Kur’ân’ın Mucizeliği

Yaratılış ile ilgili âyetleri arz etmeden önce, Kur’ân’ın nasıl mucizevî bir hüviyette olduğunu göstermek için birkaç Kur’ân âyetine temas etmek istiyorum. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, sözü söyleyen, hükmü veren, mührü basandır. Kur’ân’ın, bazıları yeni yeni anlaşılan âyetleri, ilmin ulaşabileceği son ufka işaret etmektedir ki, ilim, hangi sahada olursa olsun vardığı son noktada Kur’ân’ın bayrağını görecek; ihtimal pek çok alanda yine de o bayrağa ulaşamayacaktır. Meseleyi aydınlığa kavuşturmak için birkaç âyeti arz etmekte fayda görüyorum:
1) “Doğrusu davarlarda da sizin için deliller vardır: Zira size, onların karınlarında olan ile kan arasından hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından afiyetle geçer.” (Nahl, 16/66)
Allah’ın varlığına, birliğine emare ve delillerden birisi de hayvanlardır. Allah (cc), içtiğimiz hâlis ve tam gıda olan sütü, hayvanların içinde kan ve fışkı (arasın)dan hâsıl etmektedir. Artık ilmen sabittir ki, canlının yediği gıda, midede ve bağırsaklarda sindirilir. Atılacak artık madde bağırsaklarda kalır; sindirimle hasıl olan kan ise bir kısım guddeler tarafından emilir ve kan damarlarına sevk edilir. İlk tasfiye böyle yapılır. Bunun ardından, süt guddelerine gelen kanın bir kısmı bu guddelerdeki hücrelere besin, bir kısmı da memeler musluğunda süt haline gelir. Modern ilim, hayvanın yediklerinin süt haline gelebilmesi için, onun midede sindirilmesini müteakip önce fışkıdan, pislikten ayrıldığını ve sonra da kandan ayrıldığını söylüyor. Kur’ân’da, “min beyni fersin ve demin” ifadesiyle, “Kan ve fışkı arasında iki tasfiyeye tabi tutularak, meme musluklarında süt haline gelir.” buyuruyor. Bunu, 14 asır öncesinde Kur’ân’la haber veren Allah Resûlü’nün (sav) şahsen bilmesi şüphesiz mümkün değildi. Bunu ona, Kur’ân vasıtasıyla öğreten Allah’tı.
2) “Hâsılı, Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki o kişi göğe yükseliyormuşçasına dar ve tıkanık yapar. İşte Allah, bu şekilde imana gelmeyenlere rüsvaylık verir.” (En’am, 6/125)
Kur’ân, dalâlet ve küfür bataklığında göğsü daralan, hiçbir zaman iç sıkıntısından kurtulamayan, Allah, Kur’ân, din, iman denilince de daraldıkça daralan bir insanın durumunu bir temsille, yani, bilinmeyen bir şeyi bilinen bir şeyle anlatıyor. “İmansızlığı kendisini sıkan, din ve iman denince de hafakanlara giren insanın hali neye benzer, biliyor musunuz?” diyor ve bu insanın halini şöyle tasvir ediyor: “Sanki zorla semaya doğru çıkıyor gibidir o.” Kur’ân, “dağa doğru” demiyor, “semaya doğru” diyor. Semaya, yani göğe çıkma, çok yakın bir zamana kadar bilinen bir şey değildi. Özellikle semaya çıkıldıkça teneffüsün zorlaştığı, oksijen darlığı sebebiyle göğüsün sıkışacağı hiç bilinmezdi. Kur’ân, iman adına ortaya koyduğu bir temsille bu gerçeği, yine 14 asır öncesinden bildirmektedir.
3) “Aşılayıcı olarak rüzgârlar gönderdik. Derken, gökten yağmur indirip onunla sizi suladık. O suyu, hazinelerde depolayan da sizler değildiniz.” (Hicr, 15/22)
Eski bazı tefsirciler, bu âyeti gerektiği ölçüde ve çok güzel anlamışlardır. Meselâ, bundan 11 asır önce yaşamış bulunan İbn Cerir et-Taberî’nin (ö. 311/923) bu âyeti tefsiri, sanki ona ait bir keramet gibidir. Bu konuda o, önce, İbn Abbas’a, “rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik demekle Allah ne kasdediyor?” diye sorulduğunu ve İbn Abbas’ın verdiği cevabı kaydeder; sonra da şunu ekler: “Rüzgârlar, evvela nebâtât âleminde aşılama yaparlar; sonra bulutlarda da aşılama yaparlar.”[1] Daha sonra gelen tefsircilerin pek çoğu, hatta 20’nci asırda yaşayanları bile âyetteki bu mânâyı görememiş ve rüzgârların sadece bitkileri aşılamadaki rolüne temas etmişlerdir. Halbuki âyet, rüzgârların aşılayıcılığını zikretmesinin hemen ardından yağmurdan söz etmektedir ki, İbn Cerir’in buradaki maksadı görmesi gerçekten şâyân-ı takdirdir. Bulutların elektrik yüklü olduğu, ancak rüzgârların onları sürmesi ve bulutlardaki eksi ve artı kutupların birbiriyle buluşması neticesinde meydana gelen kısa devre sebebiyle yağmurun yağmaya başladığı bilimin yeni buluşlarındandır. Kur’ân, bunu 14 asır öncesinden haber verdiği gibi, İbn Cerir de onu 11 asır önce anlamış ve rüzgârların bulutları aşılamasından söz etmiştir.
İkinci olarak, âyette “aşılayıcılar” şeklinde tercüme ettiğimiz kelime ile, “dölleme” mânâsındaki telkih kelimesi aynı kökten gelmektedir. Demek ki, bitkilerde de, bulutlarda da artı-eksi, erkeklik-dişilik söz konusudur. Çünkü aşılanma veya döllenme ancak bunlar arasında olur. Kur’ân, bunu yine 14 asır öncesinden haber vermektedir. O, zaten daha başka âyetlerinde de her şeyin çift yaratıldığından söz etmektedir (Yâ Sîn, 36/36; Zâriyât, 51/49). Bu da, Kur’ân’ın bir başka mucizesidir.