03 - Selmân-ı Farisi (r.a.)

 



Selman uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlü ve sık sakallıydı. Bünyesi sağlam ve güçlüydü. Dostluğu külfetsizdi. Samimi ve geçim ehli bir zattı.


Altın silsilemizin üçüncü halkası Allah Rasülü'nün "bizden ve ehl-i beytimizden" iltifatına mazhar Selman el-Farisî'dir. Asıl adı Mabih iken müslüman olduktan sonra Allah elçisi tarafından Selman yada Sel-manu'1-Hayr diye adlandırıldı. ibn İslam diye künye aldı. İran'ın Isfahan bölgesinden. İranlılardan ilk müslüman. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) "Arab'ın ilki benim, Rum'un Suheyb, Habeş'in Bilal, Fars'ın da Selman" buyurmuştur. (Sıfatu's-Saf-ve, 1,538 Bezzar ve Taberani'den naklen)


Selman, Isfahan'ın Cey köyünde çiftlik sahibi ve kabile reisi zengin bir ailenin çocuğu. Babası Büd veya Büdehşan adlı bir zat. Aile ve çevresinin dini ateşperestlik. Selman da önceleri o dinin müntesibi. Ancak gönlünde alev alev yanan bir hak ve hakikat sevgisi, onu hak din aramaya sevketti. Önce hıristiyanların ibadeti ve kilisesi dikkatini çekti. Hristiyanlığın aslını öğrenmek için Şam tarafına gitti. Oradan Musul, Nusaybin ve Ammuriye'ye geçti. Ammuriye'de karşılaştığı ve kendisine hizmet ettiği rahip kendisine: "Hz. İbrahim'in Hanif ve tevhid diniyle gelecek son peygamberin zuhurunun pek yaklaştığını ve O'nun Arap toprağında ortaya çıkacağını" söyledi. Bunun üzerine Ammuriyye'ye gelen Benî Kelb kabilesi ticaret kervanıyla Şam üzerinden Medine'ye yakın Vadi'l-Kura'ya geldi. Benî Kelp kabilesi tüccarları buraya kadar kendilerine refakat eden bu iranlı arkadaşlarına -her nedense- ihanet ederek köle diye bir yahudiye sattılar. Selman'a Ammuriyye'de karşılaştığı ve hizmetinde bulunduğu rahip, vefatı sırasında gelecek olan son peygamber hakkında şu ipuçlarını veriyor: "Arap toprağında zuhur edecek ve iki taşlık arasında hurmalık bir yere hicret edecek. İki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü olacak. Hediyye kabul edip sadaka almayacak."
       

Selman Medine'de köle olarak bulunduğu sırada Hz. Peygamber'in zuhurunu haber alınca bir yolunu bulup ilk fırsatta yanına gitti. Ammuriye'deki rahibin verdiği ipuçlarına göre Resülullah'ı süzdü ve uzunca bir teftişten sonra O'nda rahibin haber verdiği bütün özelliklerin var olduğunu gördü. Hemen aradığını bulan insanların gönül coşkusu ve ruh haleliyle Rasülullah'ı kucakladı ve müslüman oldu.

02 - HZ. EBU BEKİR SIDDIK (r.a.)


"Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır."
Allah Rasülü (s.a.) buyurur: "Allah'ın benimle gönderdiği ilim ve hidayet, yeryüzüne sağnak halinde yağan yağmura benzer. Kara parçasının bir kısmı bu rahmet yağmurunu emer ve üzerinde yemyeşil çayırlar ve mahsuller yetiştirir. Diğer bir kısmı da bu suyu tutarak insanların içmesini , hayvanların, bitkilerin ve diğer canlıların istifadesini sağlar. Toprağın geri kalan ölü kısmı ise bu yağmurun suyunu tutmadığ gibi, ekin ve yeşillik de bitirmez. "(bk. Buharî, ilim, 20) Bu hadis-i şeriften Allah Rasûlü'nün getirdiği hidayet ve rahmet yağmurlarından insanların kabiliyetleri nisbetinde istifade ettikleri anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in Muhammedi mektebinden yetişen, O'nun hidayet ve ma'rifet yağmurundan kana kana içen ve "bu yağmuru tutarak başkalarına da içiren" yıldız şahsiyetlerden birisi ve birincisi Hz. Ebû Bekir (r.a.)'dir. O, Allah Rasulü'ne inanan ilk müslüman ve O'nun ilk halifesi. Malının tamamını Allah yolunda tasadduk eden ve Allah Rasülüne gelen zararı karşılayan ilk insan. Allah elçisinin: "Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır. "diye övdüğü ve en çok sevdiği...

   
FAZiLETE ERMENİN BEŞ ESASI
Kendisine bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda verdiği cevap, tasavvufî telakkîdeki ruhî yükseliş, ahlakî olgunluk ve manevî kemale erişin esaslarını oluşturmaktadır. Buyurur ki:
- Bu fazîlete beş şeyle erdim:
1. İnsanları iki grup olarak gördüm. Bunlardan bir grubu talib-i dünyadır; dünyanın peşinden koşmaktadır. Bir grubu da talib-i ukbadır; ahiret endişesi taşımaktadır. Ben ise ne talib-i dünya, ne de talib-i ukba oldum. Talib-i Mevla olmayı tercih ettim. Rabbımın rızasına ermeyi herşeyin üstünde tuttum.
2. Müslüman olduğum günden beri ma'rifet-i ilahiyye ile meşguliyetin ve onun bana verdiği hazz sebebiyle dünya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.
3. Yüce yaratıcımın muhabbetinin bana verdiği manevî zevk sebebiyle, aşk hararetini söndürmemek için kanasıya su içmedim.
4. Dünya ameliyle ahiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5. Rasülullah (s.a.)'in sohbetine çok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O' nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.
Hz. Ebû Bekir'in bu cevabında adeta tasavvufi eğitimin gayesi ve temel esasları anlatılıyor. Ki onlar da rıza-i Barîye ermek; zühd yani dünyaya değer vermemek; yemeyi, içmeyi uykuyu azaltıp Cenab-ı Hakk'ı unutmamak ve Allah rasûlü ile sohbet.


Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i Şeriflerde Yaratılış



Kur’ân’ın Mucizeliği

Yaratılış ile ilgili âyetleri arz etmeden önce, Kur’ân’ın nasıl mucizevî bir hüviyette olduğunu göstermek için birkaç Kur’ân âyetine temas etmek istiyorum. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, sözü söyleyen, hükmü veren, mührü basandır. Kur’ân’ın, bazıları yeni yeni anlaşılan âyetleri, ilmin ulaşabileceği son ufka işaret etmektedir ki, ilim, hangi sahada olursa olsun vardığı son noktada Kur’ân’ın bayrağını görecek; ihtimal pek çok alanda yine de o bayrağa ulaşamayacaktır. Meseleyi aydınlığa kavuşturmak için birkaç âyeti arz etmekte fayda görüyorum:

1) “Doğrusu davarlarda da sizin için deliller vardır: Zira size, onların karınlarında olan ile kan arasından hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından afiyetle geçer.” (Nahl, 16/66)
Allah’ın varlığına, birliğine emare ve delillerden birisi de hayvanlardır. Allah (cc), içtiğimiz hâlis ve tam gıda olan sütü, hayvanların içinde kan ve fışkı (arasın)dan hâsıl etmektedir. Artık ilmen sabittir ki, canlının yediği gıda, midede ve bağırsaklarda sindirilir. Atılacak artık madde bağırsaklarda kalır; sindirimle hasıl olan kan ise bir kısım guddeler tarafından emilir ve kan damarlarına sevk edilir. İlk tasfiye böyle yapılır. Bunun ardından, süt guddelerine gelen kanın bir kısmı bu guddelerdeki hücrelere besin, bir kısmı da memeler musluğunda süt haline gelir. Modern ilim, hayvanın yediklerinin süt haline gelebilmesi için, onun midede sindirilmesini müteakip önce fışkıdan, pislikten ayrıldığını ve sonra da kandan ayrıldığını söylüyor. Kur’ân’da, “min beyni fersin ve demin” ifadesiyle, “Kan ve fışkı arasında iki tasfiyeye tabi tutularak, meme musluklarında süt haline gelir.” buyuruyor. Bunu, 14 asır öncesinde Kur’ân’la haber veren Allah Resûlü’nün (sav) şahsen bilmesi şüphesiz mümkün değildi. Bunu ona, Kur’ân vasıtasıyla öğreten Allah’tı.

2) “Hâsılı, Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki o kişi göğe yükseliyormuşçasına dar ve tıkanık yapar. İşte Allah, bu şekilde imana gelmeyenlere rüsvaylık verir.” (En’am, 6/125)
Kur’ân, dalâlet ve küfür bataklığında göğsü daralan, hiçbir zaman iç sıkıntısından kurtulamayan, Allah, Kur’ân, din, iman denilince de daraldıkça daralan bir insanın durumunu bir temsille, yani, bilinmeyen bir şeyi bilinen bir şeyle anlatıyor. “İmansızlığı kendisini sıkan, din ve iman denince de hafakanlara giren insanın hali neye benzer, biliyor musunuz?” diyor ve bu insanın halini şöyle tasvir ediyor: “Sanki zorla semaya doğru çıkıyor gibidir o.” Kur’ân, “dağa doğru” demiyor, “semaya doğru” diyor. Semaya, yani göğe çıkma, çok yakın bir zamana kadar bilinen bir şey değildi. Özellikle semaya çıkıldıkça teneffüsün zorlaştığı, oksijen darlığı sebebiyle göğüsün sıkışacağı hiç bilinmezdi. Kur’ân, iman adına ortaya koyduğu bir temsille bu gerçeği, yine 14 asır öncesinden bildirmektedir.

3) “Aşılayıcı olarak rüzgârlar gönderdik. Derken, gökten yağmur indirip onunla sizi suladık. O suyu, hazinelerde depolayan da sizler değildiniz.” (Hicr, 15/22)
Eski bazı tefsirciler, bu âyeti gerektiği ölçüde ve çok güzel anlamışlardır. Meselâ, bundan 11 asır önce yaşamış bulunan İbn Cerir et-Taberî’nin (ö. 311/923) bu âyeti tefsiri, sanki ona ait bir keramet gibidir. Bu konuda o, önce, İbn Abbas’a, “rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik demekle Allah ne kasdediyor?” diye sorulduğunu ve İbn Abbas’ın verdiği cevabı kaydeder; sonra da şunu ekler: “Rüzgârlar, evvela nebâtât âleminde aşılama yaparlar; sonra bulutlarda da aşılama yaparlar.”[1] Daha sonra gelen tefsircilerin pek çoğu, hatta 20’nci asırda yaşayanları bile âyetteki bu mânâyı görememiş ve rüzgârların sadece bitkileri aşılamadaki rolüne temas etmişlerdir. Halbuki âyet, rüzgârların aşılayıcılığını zikretmesinin hemen ardından yağmurdan söz etmektedir ki, İbn Cerir’in buradaki maksadı görmesi gerçekten şâyân-ı takdirdir. Bulutların elektrik yüklü olduğu, ancak rüzgârların onları sürmesi ve bulutlardaki eksi ve artı kutupların birbiriyle buluşması neticesinde meydana gelen kısa devre sebebiyle yağmurun yağmaya başladığı bilimin yeni buluşlarındandır. Kur’ân, bunu 14 asır öncesinden haber verdiği gibi, İbn Cerir de onu 11 asır önce anlamış ve rüzgârların bulutları aşılamasından söz etmiştir.
İkinci olarak, âyette “aşılayıcılar” şeklinde tercüme ettiğimiz kelime ile, “dölleme” mânâsındaki telkih kelimesi aynı kökten gelmektedir. Demek ki, bitkilerde de, bulutlarda da artı-eksi, erkeklik-dişilik söz konusudur. Çünkü aşılanma veya döllenme ancak bunlar arasında olur. Kur’ân, bunu yine 14 asır öncesinden haber vermektedir. O, zaten daha başka âyetlerinde de her şeyin çift yaratıldığından söz etmektedir (Yâ Sîn, 36/36; Zâriyât, 51/49). Bu da, Kur’ân’ın bir başka mucizesidir.

Ehli Sünnet Kitaplarda Uydurma Hadis Var diyenler



Ehli Sünnet Kitaplarda Uydurma Hadis Var diyenler !!!

Mezhepler üstü hareket eden zatlar, (Hadis uydurmak veya uydurma bir hadisi kitabına almak, ihmallik, gafillik, cahillik veya hainlikten ileri gelir) diyorlar. Şevkani, Sehavi, Aliyyülkari, Acluni, Kardavi, Elbani, Ebu Gudde gibi zatlar, kütüb-i sittedeki veya diğer hadis, tefsir ve fıkıh kitaplarında, birçok uydurma hadis tespit ettiklerini iddia eden, bana göre bu hadis uydurma deyipde eski büyük elimlerin kitaplarını reddeden merdudlara reddiyedir ….


Evet, hadis uydurmak veya uydurma bir hadisi kitabına almak, ihmallik, gafillik, cahillik veya hainlikten ileri gelir. Bu çok doğru bir tespittir; fakat uydurma bir söze, hadis demek ne kadar yanlış ve tehlikeliyse, hadis kitaplarındaki veya İslam âlimlerinin kitaplarındaki hadis-i şerifleri de inkâr etmek, o kadar yanlış ve tehlikelidir. Kıyamet alametlerini bildiren, her biri bir mucize olan hadis-i şeriflerden üçü şöyledir:

(Şimdiki Abdulaziz Bayındır, m. İslamoğlu, B.Bayraklı, Yaşar Nuri gibi zatların dediklerine ne kadar da çok benziyor. )




(Efendimiz Buyurduki (Sallalahu Aleyhi Vessellem) Kur’andan başka, delil kabul etmem diyenler çıkacak.) [Ebu Davud]
(Hadisi bırak, Kur’ana bak diyerek beni yalanlayanlar çıkacak.) [Ebu Ya’la]


(Sonra gelenler, önceki âlimleri cahillikle suçlayacak.) [İ.Asakir]

Bazı kimseler, (Şevkani, Sehavi, Aliyyülkari, Acluni, Kardavi, Elbani gibi kimseler, gafil, cahil veya hain olmadıkları için, kitaplarına uydurma hadis almamışlardır. Bu hadis tenkitçilerinin kitabında bir tek uydurma hadis bulamazsınız) diyorlar. Peki hadis tenkitçileri dediğiniz kimseler, bu hadis-i şerifleri nerden aldılar? Hangi ravi ile konuşup yazdılar? Elbette Buhari, Müslim gibi hadis imamlarının kitaplarından aldılar.


Buhari’de, Kütüb-i sittede, diğer hadis, tefsir ve fıkıh kitaplarında uydurma hadis var denirse, bu büyük zatlar, ihmallik, gafillik, cahillik veya hainlikle suçlanmış olur. O mübarek zatlara bunlar nasıl yakıştırılabilir? Şevkani, Sehavi, Aliyyülkari, Acluni, Kardavi, Elbani gibi kimseler, uydurma hadisi kitaplarına almazsa, bunlardan çok daha büyük âlimler, nasıl kitaplarına uydurma hadis alabilirler? (Hadis uyduran, Cehennemdeki yerine hazırlansın) hadis-i şerifini kitaplarına geçirdikleri halde, nasıl olur da, bu cinayeti işleyebilirler?

Muhaddislerin, müfessirlerin ve diğer İslam âlimlerinin, Şevkani, Kardavi, Elbani ve benzerleri kadar Allah korkuları yok muydu? Cahil, gâfil veya hain mi idiler? İslam âlimi cahil olursa, kim âlim olur ki? Gafillik de öyledir. Onlar gafilse, biz nasıl müteyakkız [uyanık] oluruz? Bu büyük zatlar, nasıl töhmet altında bulundurulabilir? Sıradan bir Müslüman bile, Allah’tan korkar, uydurma bir söze hadis diyemez. Peki Resulullahın vekilleri olan, (Ümmetimin âlimleri, beni İsrail peygamberleri gibidir) diye övülen kimseler, nasıl olur da, böyle bir cinayet işleyebilirler? Nasıl olur da, böyle âlimler için, Allahü teâlâ, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyurur? Âlim, sadece mezhepsiz Şevkani, Kardavi ve Elbani gibi kimseler midir? Kütüb-i sitte sahipleri, âlim değil midir? Diğer muhaddisler, müfessirler ve fukaha âlim değil midir? Onlara bu büyük suç, nasıl isnat edilebilir?


Hadis kitaplarında uydurma hadis olmadığı gibi, İslam âlimlerinin tefsir, fıkıh ve tasavvuf kitaplarında da uydurma hadis yoktur. Müfessir, fakih, mutasavvuf demek, hâşâ hadis ilminde cahil demek değildir! Sadece aralarında iş bölümü yapmışlardır.

Mezhepsizler, mevdu hadisleri tanımak için bazı yollar belirlemişler, kendi akıllarına uymayan ve o kriterlere uyduramadıkları hadis-i şeriflere uydurma diyorlar. Bunlara verdikleri örnekler de, bid’at ehlinin uydurduğu, Ehl-i sünnet kaynaklarında bulunmayan, hadis âlimlerinin kitaplarına almadıkları sözler veya manasını anlayamadıkları sahih hadis-i şeriflerdir. Şimdi biri çıkıyor, (Bu hadisin ravilerinden biri fasık veya yalancıdır, onun için hadis uydurmadır) diyor.



İslam âlimleri, bunu bilmiyorlar mıydı? O ravinin fâsık olduğunu bilmiyorlar denirse, onların bilmediğini, kendileri nereden öğrenmişler? Kendilerinden birkaç asır önce yaşamış bu âlimler, ravileri tanımıyorsa, ondan sonra gelenler, o ravileri nasıl tanıyor? Hadisler yeni mi çıktı? Raviler yeni mi çıktı? Naklettiği hadislerin ravileri arasında fâsıklar ve yalancılar olduğunu bilemiyordu diyerek cahillikle suçluyorlar. Hadis-i şerifte, mucize olarak bildirildiği gibi, sonra gelenler yani kendisini âlim zanneden cahiller, önceki âlimleri suçluyorlar.


Bir kimse, bir söz uydurup hadis dese veya sonradan uydurduğunu itiraf etse, yani bu söz hadis olma şartlarını taşımıyorsa, İslam âlimleri, zaten bunu kitaplarına almazlar. Lafzında, manasında, bozukluk olup olmadığını, Kur’an ve sünnete, akla aykırı olup olmadığını anlamak da, bizim değil, muhaddislerin, hadis ilminde müctehid olanların işidir.
Biz, İmam-ı Gazali hazretlerinin kitabından bir hadis-i şerif alıyoruz. Mezhepsizler, (Bunun Kur’ana uygun olup olmadığına bak) diyorlar. İmam-ı Gazali hazretleri, bir hadisin Kur’an-ı kerime aykırı olduğunu bilemiyorsa, hâşâ o kadar cahilse, biz nasıl bilelim? Yahut O, (Bu hadis Kur’an-ı kerime uygundur) diyorsa, biz nasıl o hadisin zıt olabileceğini düşünelim? Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Hadisimi Kur’anla karşılaştırın. Kur’ana uyarsa o söz benimdir, uymazsa benim değildir.) [Taberani]
Sapık veya cahil birisi bir söz uydurur, buna hadis der. Ehli olan hadis âlimi de, hadis ilminin şartlarının yanı sıra onu Kur’ana arz eder. Bu işi cahiller yapamaz elbette. Bu, hadis âlimlerinin, müctehitlerin, Ehl-i sünnet âlimlerinin işidir.


Şimdi bir hadisin uydurma olup olmadığını anlamak için, Şevkani, Kardavi, Elbani gibi mezhepsizlerin kitaplarına değil, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bulunup bulunmamasına bakılır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında varsa o hadis sahihtir. Şevkani, Sehavi, Acluni gibi kimselerin, fıkıh, tefsir ve hadis kitaplarındaki hadislere mevdu [uydurma] demesiyle, o hadisler uydurma olmaz. Hâfız Iraki de, İhya’daki hadisleri incelemiş, bazılarına kaynak bulamamış, (Kaynağını bulamadım) demiş, mezhepsizler de, hemen yaygara kopararak (Bak kaynağı yok, bu uydurma hadis) diyorlar. İmam-ı Gazali hazretleri uydurma olsa, kitabına alır mı hiç? Keşifle söylenmiş hiçbir hadis-i şerif de yoktur. Evliya hadisleri keşifle söyler demek iftiradır. Kaynak verilmemesi, keşifle söylendiğini göstermez.


Muhaddisler, bir sözün hadis olması için, birçok şartlar koymuşlardır. Bu şartlara uymayanları kitaplarına almazlar. Ayrıca, her muhaddisin koyduğu şartlar, farklı olabilir. Bu bir ictihad meselesidir. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:

(Usûl-i hadis ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadisin mevdu olduğunu ispat edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de, mevdu demesi lazım gelmez. Çünkü, mevdu diyen müctehid, bir hadisin sahih olması için, lüzum gördüğü şartları taşımayan bir hadis için, benim mezhebimin usulünün kaidelerine göre mevdudur der. Yoksa, “Peygamber efendimizin sözü değildir” demek istemez. Yani, hadis-i şerif denilen bu sözün hadis olması, bence anlaşılmamıştır demektir. Bu âlime göre, hadis olmaması, hakikatte hadis olmadığını göstermez. Hadis usulü ilminin başka bir müctehidi de, hadisin doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadistir, mevdu değildir diyebilir. O halde, Şevkani’nin, “bazı tefsirlerin hadisleri mevdudur” demesiyle mevdu olmaz. Mesela Şevkani’yi, hadis usulü ilminde müctehid tanısak bile, onun kaidelerince, hadis olduğu meydana çıkmamış olursa da, mevdu hadis olduğunu hangi cesaretle söyleyebilir. Din büyüklerine karşı, böyle sözlerde bulunmanın çirkinliği meydandadır. Dört mezhep arasında ayrılık bulunması, sözlerinin yanlış olacağını göstermediği gibi, hadisler için de, böyledir. Böyle şeyler, ictihad işi olduğundan, bir müctehidin mevdu demesiyle, hakikatte mevdu olması lazım gelmez.)


Demek ki, ictihad ictihadla nakzedilemediği gibi, hadis-i şerif de başka hadis-i şerifle nakzedilemez. Bir müctehid, imam-ı Şafii’nin veya imam-ı a’zamın ictihadı yanlıştır, zayıftır gibi bir şey söylemez. Söylese de, geçerli olmaz. Hadisler için de, durum aynıdır. Mesela imam-ı Nesai, Taberani’deki bir hadise uydurma diyemediği gibi, imam-ı Taberani de, Nesai’deki bir hadise mevdu demez. Mevdu dese de, ona göre mevdu olur. Mevdu halk arasında uydurma anlamında kullanılıyorsa da, hadis ilminde müctehid olan bir âlimin, bir hadise mevdu demesi, onun ictihadına göre, hadis olma şartlarını taşımıyor demektir. Diğer bir muhaddise göre de, mevdu olması gerekmez. Bir örnek verelim:


(İlim Çin’de de olsa alınız) hadis-i şerifi, istisnasız bütün mezhepsizlere göre uydurmadır. Halbuki hadis âlimlerinden imam-ı Deylemi, imam-ı Taberani, imam-ı Beyheki, imam-ı ibni Adiy, imam-ı ibni Abdilber gibi muhaddisler ve Hüccet-ül islam ünvanıyla meşhur olan imam-ı Gazali hazretleri sahih olduğunu bildirmektedir. Bu büyük imamların, naklettiği bu hadis-i şerife, nasıl uydurma denebilir ki? Diyelim ki bu hadis-i şerife, imam-ı Buhari mevdu dese, bu hadis uydurma olur mu? Ancak bu hadis, imam-ı Buhari’ye göre mevdu olur; fakat öteki âlimlere göre yine sahihtir.


Mezhepsizler, bir hadise uydurma deyince, onların sözleri delil oluyor da, mezhep imamlarının, İmam-ı Gazali hazretlerinin, İmam-ı Rabbani hazretlerinin, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin sözü, neden delil olmuyor? Mezhepsizlerin anladığı din oluyor da, bu büyüklerin anladığı neden din olmuyor? Mezhep imamlarımızdan, hadis âlimlerinden ve diğer İslam âlimlerinden öğrendiğimiz bilgilerle, onları sorgu suale nasıl çekeriz?


Din cahilleri, (Bir hadise, bir âlim uydurma demişse, o hadise bin âlim sahih dese de, o hadis artık, damgayı yemiştir, onunla amel etmeyi içime sindiremem) diyorlar. Bunlara soruyoruz: Siz namaz kılıyorsanız, imam arkasında Fatiha okuyor musunuz? Şafiilerin okuması farzdır, Hanefilerin de, okumaması vacibdir, okurlarsa tahrimen mekruh işlemiş olurlar. Mezhepsizler okuyoruz derlerse, Hanefi âlimlerine muhalefet etmiş olurlar, okumuyoruz diyorlarsa, o zaman Şafii âlimlerine muhalefet olur. Böyle namazı içlerine nasıl sindirebiliyorlar ki? Yahut bir kâfir, bir casus Müslüman görünüp, (Kur’anı değiştirdiler, çok âyeti çıkardılar veya eklediler) dese, şimdi bunlar, bu haine inanıp, Kur’an-ı kerimi de, içlerine sindiremeyecekler mi? Ona da mı, damgayı yemiş diyecekler? Acaba bunlar, casuslarının, yabancıların, misyonerlerin kurduğu sapık fırkaları içlerine nasıl sindiriyorlar?


İslamiyet’i yıkmak isteyen yabancıların maksatları, İslam âlimlerine olan itimadı, güveni temelinden sarsmaktır. Yerli gafiller de, bu hainlere alet oluyorlar. Bir âlimin kitabında, bir tek uydurma hadis olsa, diğer bildirdiği hadislere nasıl itimat edilebilir, onlara da, şüphe gözüyle bakılamaz mı? Burada gaflet veya cehalet gösteren, öteki hadislerde niye göstermesin ki? İşte böylece, bütün din kitapları töhmet altına girmiş olur. Hadisler, dinde senet olmaktan çıkınca, geriye sadece Kur’an-ı kerim kalır. Onu da, istedikleri gibi tevil ederek maksatlarına rahatça ulaşabilirler. Bu sebeplerden dolaylı, yabancıların ve onlara alet olan mezhepsizlerin oyununa gelmemelidir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi icazetlidir. Günümüzdeki gibi diplomalı değildir. İcazetli olmayanlar zaten söz konusu olmaz.



İcazetli bir âlimin kitabında, uydurma hadis var denirse, icazeti veren âlime suizan olur. Lâyık olmayan kimseye icazet verdin demek olur. Bu âlimler, uydurma hadisle sahih hadisi bilmeyecek kadar cahil değillerdi. Ravilerinin durumunu bilmeden, kılı kırk yarmadan kitaplarına hadis almazlardı. Kısacası Ehl-i sünnet âlimleri, âlim oldukları için kitaplarına uydurma hadis koymazlar.
Allahü teâlâ, bu mübarek zatlar vasıtasıyla, dinini korumuş ve yaymıştır. Bu zatlara saldırmak, onların kitaplarında uydurma hadis var demek, dinimizi yıkmaya çalışmak olur.

Alinti

Uydurma Hadis Diyenlere Cevap: