Mevlid-i
Şerif
|
Allah adın
zikredelim evvela,
Vacib oldu cümle işte her kula. Kim ki, Allah adını önce ana, Her işi kolay eder Allah ona. Allah adı olsa her işin önü, Asla ebter olmaz o işin sonu. Bir kez Allah dese aşkla lisanın, Kalmayıp dökülür bütün günahın. Zikri tekrar eyle mütemadiyen! Her murada erişir Allah diyen. Haramı bırakıp, helal yemeli, Şükredip her zaman Allah demeli. Kerimdir, rahimdir, O ilâhımız, Bize rahmet kıla yüce şahımız! Varlığına, birliğine şek yoktur, Ne yazık, üç tanrı diyen pek çoktur. Varlığına edilse de çok hayret, Cümle âlem yokken O vardı elbet. O varken yok idi, insan, cin, melek, Arş, dünya, güneş, gezegen ve felek. Bunların hepsini, O var eyledi, Birliğine hepsi ikrar eyledi. Kudretini göstererek O Celil, Birliğine kıldı bunları delil. Ol dedi bir kere var oldu cihan, Olma derse, mahvolur hemen o an. Resulullah’tır bu varlığa sebep, Onun rızasını, aşkla et talep! Resulullahın nuru Hak teâlâ yaratınca Âdem’i, Âdem’le süsledi bütün âlemi. Mustafa nurunu alnına koydu, Habibimin nuru, bil bu nur dedi. Kıldı o nur, onun alnında karar, Kaldı onun ile nice zamanlar. Daha sonra Havva alnına geçti, Ondan oğlu Şit’e bu nur nakletti. Erdi İbrahim’e, İsmail’e hem, Söz uzayıp gider, hepsini dersem. Doğunca O rahmeten lil-alemin, Vardı nur onda karar etti hemin. Doğumu Âmine hatundur onun annesi, O sedeften doğdu O dürdanesi. Rebiulevvel ayının nicesi, On ikinci pazartesi gecesi. O gece ki doğdu, O hayr-ul beşer, Annesi onda neler gördü neler. Dedi gördüm, O Habib’in annesi, Bir acep nur ki, güneş pervanesi. Fırlayıp evimden çıktı nagehan, Göklere dek nur ile doldu cihan. Gökler açıldı, yok oldu karanlık, Üç melek gördüm, elinde üç ışık. Biri doğu biri batıda onun, Biri damında, dikildi Kâbe’nin. İndiler göklerden melekler saf saf, Kâbe gibi kılındı evim tavaf. Yarılıp çıktı duvardan nagehan, Geldi üç huri bana oldu ayan. Bu hususta derler o üç dilberin, Asiye’ydi biri o mehpeykerin. Biri Meryem hatun idi aşikâr, Birisi hem hurilerden bir nigâr. Çevre yanıma gelip oturdular, Mustafa’yı birbirine muştular. Dediler oğlun gibi hiçbir oğul, Yaratılalı cihan, gelmiş değil. Bu senin oğlun gibi kadri cemil, Bir anaya vermemiştir O Celil. Ulu devlet buldun, ey Âmine sen, Doğacaktır senden O hulk-i hasen Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır, Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır. Bir adı Mahmud, bir adı Ahmed’dir, Varlığı cümle âleme rahmettir. Âmine eder vakit oldu tamam, Ki vücuda gele O hayr-ül enam. Susadım gayet hararetten katı, Sundular bir cam dolusu şerbeti. Şerbeti karşımda tuttu huriler, Bunu Rabbimiz gönderdi dediler. Kardan ak idi ve hem soğuk idi, Lezzeti dahi şekerde yok idi. İçtim onu oldu, cismim nura gark, Edemedim kendimi ben nurdan fark. Geldi bir ak kuş kanadıyla revan, Arkamı sıvadı kuvvetle heman. Doğdu o saatte O sultan-ı din, Nura gark oldu, semavat ü zemin. Kim olmak isterse ateşten necat, Aşk ile, şevk ile etsin salevat! Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah! Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah! Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin. Mahlûkatın hepsi sevindi o an, Dirilip âlem yeniden buldu can. Kâinattaki her şey edip seda, Çağrışarak dediler ki, merhaba! Merhaba, ey âl-i sultan merhaba! Merhaba, ey kân-i irfan merhaba! Merhaba, ey sırr-ı furkan merhaba! Merhaba, ey derde derman merhaba! Merhaba, ey rahmeten lil-âlemin! Merhaba, sensin şefial müznibin! Bütün dertlilerin dermanı sensin, Cümle âlemlerin sultanı sensin. Çünkü nurun ruşen etti âlemi, Gül cemalin gülşen etti âlemi. Âmine hatun artmış idi hayreti, Bir zaman aklı gidip geldi geri. Gördü gitmiş huriler hiç kimse yok, Görmedi oğlunu yalvarırdı çok. Bir an şöyle düşünceye dalmıştı, Huriler onu götürdü sanmıştı. Dört tarafa bakıp edince nazar, Gördü ki bir köşede hayrül-beşer. O ulu, Kâbe’ye karşı duruyor, Yüzün yere koymuş secde ediyor. Secdede diliyle tahmid ediyor, Kaldırmış parmağın tevhid ediyor. Dudaklar kıpırdardı, söylerdi kelâm Anlayamazdım, ne derdi o hümam Kulağım ağzına verdim, dinledim, Söylediği sözü o an anladım. Derdi ki, ya Rab yüzüm tuttum sana, Ya İlahi ümmetimi ver bana! Ümmetim dedi sana, O Mustafa, Ver salevat sen de ona, bul safa. Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah! Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah! Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin. Miraca gitmesi Dinle miracını o şahın ayan, Âşıksan aşk ateşine durma yan! Pazartesi gecesi gerçek haber, Leyle-i kadirdi o gece meğer. O mübarek bahtı, o kadri yüce, Ümmühanin evine vardı gece. Orda iken nagehan o yüzü ak, Cebrail Cennete git dedi Hak. Bir sırmalı taç ve bir hulle kemer, Hem dahi al bir burak-ı muteber. Habibime ilet de, ona binsin! Arşımı seyreylesin, beni görsün! Cebrail cennete olunca revan, Gördü ki, kırk Burak otluyor o an. İçlerinden bir Burak ağlar katı, Yiyip, içmez, kalmamış hiç takati. Gözlerinden yaşlar eylemiş revan, Ciğerini dertle etmiş perişan. Dedi Cebrail, niçin ağlıyorsun? Hüzünle ciğerini dağlıyorsun? Arkadaşların yiyip içip gezer, Sen inliyorsun, canını ne üzer? Dedi, kırk bin yıl vardır ki ya emin, Aşktır bana yemek ve içmek hemin, Nagehan bir ses işitti kulağım, O zamandan bilemem sağı solum. Nedense yüksek sesle bağırdılar, Ya Muhammed diyerek çağırdılar. O andan beri bilemem, n’olmuşam, O adın ismine âşık olmuşam. Yüreğim içinde eridi yağım, Âşık oldu görmeden bu kulağım. Cenneti başıma bu aşk, dar eder, Gece gündüz işlerimi zâr eder. Gerçi cennet içinde duruyorum, Hep cehennem azabı görüyorum. Hazret-i Cebrail der ki, ey Burak, Ağlama hep, verdi muradını Hak. Bir kimsede, aşkın nişanı olur, Akıbet maşuk, er geç onu görür. Gel beri maşukuna götüreyim, Yarana merhem vurup bitireyim. Aldı Cebrail Burak’ı o zaman, Resulullaha ulaştırdı o an. Hak selam etti sana ey Mustafa, Ki mübarek hatırın bulsun safa. Buyurdu gelsin misafirim olsun, Arşımı seyreylesin, beni görsün! Bu gece zahir olur esrar-ı Hak, Gösterecektir sana didar-ı Hak. Zemzemle doldu bütün âlem o an, Arşa varır dediler Fahr-i Cihan. Hem sekiz cennet kapısı açtılar, Âlemin üstüne rahmet saçtılar. Gel gidelim Hazrete, ya Mustafa! Şu anda bekliyor eshab-ı safa! Sana cennetten getirdim bir Burak, Davet-i Rahmandır edesin idrak. Çekti o anda Burak’ı Cebrail, Önüne düştü ona oldu delil. Göz açıp kapamadan Kudüs’e vardı, Etrafını bütün nebiler sardı. Enbiya ervahı karşı geldiler, Mustafa’ya izzet ikram kıldılar. Geçerek mihraba O hayr-ül-enam, Enbiya ervahına oldu imam. Gece durmadı yola oldu revan, Bütün göklerden geçip etti seyran. Her birinde türlü hikmetler gördü, Cebrail’le varıp Sidre’ye erdi. Cebrail’in durağıdır o makam, Yerle gök ta ki tutalıdan nizam. Gelip Cebrail makamında durdu Rahmeten lil-âlemin ona sordu: Bilemem, bu yolları ben nideyim, Burada garibim, nere gideyim? Cebrail dedi, sen ki Habibsin, Sanma bu yerlerde öyle garipsin, Burada bitti benim seyrangâhım, İlerisinden dahi yok âgâhım. Eğer geçsem zerre kadar ileri, Yanarım hemen ey Hakkın serveri. Dedi Cebrail’e o şah-ı cihan: O halde sen yerinde kal bir zaman. Söyleşirken Cebrail ile kelam, Geldi Refref önüne, verdi selam. Aldı o şah-ı cihanı o zaman, Sidre’ye giderek getirdi heman. Gördü gök ehli ibadette hepsi, Her biri bir türlü taatte hepsi. Hep gök ehli cümle karşı geldiler, Mustafa’ya izzet ikram kıldılar. Merhaba ya Muhammed dediler, Ey şefaat kân-ı Ahmed dediler. Her biri kutladı miracını, Dediler giydin saadet tacını. Yürü artık meydan senin bu gece, Sultan ile sohbet senin bu gece. Hepsi ile görüşüp geçti öte, Varıp erişti O ulu hazrete. Rabbimiz harfsiz, kelimesiz ve sessiz Konuştu Mustafa ile şüphesiz. Dedi ki mahbub-u matlubun benim, Sevdiğin can ile mabudun benim. Gece gündüz durmayıp istiyordun, Bir kez görsem cemalini diyordun. Gel Habibim sana âşık oldum ben, Cümle halkı sana köle kıldım ben. Ne muradın var ise kılam reva, Eyleyem bir derde bin türlü deva. Mustafa dedi ya Rabbel-âlemin. Ey affı ve hediyesi çok kerim, O zayıf ümmetimin hali ne ola, Hazretine nice onlar yol bula? Ya İlahi hazretinden hacetim, Şu dur ki, ola en makbul ümmetim. Hak tealadan duyuldu bir nida, Ya Habibim ben sana kıldım atâ. Ümmetini sana verdim ey Habib, Cennetimi onlara kıldım nasib. Ey Habibim nedir, o ki diledin, Bir avuç toprağa minnet eyledin. Zatıma ayna edindim zatını, Beraber yazdım adımla adını. Ya Habibim anlıyorum ben seni, Görmeğe hiç doyamazsın sen beni. Tez varıp davet et kullarımı, Ta gelip de göreler didarımı. Göz açıp kapamadan Fahri cihan, Ümmühanın evine geldi heman. Her ne gelmişse Mirac’da başına, Cümlesin haber verdi eshabına. Dediler ey kıble-i İslam-ı din, Kutlu olsun sana Mirac-ı güzin. Hepimiz kullarız, sen ise şahsın, Gönlümüzde daim parlayan mahsın. Bize, ümmet olmak devleti yeter, Müslüman olmanın izzeti yeter. Süleyman Çelebi Kelimeler: Ebter: Güdük, neticesiz, kısır Mütemadiyen: Devamlı Felek: Gök Rahmeten lil-âlemin: Âlemlere rahmet olan Resulullah Necat: Kurtuluş Dürdane: İnci Hayrülbeşer: İnsanların en iyisi Nagehan: Hemen Dilber: Güzel Mehpeyker: Ay yüzlü Nigâr: Güzel yüzlü sevgili Muştu: Müjde Hulk-i hasen: Güzel ahlak İlm-i ledün: Bâtın ilmi Kân: Menba, kaynak Şefi-ül-müznibin: Günahlara şefaatçısı Revan: Akan, uçan Heman: Hemen Semavat ü zemin: Yer ve gökler Furkan: Kur’an-ı kerim Ruşen: Parlak aydın Gülşen: Gül bahçesi Tahmid: Hamd Tevhid: La ilahe illallah demek Hümam: Himmetli Hulle: Cennet elbisesi Burak: Resulullahı miraca götüren hayvan Burak-ı muteber: Uygun bir burak Hayrülenam: İnsanlarını en iyisi Seyrangah: Gezme yeri Agâh: Haberdar Mahbub: Sevilen Matlub: İstek Rabbelâlemin: Âlemlerin rabbi Hacet: İstek Atâ: Hediye Güzin: Seçilmiş, beğenilmiş Mah: Gökteki ay, mahveden, peygamberlik nuru. Küfür karanlıklarını mahvettiğinden, Resulullah’a mah da denmiştir |
A´dan Z´ye… ا´den ي´ye… Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken, kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olan ve sonu Cennete varan bir yoldur İlim✦Amel✦İhlas
Mevlid-i Şerif
Şiir Köşesi - Yunus Emre
Vaktinize hazır olun, ecel vardır, gelir bir
gün
Emanettir kuşça canın, , issi vardır, alır bir gün
Nice bin kere kaçarsan, yedi deryalar geçersen
Pervaz uruben uçarsan, ecel seni bulur bir gün
İşbu meclise gelmeyen, anup nasihat almayan
Elif'ten be'yi bilmeyen, okur kişi olur bir gün
Tutmaz olur tutan eller, çürür şol söyleyen diller
Sevip kazandığın mallar, varislere kalır bir gün
Yunus Emre'm bunu söyler, aşkın deryasını boylar
Şol yüce köşkler, saraylar, viran olur kalır bir gün
Emanettir kuşça canın, , issi vardır, alır bir gün
Nice bin kere kaçarsan, yedi deryalar geçersen
Pervaz uruben uçarsan, ecel seni bulur bir gün
İşbu meclise gelmeyen, anup nasihat almayan
Elif'ten be'yi bilmeyen, okur kişi olur bir gün
Tutmaz olur tutan eller, çürür şol söyleyen diller
Sevip kazandığın mallar, varislere kalır bir gün
Yunus Emre'm bunu söyler, aşkın deryasını boylar
Şol yüce köşkler, saraylar, viran olur kalır bir gün
Yunus Emre
Hayatın İslam'a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası

İslam ümmeti, tarihi süreç
içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî
birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle
kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya
çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir
surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, İmam
Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu
âlimlerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık
olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı
dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy
ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal
karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de
yegâne yoludur.
Ehl-i Sünnet’in yeniden
inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu,
Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla
tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu,
sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak
gerekir.[1]
Bazı çağdaş araştırmacılar,
Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu”
algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak
görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2]
Oryantalizm ise, İslam
coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi
Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede
Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati
anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle
ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta
karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında
kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini
takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3]
Bu kurgu bazı müslümanları da
etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete
ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı
şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan,
geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin
temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba
şeklinde anlaşılmıştır.”[4]
Ehl-i Sünnet’i dogmaların
mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin
faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek
tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu
çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide
ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe);
mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’
(Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve
nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm
temsil etmektedir.
Merkez meselesini Ehl-i
Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili
yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam
algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar
hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?”
sorusuna cevap aranacaktır.
I. TARİHİ SÜREÇ
Ehl-i Sünnet’in[5] kavram
olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam
ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü
olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde
olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri
dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6]
Konu ile alakalı rivayet ve
değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i
Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru
üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının
benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre
“kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek
Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı
çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin
ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki
ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını
belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v.
131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek
çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır.
Yukarıdaki ifadeler Ehl-i
Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki
iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece
mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye
şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14]
Dış unsurların etkisiyle Hz.
Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia
ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun
ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme
ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı
olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil
olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması)
etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu
beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden
Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da
hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve
bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken;
Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat
ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at
ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise
literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist
Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif,
insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini,
nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı.
Yukarıdaki ifadelerin bir
hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde
şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak
tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh
meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme
olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu
anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için
yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir.
Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”,
fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca
var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir
oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da
“alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda
Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe
aykırı bir şekilde tanımlamak olur.
Akideden Ameli Hayata Ehl-i
Sünnet
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)