script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

02 - HZ. EBU BEKİR SIDDIK (r.a.)


"Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır."
Allah Rasülü (s.a.) buyurur: "Allah'ın benimle gönderdiği ilim ve hidayet, yeryüzüne sağnak halinde yağan yağmura benzer. Kara parçasının bir kısmı bu rahmet yağmurunu emer ve üzerinde yemyeşil çayırlar ve mahsuller yetiştirir. Diğer bir kısmı da bu suyu tutarak insanların içmesini , hayvanların, bitkilerin ve diğer canlıların istifadesini sağlar. Toprağın geri kalan ölü kısmı ise bu yağmurun suyunu tutmadığ gibi, ekin ve yeşillik de bitirmez. "(bk. Buharî, ilim, 20) Bu hadis-i şeriften Allah Rasûlü'nün getirdiği hidayet ve rahmet yağmurlarından insanların kabiliyetleri nisbetinde istifade ettikleri anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in Muhammedi mektebinden yetişen, O'nun hidayet ve ma'rifet yağmurundan kana kana içen ve "bu yağmuru tutarak başkalarına da içiren" yıldız şahsiyetlerden birisi ve birincisi Hz. Ebû Bekir (r.a.)'dir. O, Allah Rasulü'ne inanan ilk müslüman ve O'nun ilk halifesi. Malının tamamını Allah yolunda tasadduk eden ve Allah Rasülüne gelen zararı karşılayan ilk insan. Allah elçisinin: "Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır. "diye övdüğü ve en çok sevdiği...

   
FAZiLETE ERMENİN BEŞ ESASI
Kendisine bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda verdiği cevap, tasavvufî telakkîdeki ruhî yükseliş, ahlakî olgunluk ve manevî kemale erişin esaslarını oluşturmaktadır. Buyurur ki:
- Bu fazîlete beş şeyle erdim:
1. İnsanları iki grup olarak gördüm. Bunlardan bir grubu talib-i dünyadır; dünyanın peşinden koşmaktadır. Bir grubu da talib-i ukbadır; ahiret endişesi taşımaktadır. Ben ise ne talib-i dünya, ne de talib-i ukba oldum. Talib-i Mevla olmayı tercih ettim. Rabbımın rızasına ermeyi herşeyin üstünde tuttum.
2. Müslüman olduğum günden beri ma'rifet-i ilahiyye ile meşguliyetin ve onun bana verdiği hazz sebebiyle dünya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.
3. Yüce yaratıcımın muhabbetinin bana verdiği manevî zevk sebebiyle, aşk hararetini söndürmemek için kanasıya su içmedim.
4. Dünya ameliyle ahiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5. Rasülullah (s.a.)'in sohbetine çok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O' nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.
Hz. Ebû Bekir'in bu cevabında adeta tasavvufi eğitimin gayesi ve temel esasları anlatılıyor. Ki onlar da rıza-i Barîye ermek; zühd yani dünyaya değer vermemek; yemeyi, içmeyi uykuyu azaltıp Cenab-ı Hakk'ı unutmamak ve Allah rasûlü ile sohbet.


RASÛLULLAH'TAN İN'İKAS-I HÂL
Allah Rasûlü'nün sohbetleri, ashab-ı kirama ruhanî bir hayat yaşatır, sahabileri dînî his ve heyecana, aşk, vecd ve muhabbete gark ederdi. Sahabîler, O'nun konuşmalarını, başlarındaki kuşu uçurmaktan korkan kimsenin titizliği ile huşu içinde dinlerlerdi. Hz. Ebû Bekir ve diğer sahabîler, bu sohbetlerde aldıkları ve öğrendikleri aşk, vecd ve heyecanı kendilerinden sonrakilere nesil be-nesil aktararak yaşattılar, bu suretle Allah Rasûlü'nün ruhanî hayatı kaybolmadan "altın silsile"'içinde günümüze ulaştı. Ancak bu ruhanî hayat yazılabilecek ve sözle anlatılabilecek bir husus olmadığı için sohbet ve beraberlik sayesinde gönülden gönüle aktarılarak "in'ikas-ı hâl"yoluyla intikal etmiştir. Allah Rasûlü'nün "Allah kalbime neyi ilka ettiyse ben de onu Ebû Bekir'in sadrına ilka ettim." buyurması bu hal yansımasının ifadesidir. Kur'an'da mutlak bir ifadeyle: 'Bilesiniz ki Allah'ın Rasülü aranızdadır.' (el-Hucürât, 49/7) buyrulması, bu yolla Muhammedî hasletlere sahip insanların aramızda daima bulunacağına işaret olmalıdır.
Peygamber, ya da peygamber varisi arif ve mürşidlerle sohbet; ya da beraber bulunma, insanı erdirici, Hakk'a vardırıcı en önemli vesilelerden biridir. Çünkü sohbet ve birliktelik sayesinde insan, sohbetine devam ettiği şahsın haline bürünür, kabiliyet ve istidadına göre onun boyasına boyanır. Şahsiyeti onun şahsiyetiyle bütünleşir ve aynîleşir.

KEMAL VE CEMAL AYNASI
Allah Rasûlü'nün yanından hiç ayrılmayan, O'na gönülden bağlı ve canını her zaman O'na fedaya hazır olan Ebû Bekir (r.a.) O'nun kemalinin ve cemalinin aynası oldu. Bir bakıma önce Allah Rasulü'nde, sonra da Allah'da fenaya erdi, vuslatı buldu, marifet-i İlahiyye kaynağına ulaştı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)'in vefatı sırasında bütün herkes şaşırmış, Hz. Ömer bile kılıcını çekerek: "Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum." şeklinde bir tepki göstermişti. Ama Ebû Bekir (r.a.) fena fillah'a ermenin ve Allah île bakayı bulmanın şuur aydınlığı içinde önce Allah Rasûlü'nün yüzündeki örtüyü kaldırıp baktıktan sonra: "Ölümün de hayatın gibi güzel. Sen iki kere ölmeyeceksin, mukadder olan ölümü taddın." demiş ve dışarı çıkarak şu konuşmayı yapmıştı: "Ey insanlar! Muhammed'e tapanlar bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah'a tapanlar ise Allah'ın diri ve hiç ölmeyeceğini bilirler." Sonra şu ayeti okudu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçti. O, ölür ve öldürülürse siz gerisin geri mi döneceksiniz?" (Âlü İmran, 3/144) Hz. Ebû Bekir, bu konuşmasıyla gönlü Hz. Peygamber sevgisiyle dopdolu olan Hz. Ömer gibi sahabîleri, uyardı.
Hakk'a vuslatın ve O'na ermenin adı olan "fena" kavramı, tasavvufi eğitimde fena fi'l-ihvan ile başlar, fenafi'ş-şeyh ve fena fi'r-Rasul ile devam eder, fena-fillah, ve baka billahta sona erer. İşin başında bulunan mübtedi bir salik, önce ihvana hizmette fani olur, sonra mürşidine muhabbet ve hizmetle fenaya erer. O'nun ardından Rasülullah'ın ahlakını ve hallerini benimseyerek o sıfatlarla muttasıl olmaya çalışır ve fenafi'r-Rasûlü bulur, bunu sağlayınca da ahlak-ı ilahiyyeye erer. Bu hâle eren kul, artık Allah ile görmeye, duymaya, düşünmeye, konuşmaya başlar ki, böylece bir kudsî hadiste anlatılan özellikler tahakkuk etmiş olur. (bk. Buharı, Rikak, 38)
Hz. Ebü Bekir'in "altın silsile"deki yeri sıddîklığı, hizmeti, ibadeti, vera ve takvası, ahlakî olgunluk ve mahfî-meşreb oluşuyla alakalıdır.

SIDDÎKIYET SIFATI
Allah Rasulü'nü başından sonuna kadar destekleyen, yerine göre koruyup himaye eden Ebû Bekir (r.a.)'in "Siddık lakabı hem ilahî, hem de nebevi kaynaklıdır. Nitekim müşriklerin Allah Rasûlünü ve müslümanları iyice bunalttıkları bir sıra da O'nu teselli etmek için bir ikram-ı ilahi olan Mi'raç olayı gerçekleşti. Her doğruya sırt çevirmekte mahir olan Kureyş keferesi, hemen buna da karşı çıkıp inanmadılar. Bununla da kalmayıp inanan insanları bi bahane ile yoldan çevirmeye kalkıştılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e de gelerek: "Arkadaşın neler söylüyor, duydun mu? Buna da inanacak mısın?" dediklerinde Ebû Bekir'den suratlarına şamar gibi patlayan şu cevabı aldılar: "Bunu o mu söylüyor, öyleyse doğrudur."
İşte Ebû Bekir'in bu kesin tasdiki üzerine: "Doğruyu getiren (Muhammed) ve O'nu tasdik eden (Sıddîk) muttakilerdir."(ez-Zümer, 3) ayeti nazil oldu. Siddîkiyet makamı peygamberlikler sonraki ilk manevi makam sayılmıştır.
Fedakârlık ve İsarı:
O'nun Allah yolunda ve Hz. Peygamber uğrundaki fedakarlığı ile boy ölçüşebilecek bir başkasını tarih kitapları kaydetmiyor. Sahip olduğu 40.000 dirhemlik servetini işkence altında inim inim inleyen köleleri satın alıp azad etmeye harcamaktan başlayan maddi fedakarlığı, canını ortaya koyarak devam etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)'e malıyla en çok destek olan sahabî o olduğu gibi, O'na işkence yapmaya kalkışanlara tek başına karşı koyar ve cesaretle O'nu koruyan da odur. Hicrette tek başına O'na yoldaş ve arkadaş olmuş, muhafızlık etmişti. Bedir, Uhud ve diğer gazalarda Allah Rasûlüne gelebilecek ilk saldıralara o karşılık vermişti. Allah Rasûlü, "orduya yardım ediniz" buyurduğu zaman malının tamamını getirmiş, "çoluk çocuğuna neyi bıraktın?" sorusuna "Allah'ı ve Rasûlünü" cevabım vermişti. Bu onun feragat ve fedakarlıkta abideleşen yönüdür. Yine bu anlayışın bir uzantısı olarak: "Allah'ım ahirette vücûdumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım de başkasına yer kalmasın; bütün kulların hesabına ben yanayım" diye dua etmişti. O'nun bu düşüncesinin bazı tasavvuf büyüklerine intikal ettiği ve bu silsilenin bir halkasını oluşturan Bayezîd'in de benzer sözler sarfettiği bilinmektedir.
Hakk'a ve Halka Hizmeti:
Siyasi idarede iki yıl gibi kısa bir zamanda mühim işler başaran, mürtedleri tepeleyen, yalancı peygamber Müseylime'nin işini bitiren, Kur'an-ı cem'eden ve bir yıl süreyle hiç kimsenin haksızlık iddiasıyla başvurmaya gerek duymayacağı şekilde mahkemelerin ve hapishanelerin boş kalmasını sağlayan dünyada benzeri görülmemiş bir adelet dağıtıcısı olan Ebû Bekir (r.a.) Allah Rasûlü'nün sağlığında da halkın hizmetine koşan, genç-ihtiyar herkese yardım etmeye alışmış bir fazilet abidesiydi. Nitekim bir gün Peygamberimiz (s.a.) soruyor: "Bugün içinizde oruçlu olan var mı?" Bir tek Hz. Ebû Bekir'den "Evet" cevabı geliyor. Allah elçisinin peşpeşe sorduğu: "Bugün hiç cenaze teşyiine iştirak edeniniz oldu mu? Bugün bir yoksulu doyuranınız var mı? Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız oldu mu?' şeklindeki sorularda da sadece O'ndan müsbet cevap gelince Efendimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Bütün bu faziletleri kendisinde toplayan kimsenin gideceği yer cennettir"
Müslim'in rivayet ettiği bu hadisten Hz. Ebû Bekir'in hem şahsî, hem de topluma hizmet açısından en mühim faziletler şahsında topladığı görülmektedir. Bu fazîletler O'nun üsve-i hasenesi; yani en güzel örneği olan Allah Rasûlü'nden öğrendiği ve ümmete örnekler halinde sunduğu faziletlerdir.
İbadet ve Ruhî Hayatı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) huşu ve takva üzere ibadet ederdi. Namaza kalktığında havf ve haşyetinden dolayı kesilmiş bir ağaç gibi titrer, fakat kalbindeki huzur hali sebebiyle huşûunu korurdu. Gözü yaşlıydı. Yanık sesiyle Kur'an okurken ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı. Allah aşkı ile ciğeri püryan olduğundan yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı. "biz keremi takvada, zenginliği yakin elde etmede, şerefi engin gönüllülükte bulduk." derdi. Takvada, şefkatde çok ileri, yufka yüreklilikte ve yumuşak başlılıkta en öndeydi. Daima yüreği yanık bir şekilde ah vah ettiği için kendisine "Evvah"derlerdi. Nitekim Hz. İbrahim'e de "Evvah"denildiğini Kur'an'dan öğreniyoruz. (bk. et-Tevbe, 9/214; Hûd, 11/75) O'nun coşkulu ibadeti, yanık ve ağlamaklı bir sesle Kur'an okuyuşu pekçok Mekkeli'nin dikkatini çekerek müslüman olmasını sağladığı için müşrikler O'nu açıktan namaz kılmaktan ve Kur'an okumaktan menetmeye çalışmışlardı.
Zeka ve sezgi yönünden son derece güçlüydü. Bu yüzden rüya tabirinde de mahirdi. Hz. Peygamber (s.a.)'in en yakîni olmasına rağmen sözlü rivayet ve nakillerinin azlığı sebebiyle müşahede erbabının ve hal ehlinin öncüsü sayılırdı. Çünkü hal, kal ile anlatılamaz, ancak yaşanarak anlaşılırdı.
Zühd, Vera' ve Takvası:
Maldan ve dünyaya aid şeylerin sevgisinden geçmiş, tevhid gerçeğine ermek için mihnet, çile ve sıkıntı yolunu seçmiş, bu yüzden kendi iradesiyle fakrı ihtiyar etmişti. "ilahi, dünyayı bana genişlet ve beni ona karşı zahid yap" diye dua ederdi. Yani bana önce dünyamı ver, sonra onun afetlerinden korunmak için sevgisini gönlümden al ve ben ihtiyarî fakr içinde olayım, demek isterdi.
Varlığa sevinmez, yokluğa yerinmezdi. Zaman olurdu ki, altı gün üstüste hiç yatak açmadan sabahladığı olurdu, rahatını aramazdı.
Kızı Aişe validemizin, giydiği bir elbisesinden hoşlandığını hissedince onu:
"Bilmez misin ki, bir kimse dünya zineti sebebiyle kendini beğenirse onu çıkarıncaya kadar Rabbının gazabına uğrar" diye uyarmıştı. Çünkü o, katıksız marifet duygusundan bir tad almış, bu tadın onu tadanları Yüce Allah'ın zatından başka her şeyden alıkoyacağını anlamıştı.
Takva ve vera duygusunun bir gereği olarak zaman zaman parmağıyla dilini tutup: "Başıma ne geldiyse hep bunun yüzünden" derdi. Bazen da diline sahip olmak için ağzına çakıl taşları koyduğu rivayet edilirdi.
Ağza giren ve ondan çıkanın Allah ve Rasûlünün istediği istikamette olmasının vera olduğunu bildiği için haram ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir kölesinin sihir karşılığı aldığı sütten bilmeden içmiş, durumu öğrenince parmağını boğazına sokarak bu sütü midesinden çıkarmıştı.

HAFÎ ZİKİR TELKİNİ:
Hz. Ebû Bekr'in tasavvuftaki ve altın silsile'deki en önemli yeri hafî zikrin onun vasıtasıyla öğrenilmiş ve yaşanmış olmasıdır. Tabakat kitapları ve hakkında yapılan araştırmalar, onun hafî meşrebliğinde birleşiyor. Hz. Ömer sadakasını açıkça halkın arasında getirip teslim ettiği halde Ebû Bekir (r.a.), gizlice veriyor. Hz. Ömer, gece kıldığı namazlarda Kur'an'ı yüksek sesle okuduğu halde o, alçak sesle okumayı tercih ediyor.
Niçin öyle yaptığı sorulduğunda da:
"Kendisine münâcâttâ bulunduğum zatı dinliyorum. O'ndan anlıyorum ki, O, bana uzak değildir, O'nun işitmesi açısından alçak sesle, yüksek ses, birdir." karşılığını verirdi.
"Ashabımın seçkinleri yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" buyuran Allah Rasülü insanların karakter yapılarının farklılığına ve farklı yapılardaki insanların kendilerine benzeyen bir sahabîye uymak suretiyle doğru yolu bulacağına işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve diğer büyük sahabîler tek tek ele alındığında hepsi büyük örnek şahsiyetler, ama karakterleri ayrı ayrı. Biri son derece dışa dönük, teklifsiz ve rahat yapıya sahip diğeri temkinli, teennili ve kısmen içe dönük bir kimlik taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor. Nitekim Hz. Ebû Bekir'de "hafî zikir" sırrı tecelli ederken, Hz. Ali ve Hz. Ömer'de "cehrî zikir" sırrı tecelli ediyor. Allah Teala Kur'an'da zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de açıktan olanını da emrediyor. (bk. el-A'raf, 7/205; el-Hacc, 22/36) Hz. Peygamber (s.a.), her iki zikrin de öğreticisi ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebû Bekir'e Sevr mağarasında gizli zikri telkîn ve ta'lîm buyurmuştur. Hadis kaynaklarında geçmediği için, bazılarının karşı çıktığı bu rivayeti Kur'an doğrulamakta ve: "ikisi mağarada iken O, arkadaşına: "Üzülme Allah bizimle beraberdir." diyordu. (et-Tevbe, 9/40) buyurmaktadır. Maiyyeti; yani Allah ile olmak O'nu unutmamak ve hiçbir an hatırdan çıkarmamaktır. Hafi zikir de bu değil midir? Kalpdeki Allah bağını sürdürmek değil midir? Kur'an'daki zikirle ilgili emirle-re bakacak olursak onlar da iki türlüdür: Biri mutlak zikir, diğeri isim zikri. Doğrudan Allah'ı anmayı, unutunca hatırlamayı emreden ayetler (mesela: el-Ahzab, 33/41 ;el-Kehf, 18/23) mutlak zikre; "sabah akşam rabbının ismini an!" (el-İnsan, 76/25) şeklindeki ayetler isim zikrine işarettir. Mutlak zikir, bir bakıma hafi zikir sayılabilir. Bu ayetler muvacehesinde Hz. Ebû Bekr'in karakter yapısına en uygun hafî zikirle meşgul olması ve tamamen ruhî bir hal olan bu zikre aid yazılı ve sözlü rivayetlerden çok, silsile ile gönülden gönüle intikal eden bir in'i'kasın bulunması gayet tabiîdir.

HZ. EBÛ BEKR'İN HİLYESİ
Hz. Ebû Bekir, orta boylu, hafif sarıya meyyal beyaz tenli, gür saçlı, seyrek sakallıydı. Sakalına kına yakardı. Açık alınlı çukurca gözlü, keskin bakışlı idi. Yüzü ve bedeni zayıf olmakla birlikte omuzları genişçeydi. Bacakları ince kemikli, çekik uyluklu, ince ve narîn vücutlu idi. Buna rağmen kuvvetli ve şecaatliydi. Gençliğinde vücûdu dümdüzdü. Yaşlandığında hafifçe öne doğru eğilmişti. İlahî aşk ve haşyetle dopdolu olduğundan duruşu hüzünlüydü. Peygamber sevgisiyle dolu gönlü sebebiyle yüzü güleç ve sevimliydi. Selman Fârisî (r.a.)


Alinti
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..
1 9