Erba´in-i İdrisiyye 24. İsm-i Şerif

 
Lalegül Dergisi
 
 

AMENTÜ




(Amentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusulihi velyevmil ahiri ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teala velba'sü ba'delmevti hakkun eşhedü en la ilahe illallah ve ehedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü )

( MANASI )

"Ben Allah-u Teala'ya , meleklerine , Kitaplarına , Resul ( Peygamber ) lerine , ahiret gününe , kader  ( takdir edilen şeyler ) in hayırlısı ve şerlisi ( yaratılmak yönünden ) Allah-u Teala dan olduğuna inandım.
Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet ederim ki Allah (-u Teala) dan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki , Muhammed (s.a.v.) Allah (-u Tealan)ın kulu ve resulüdür"

Bilindiği Üzere iman şartları altıdır.
1- ( Amentü billahi ) ALLAH'A İNANMAK
   Tabiki Allah'â inanmak için evvela onu tanımak lazımdır. Yahudi ve Hristiyanlar da Allah'a inandıklarını söylemektelerse de ; "Allah'ın oğlu ve hanımı var " şeklinde sapık inançlarından dolayı Allah'a inanmaları muteber sayılmamıştır.

Dolayısıyla Allah'a inanmak onun " Varlığına , birliğine , doğmadığına , eşi dengi olmadığına ,bütün kemal sıfatlarla muttasıf olup bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna"  inanmak demektir ki bu hususta daha geniş malumat ileride vermeye çalışacağız.

O halde Allah-u Teala hakkında şuna inanmalıyız ki " Allah-u Teala varlığı vacip olan , yokluğu düşünülemeyen ve varlığı zatından olup hiçbir kimseye muhtaç olmayan bir zattır. "

Allah-u Teala bütün kemal sıfatlarla mevsuf  ( Üstün Sıfatlara Sahip ) olup , Noksan sıfartların tümünden münezzeh ( son derece uzak ) tir.

Allah-u Teala hiçbir icap ( Kimsenin Zorlaması ) olmaksızın dilediğini yapan , hiç şüphesiz mahlukatı yaratan ve her yaptığını bir hikmete dayalı olarak yerli yerinde yapandır.

Melekler  Allah-u Teala'dan izinsiz hiç bir şeyi kendiliklerinden yapmadıkları için herhangi bir nedenle onlar hakkında kötü konuşmak ve onlara düşman olmak gerçekte Allah'a düşmanlık sayıldığından insanı dinden çıkarır.

Bu husus Yahudilerin Cebrail ( Aleyhisselam ) a düşmanlığı ile ilgili Bakara suresinin 97-98. ayeti kerimelerinde zikredilmiştir.

2- ( Ve Melaiketihi ) MELEKLERİNE İNANMAK

Ihlas

 
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ameller, niyetlere göredir…” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 41; Müslim, İmâre, 155)
Bu itibarla başta ibâdetler olmak üzere bütün hayırlı amellerin, Allâh rızâsı için yapılması esastır. Bu da, ancak ihlâs ile tahakkuk edebilir. Diğer bir ifâdeyle, yapılan amelleri ancak ihlâs ile ulvî bir gâyeye bağlayarak ibâdet vasıf ve derecesine yükseltmek mümkündür. Dolayısıyla Allâh katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır.
İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kasdederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsânî gâyelerin gölgesini düşürmemektir. Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel, özden mahrum kuru bir yorgunluktan ibârettir.
İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilme gâyesiyle her türlü dünyâ menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.
İhlâs, amellerin, başta riyâ ve ucub olmak üzere her türlü mânevî kirden arınmasıdır. Zîrâ bunlar, ihlâsı bulandıran ve onu yok eden kalbî hastalıklardır.
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayri bütün emelleri gönülden söküp atmak, müslümanın îfâsına mecbûr olduğu büyük bir vazîfedir.
Lâkin şuna dikkat etmek lâzımdır ki, ihlâs sâhibi kimseler her an nefsâniyetin galebesi neticesinde bu güzel hâllerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Zirvede durmak nasıl zor ise, ihlâsı muhâfaza edebilmek de o derece güçtür. Nitekim bu hususta Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin şu sözü pek meşhurdur:
“Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır. İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimâli vardır, ancak ihlâslılar müstesnâdır. İhlâslılar da (dünyâda her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…”16
Bütün zorluğuna rağmen ihlâsı muhâfaza edebilen kullar ise pek çok ilâhî lutuflara mazhar olurlar. Ezcümle:
İhlâs, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler. Çünkü Allâh’ın, insanların amellerinden murâdı, ancak kendi rızâsının hedeflenmiş olması, yâni ihlâstır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni Allâh’a has kılarak ihlâs ile kulluk et!” (ez-Zümer, 2)
“De ki: Ben, dîni Allâh’a has kılarak ihlâslı bir şekilde O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ez-Zümer, 11)
İhlâs, mü’mini, en büyük düşmanı olan şeytanın tasallutundan kurtarır. Zîrâ o, ancak ve ancak ihlâsta zaaf gösterenlere musallat olabilmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
(Şeytan) dedi ki: Ey Rabbim! And olsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlakâ azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!”
(el-Hicr, 39-40)
İhlâs sâhibi olanlar, cehennem azâbından âzâd olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın: (Azaptan) ancak Allâh’ın hâlis kulları istisnâ edilecektir.” (es-Sâffât, 40)
buyruğu bu hakîkati müjdelemektedir.
İhlâsla yapılan amel, az da olsa, sâhibinin kurtuluşuna kâfîdir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan az amel bile sana kâfî gelir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 341)
İhlâs, ilâhî nusreti celbeder. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“Allâh bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” buyurmuştur. (Nesâî, Cihâd, 43)

Ağlayan hurma kütüğü


Peygamberlerin, mûcize sûreti ile ortaya koydukları hârikalar, insandaki gafletin izâlesi istikâmetinde bir şok te’sîri husûle getirmek içindir. Tâ ki, insanoğlu hiçten daha hiç olduğunu anlasın ve tam bir teslîmiyetle Rabb’ine kul olsun!..

İnsanoğlunun gafletini yırtıp izâle edecek bu hârikulâde hâdiseler, gâfillerin idrâklerini acze mahkûm etmek ve ehl-i îmânın da yakînini artırmak içindir. Cansızlar, bitkiler ve hayvanların Rab’lerine olan tesbîhleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i tanımaları ve O’na muhabbetle meyletmeleri gibi tecellîler, bu cümledendir.

Bu mûcizeler, âşikâr bir sûrette gözler ve gönüller önünde defalarca sergilenmiştir. Bunların en meşhûrlarından biri de, bir hurma kütüğünün meşhur olan feryâd ü figânıdır:

Mâlûmdur ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, ashâbına vaaz ederken mescid direklerinden bir hurma kütüğüne dayanır, öyle sohbet ederlerdi. Bu hurma kütüğü de, kendisine Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yaslandığını duyar, bu mazhariyetle mes’ûd olurdu.

Gün geldi, mescidde sohbet dinleyen ashâb o kadar çoğaldı ki, sahâbelerin mühim bir kısmı, kalabalıktan Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzünü göremez oldular ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Bizler, mescid hayli kalabalık olduğundan mübârek yüzünüzü göremiyoruz!” diye haklı olarak şikâyette bulundular.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den  mescide bir minber yapılmasını ve O’nun bu minbere çıkarak hutbesini îrâd etmesini taleb ettiler.

Bunun üzerine mescide bir minber yapıldı. Nûr-i nübüvvet, Varlık Nûru, artık bu minbere çıkarak sohbet edecekti. Fakat Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bu yeni minbere ilk çıkışında beklenmeyen mûcizevî bir hâdise oldu:

O Âlemlerin Efendisi’nin daha evvel hutbe okurken kendisine yaslandığı hurma direği; duyan, düşünen, hicran ve hasret içinde kavrulan bir insan gibi feryâd u figân ile âh edip inlemeye başladı.

Bu, derin ve yanık bir ney sadâsı gibi öyle içten bir seslenişti ki, o sohbet meclisinde bulunan, genç ve yaşlı, bütün mü’minler bu feryâdı duydular. Feryâd bir sadâ olmaktan da çıkarak, âdetâ bir muzdarip lisân hâline geldi.

Bütün ashâb, kuru bir hurma ağacının bu kadar yanık bir sesle içindeki hasret ve ızdırâbını ifâde etmesi karşısında hayret ve dehşet içinde kaldı. (Buhârî, Menâkıb 25, Buyû 32)