor ki senin başka korkuların var, “bunlar
ortaya çıkarsa, halim nice olur” diye endişeleniyor, bu yüzden türünün emsali
olmayan iftira cümleleri kuruyorsun. Elhamdülillah biz Allah yolunda mücadele
ederken ne birilerinden medet bekler, ne eteklere yapışır, ne de kirli
senaryolara tenezzül ederiz. Bu Kur’an müdafaası da tamamen senin söylediklerin
ve yazdıklarından hareketle yani kaynakları gösterilerek yapılacaktır. Biz
müslümanca hesaplaşırız. Sen diyalektiği oryantalistlerden; sadece Arapça
kitaplar okumakla eleştirdiğin bizler de ulemadan, “büyük doğu”dan alırız.
Elhamdülillah ilimde de, fikirde de nesebimiz zahirdir. Allah’tan başka ne
sığınağımız, ne de medet beklediğimiz merciler var. Sabah akşam kardeşlerimizle
mütalaa ettiğimiz kitapları okur, boş vakit bulunca da bir şeyler karalarız.
Eğer bunlar birilerinin desteğiyle olabiliyorsa, “Bu Müslüman Beydavi, Nesefi,
Hidaye, Menar, Elfiye Şerhi, Belâğat, Muğni’t-Tullab, Müslim okutur. İki tane
kardeşimiz gelsin sadece bir gün bu kitapları bir de sen okut. Gör o zaman
ilim, yüksek lisans tezlerini özetleyip sonrada makale diye neşretmeye mi
benziyor.
Öztürk, resmi manada
“vaiz” olmadığımı bildiği halde ısrarla “Vaiz Şenocak” terkibiyle vaizliği
tahkir ediyor, kendince şöyle demeye çalışıyor, “Sen hep Arapça eserler okuyan,
bense bir yazıda bir ayet yazan, onu da yanlış yazan akademisyenim!.”. Buraya kadar
olanı anladık da, asıl anlaşılması gereken mühim mevzu şudur ki, Allah Teala,
Kur’an-ı Kerim’de kaç ayette “vaaz” ettiğinden(Nisa:58; Nahl: 90) yani “vaiz”
olduğundan, vahyi tebliğ eden peygamberinin “vaiz” (Şuara: 136) kimliğinden
bahsediyor. Oryantalizmin Türkiye distribütörü, “vaiz” kavramıyla bize değil,
aslında en büyük vaiz olan Allah Azze ve Celle’ye, onun vaiz peygamberlerine
hakaret ediyor. Yoksa bizim için “vaiz” olmak, “müezzin” olmak bile büyük bir
şereftir. Zira Hz. İbrahim ve İsmail’in cami temizleyicisi olduğu İslam
mabedinde(Bakara: 125), süpürgeci olmayı milyon defa, Rudolf Bultmann’la
meslektaş olmaya tercih etmeyiz.
Hepsi Yalan
Öztürk sebbiyelerinde
“çok şey söyledi” gözükerek, söylemesi gerekeni ifade etmekten imtina etti.
Oysa yapması gereken çok basitti, “Kur’an’da masal vardır ya da yoktur.”
diyecekti veya “Allah kelamında masal olmaz, Allah masal söylemez.” diyenlerin
ifadesini “dogmatiklik” (Öztürk, Kıssaların Dili, 98) olarak niteleyen ibarenin
kitabında oluş keyfiyetini izah edecekti. Fakat bunların hiç birini yapmadı.
Yalan, iftira ve hakaretle başladığı her yazısını yine aynı şekilde bitirdi. Bu
cihetle sebbiyelerine dair verilecek en kuşatıcı cevap “Hepsi yalan” olacaktır.
Oryantalizmin
Türkiye distribütörü
Öztürk’ün dört sebbiyesinin
birinde, tek bir ayet kullanması onu da لا حُكْمَ إِلاَّ لِلّهِ “lâ hükme illâ
lillâh” diye yanlış yazması hem kendi seviyesini, hem de onun yazılarına onay
verenlerin ilmi ve ahlaki kariyerlerini göstermesi açısından önemlidir. “Vaiz
Şenocak Vakası” başlıklı sebbiyesinde “ben de biraz Arapça bilirim” babında
latin harflerle yazdığı ibarede ise (“i”nin şapkasını koymasından özenle
yazdığı zahir) “cem”i bir mevsufa “müfred” bir sıfat getirerek “Avâmil”
düzeyinde bir metin okuyan öğrencinin bile yapmayacağı hataya düştü.
“Elhamdülillahillezî ehhele abîdehu’l-fakîra…” diyerek “fakir”in “mevsufu” olan
kelimeyi عبيد “ubeyd” yazması gerekirken عبد “abd”ın çoğulu olan عبيد“abîd”
şeklinde terkibe aldı fakat manayı doğru verdi, “kulcağız” dedi. (Bu durum bana
tercümelerden okuyup da Arapça aslından dipnot gösteren bazı zevatı hatırlattı.
Ayrıca ibare tevazu makamında söylendiğinden ve de yaptığı tercümeden kelimeyi
mübalağalı ism-i fail olarak okuması da mümkün değil.) Diyeceksiniz ki insan
hata yapmaz mı? Elbette yapar. Fakat bir tefsir hocası, bir yazısında tek bir
ayet yazıp onu da yanlış yazması bir seviye meselesi değil midir? Bu kıymette
bir Arapça’ya sahip olan birinin kalkıp da Kur’an’da lahn/hata var demesi,
açıkça ilan eder ki, “Kendisi Oryantalizmin Türkiye distribütörüdür.
Oryantalist Paret’in
Kur’an’ın –haşa- uydurma olduğunu belirten görüşlerine katıldığını ikrar eden,
ayrıca oryantalizmin Kur’an’la alakalı iftiralarından hareketle Allah’ın
kitabında hatalar olduğunu iddia eden Öztürk’ün, bu ifadeleriyle oryantalizmin
Türkiye distribütörü olduğuna itiraz etme hakkı var mıdır?
Daha Ne Yapacaktı?!
Kur’an’a uydurma diyen
Paret’e katılan, Allah’la alay eden, kıssaların hakikat olduğuna inanmaya
“dogmatikliktir”(Kıssaların Dili: 99) diyen, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere
rağmen Allah Rasulü’ne nisbet edilen “bütün hissi mucizelerin uydurma olduğunu
savunan” Öztürk Kur’an’a daha nasıl saldırabilirdi ki?
Kur’an’a hakaret eden
bir adamı savunacak kadar Müslüman birkaç gazeteciyi yanına alarak, “Ben Ankara
ekolündenim.”; “Arkam sağlam” gibi tavır ve ifadelerle “Kur’an müdafaamızı
engelleyebileceğini zanneden Öztürk bilmelidir ki, değil Ankara ekolünü, bütün
gazetecileri, onların etkileşim halinde olduğu üst akılları toplasa, hepsi tek
safta içtima olsa yine de Kur’an’a “hata” isnat etmelerine müsaade etmeyecek,
hesaplaşmadan bir adım bile geri atmayacağız.
Malul Gazeteciler
Öztürk’ün yazı
yazdırdığı, konuşturduğu gazeteciler meseleye vâkıf olmamaları cihetiyle
“malul” ve “mazurdurlar.”. Fakat Kur’an-ı Kerim’e her nevi hakareti yönelterek
onu itibarsızlaştırmaya çabalayan, bununla alakalı karaladığı kitapları
“işportacı tezgahına” çevirdiği ekranlarda teşhir eden, bu haliyle de, “İşte
Kur’an’a böyle düşmanlık yapılır.” diye meydan okuyan Öztürk, bütün dünyayı
arkasına alsa da Allah’ın Kitabı’na zarar veremeyecektir. Silahı sadece kalem
ve kelamdan ibaret olacak Kur’an müdafaası, o tövbe edene, yazılarındaki
iftiralardan dolayı, Kitaplarına hakaret ettiği Müslümanlardan özür dileyene
kadar devam edecek…
Bize Kur’an-ı Kerim
gibi tek bir harfinde hata olmayan bir kitab indiren ve onu tahriften koruyan
Allah Azze ve Celle’ye secdeler olsun.
http://www.ihsansenocak.com/kuran-mudafaasi-2/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.