İslam coğrafyası yaklaşık iki
asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz
ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî ve iktisadi buhranlara da
kaynaklık eden bu iklim, İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî
vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle, Batı’nın buyurgan
aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm
etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham
savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir.
İslam ümmeti, tarihi süreç
içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî
birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle
kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya
çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir
surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, İmam
Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu
âlimlerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık
olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı
dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy
ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal
karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de
yegâne yoludur.
Ehl-i Sünnet’in yeniden
inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu,
Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla
tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu,
sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak
gerekir.[1]
Bazı çağdaş araştırmacılar,
Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu”
algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak
görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2]
Oryantalizm ise, İslam
coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi
Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede
Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati
anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle
ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta
karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında
kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini
takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3]
Bu kurgu bazı müslümanları da
etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete
ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı
şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan,
geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin
temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba
şeklinde anlaşılmıştır.”[4]
Ehl-i Sünnet’i dogmaların
mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin
faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek
tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu
çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide
ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe);
mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’
(Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve
nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm
temsil etmektedir.
Merkez meselesini Ehl-i
Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili
yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam
algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar
hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?”
sorusuna cevap aranacaktır.
I. TARİHİ SÜREÇ
Ehl-i Sünnet’in[5] kavram
olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam
ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü
olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde
olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri
dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6]
Konu ile alakalı rivayet ve
değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i
Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru
üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının
benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre
“kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek
Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı
çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin
ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki
ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını
belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v.
131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek
çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır.
Yukarıdaki ifadeler Ehl-i
Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki
iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece
mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye
şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14]
Dış unsurların etkisiyle Hz.
Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia
ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun
ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme
ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı
olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil
olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması)
etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu
beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden
Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da
hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve
bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken;
Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat
ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at
ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise
literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist
Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif,
insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini,
nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı.
Yukarıdaki ifadelerin bir
hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde
şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak
tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh
meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme
olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu
anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için
yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir.
Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”,
fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca
var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir
oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da
“alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda
Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe
aykırı bir şekilde tanımlamak olur.
Akideden Ameli Hayata Ehl-i
Sünnet
Allah Resulü (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in dini tebliğ ettiği ilk dönemdeki İslam algısı etrafında
oluşturulan akidevî riskler, Ehl-i Sünnet kavramının iştihar döneminde de
benzer yoğunlukta olmuştur. Müşrik kültür havzalarında üretilen ideolojilerin ihtiva
ettiği tehlikeler müstakim âlimlerin Allah Resulü’nün ve Ashabının[16] sahih
tevhit tasavvurunu esas alarak geliştirdikleri risk analizi yöntemleriyle
tasfiye edilmiştir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramı ilk olarak akide alanında
iştihar etmiş, zamanla Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik gibi amelî
mezhepleri de içine alarak, “fırâk-ı dalle/sapık hareketler”e karşı “vahyedilen
İslam”ın müesses hali olmuştur. Bu müesses hal neticesinde Kur’an’ı murad-ı
ilahiye göre anlama faailiyeti tefsir, Sünnet’i muhafaza ve rivayet etmek
hadis, tafsılî delillerden ameli şer’î hükümleri bulup çıkarmak fıkıh, imanın
mahiyetine dair kabuller ve düşünceler de kelam başlıkları altında teşekkül
etmiştir. Zamanla ilim merkezleri kurumsal kimlik kazandı ve İslami disiplinler
kökleşti. Ulema halkla nass, devletle nass, harici siyasetle nass arasında
nasstan hareketle çözüm ve çareler üretti. Ehl-i Sünnet ilmi disiplinlerle,
fıkha, tefsire, kelama, fikre, sanata, mimariye, şiire ve nesire dönüşerek
hayatın her şubesinde muşahhas bir hal aldı.
Ehl-i Sünnet, belli bir
zümrenin adı olmaktan ziyade İslam’ın yekun ifadesi olduğuna,[17] bunun da
fıkıh, tefsir, kelam, hadis, edebiyat, mimari gibi temel İslami disiplinlerde
ve ictimaî hayatta farklı temsil alanları oluşturduğuna göre akidede ya da
tefsirde “Ehl-i Sünnet’e göre…. “ diye başlayan bir ifade “İslam’a göre….”
şeklinde başlayan bir ibareyle ayniyet arz etmektedir. Zira bu şekilde başlayan
her hüküm Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe tarafından uygulanma imkânı bulan
bir rüknün arzıdır. Ehl-i Sünnet’e göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel
dine göre…” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak
görmek[18] ya bir algı yanılması ya da şuur kaybıdır.
Ehl-i Sünnet’in İttifak
Noktaları
Ehl-i Sünnet’e mensup
müctehitlerin, asılda aynı olmakla beraber ictihadi hususlarda farklı
mutalalara sahip olmalarını onun standart bir öğretisinin olmadığına gerekçe
yapmak[19] ya iradî bir yönlendirmeden ya da âdem-i vukufiyetten
kaynaklanmaktadır.
Ehl-i Sünnet ulemasının
Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlediği esaslar, neyin “tekfir” mevzuu
olacağı ya da olmayacağını beyan ederek ümmet arasındaki “temel ihtilaf
alanlarını” ortadan kaldırmıştır. Abdulkâhir el-Bağdâdî, kimin “Sünnî”
addedileceğini belirtme sadedinde bu esasları şu şekilde hulasa etmektedir:
“Âlemin hadis olduğunu, onu yaratanın birliğini, kadim oluşunu, sıfatlarını,
adaletini, hikmetini, hiçbir şeye benzemediğini kabul eden; Allah Resulü
(sallalalhu aleyhi ve sellem)’in nübüvvetine, onun evrensel olduğuna,
şeriatının ebediliğine, getirdiği her esasın hakikat olduğuna, Kur’an-ı
Kerîm’in şer’î hükümlere kaynaklık ettiğine, Kabe’nin namaz için kıble olduğuna
inanan ve bu inanca -kişiyi küfre sürükleyecek- bidat karıştırmayan mümine
Sünnî denir.”[20]
Ehl-i Sünnet - Sünnet
İlişkisi
Şia, Mutezile, Havaric gibi
Ehl-i Sünnet dışı mezheblerin Sünnet’e tabi olma noktasında Ehl-i Sünnet’ten
farklı olmadıklarını, dolayısıyla Sünnet’e bağlılık iddiasının Ehl-i Sünnet’le
sınırlandırılmasının doğru olmadığını söylemek[21] pek çok yanıltıcı bilgiler
ihtiva etmektedir. Zira söz konusu fırkalardan günümüzde en etkin olanı Şia,
hadisleri Sahabe üzerinden reddetmiş pek çok Sahabeyi de tekfir ederek onların
rivayetlerine itibar etmemiştir. Aynı durum Mutezile’yi teşkil eden isimler
için de söz konusudur. Nitekim direkt olarak hadisleri reddedemeyen Mutezile en
fazla hadis rivayet eden sahabeleri yalancılıkla itham etmiştir.[22]
Ehl-i Sünnet’in Allah Resulü
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetini takip eden büyük çoğunluk olduğu
gerçeğini yanıltıcı bulan kimi araştırmacılar arasında bazı hadisçilerin de yer
alması düşündürücüdür.[23]
II. MODERN MÜŞKİL
Ortaya çıkan ya da çıkacak
olan sorunları Kur’an ve Sünnet’i esas alarak çözen, böylece de “sahih İslam”ın
sürekliliğini temin eden Ehl-i Sünnet, ana bünyeyi muhafaza ederek sürekli bir
var oluşu hedefler, hayatı, Kur’an ve Sünnet’e göre tayin eder. Bu yüzden
İslam’ın ne olduğunu ya da ne olmadığını anlayabilmek için ulemanın İslam
kelimesine düştüğü “Sünnet” ve “Cemaat” kayıtları her dönemde olduğu gibi
günümüzde de hayati bir önemi haizdir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurları
tasfiye etmeyi, inşanın hareket noktası olarak kabul eder. Bu yüzden onun
önerdiği var oluşla modernitenin benimsediği sentez esasta birbirinden
farklıdır. Birincisi İslam ümmetinin medeni birikimi ve tarihi tecrübesi
içerisinde inşayı/var oluşu önerirken, ikincisi tedahülü tavsiye eder.
İnşa ve tedahül Hz. Ali
(radiyallahu anh) döneminden itibaren devam eden iki esas ameliyedir.
Dolayısıyla mevzunun vuzuha kavuşması için inşa gibi, “fırak-ı dalle”nin
ameliyesi olan tedahülün de günümüzde neye karşılık geldiğini ve bu karşılığın
nasıl oluştuğunu bilmek gerekir.
Kökleri itibariyle Batı’ya
ait olan ya da Batı’da kurgulanıp İslam coğrafyasına uyarlanan modernizm,
tedahülün muasır versiyonudur. Batı’ya ait bir kurgunun İslam’a uyarlanması,
mevcut krizleri çözüp inşaî ruhu uyandırma yerine ilmî ve fikri enkazlara yeni
harabeler eklemiştir. Batı, kurgusunu İslam coğrafyasına uyarlarken İslam’ı
iman, ahlak ve ibadet esaslarından mürekkeb bir din olarak tanımlamış;
Müslümanların siyasî, iktisadî ve ictimaî hususlardaki eserlerini ilgili
alanların müzelerinde ya da kütüphanelerinde sergilenecek tarihî unsurlar
olarak göstermiştir.
Batılılar, Mısır gibi İslam
ülkelerinde uyguladıkları eğitim sistemi vasıtasıyla -büyük çoğunluk
tarafından- İslam’ın sadece belli ibadet, zikir ve ahlak nazariyelerinden
ibaret bir din, Kur’an-ı Kerîm’in de teberrük için okunan bir kitap olarak
algılanmasını başarmışlardır. Nitekim modern dönem İslam tasavvurlarından dinin
hukuk, siyaset, edebiyat, sanat gibi siyasi ve sinaî boyutları hazfedilmiştir.
Böylece yegane iktisat, siyaset, eğitim nazariyelerinin mimarlarının Batılılar
olduğu, bu yüzden müslüman alimlerin onları taklit etmekten başka çareleri
olmadığı hissi uyandırılmıştır. Okullarda İslam’ın ana mevzuları yerine
-müsteşriklerin uydurduğu iftiralara dayalı- şüpheler esas konular olarak
okutulmuştur. Dünyaya, medeniyeti Romalıların, insan haklarını Fransız
devrimcilerin, demokrasiyi de İngiliz halkının hediye ettiği, buna mukabil,
İslam’ın “kadını erkeğin yarısı gören, ona yalnızca ev ortamında bir yaşam vaat
eden, zekât ve öşürle insanların bir kısmının gelirini diğerlerine dağıtan,
hırsızın elini kesen” bir sistem önerdiği, bununla da günümüz dünya sistemleri
içerisinde yer almasının imkânsız olduğu telkin edilmiştir. İslam Medeniyeti’ni
kendi varlık ortamında öğrenme imkânı bulamayan modernist müslümanlar Batı’nın
toplumsal kölelik sistemini sürekli kılabilmek için, kendi sistemini mutlak doğru
kabul ederek geliştirdiği mücadele tarzını ıslahat reçetesi olarak
benimsemiştir. Sonuçta göremeyen, düşünemeyen, doğruları ancak Batı’nın değer
yargıları üzerinden belirleyen, İslam adına sadece tartışılan ya da Batıların
eleştiri için gündemde tuttuğu konuları bilen bir nesil oluşmuştur.
İslam medeniyetine karşı
güven krizi yaşayan bazı müslüman araştırmacılarda Batı’nın kıstaslarını esas
alarak İslam’ı okuma iştiyakı oluşmuştur. Bu çerçevede yakın tarihte, Batı
düşüncesini eskinin tam aksi istikamette kurgulayan Descartes (1650), Spinoza (1677),
Kant (1804) ve Hegel (1831) gibi hür olduğunu zannettikleri isimler
aramışlardır. Batı’nın her yaptığını doğru kabul etmekten ya da bir şeyin doğru
olabilmesi için Batı ile ayniyet arz etmesi gerektiği inancından kaynaklanan bu
arayış, müslüman modernisti meselenin esas problemini görmekten mahrum
bırakmıştır. Bu yüzden modernist, Mustafa Sabri Efendi, İmam Kevserî, Yusuf
ed-Dicvî gibi âlimleri varlık alanlarının tam aksi istikametinde yani kriz
üretme merkezinde görür ve onlardan istifade edemez. Onun nazarında Keşmirî’nin
söyledikleri lisans düzeyindeki bir oryantalistin ifadeleri kadar önem arz
etmez. Bu yüzden Arap olmayan ilahiyatçılar Batı dillerini öğrenebilmek için
yoğun gayret sarf etmektedirler.[24]
Batı intelijansiyası,
düşünceyi kilisenin baskısından kurtarabilmek için farklı modeller inşa etmek
zorundaydı. Zira mevcut dini yapı, ıslah kabul etmediğinden sorunları ancak onu
reddederek azaltmış olacaktı. Fakat İslam sahih bir din olduğundan tarihi
süreçte yaşanan krizler yeniden ona dönmek suretiyle aşılabilmiştir. Nitekim
Ehl-i Sünnet’e mensup büyük münşiler kriz ortamlarında, -yaşadıkları zamanı da
dikkate alarak- Kur’an ve Sünnet’i yeniden okumuşlardır. Bu yüzden hale çare
arayan Hegel eskiyi reddeder, Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi ise kadimi
yeniden okur. Hadisenin bu boyutundan mahrum bir araştırmacı, Hegel’in kayıtlı
olduğu düşünce kulübünde Şeyhulislam’ı bulamayınca o ve emsalinin tefekkürünü
inkâr eder. Bizdeki redd-i kadimin özünde bu nev’i bir aramadan kaynaklanan
yanılgı vardır.
Müstakim ilim adamları mutlak
doğruların yalnız Kur’an’a ve Sünnet’e ait olduğuna inandıklarından
entellektüel birikimlerini de onları anlamaya adamışlar ve neticede bağımsız
düşünürler olmaktan ziyade vahiy ortamında vahye bağlı mütefekkirler olmayı
tercih etmişlerdir. Bu tercihi imanlarının bir gereği olarak yapmışlardır. Bu
yüzden onları esasta birbirinden farklı şeyler söyleyenler olarak düşünmek var
oluşlarına aykırıdır.
Batı düşüncesini İslam
coğrafyası şartlarında tercüme edip yeniden üretme ödevini üstlenen
modernistler bu ameliyeleriyle şunu da telkin etmektedirler: Her şeyin en
doğrusu Batı’ya aittir. Dolayısıyla ona entegre olmak tercih edilecek tek
yoldur.
Modernistlerin telkini
neticesinde mustagribler arasında üç ayrı algı oluşmuştur. Birinci algının
sahipleri bütünüyle dini reddetmiştir. İkincisi İslam’ı, Batı’nın tayin ettiği
anlama disiplini çerçevesinde iman, ibadet ve ahlaktan müteşekkil bir din
olarak algılamış, aklı esas alarak dini yenilenmeyi savunmuştur. Dini devletten
ya da devleti dinden ayırmıştır. Üçüncüsü ise İslam’ı bir bütün olarak kabul
etmiş fakat Batı’nın tenkitine maruz kalan recm, el kesme cezası, başörtüsü
gibi hususları farklı yöntemlerle reddetme yoluna gitmiştir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurların
tedahülü ile yaşanan ayrışma karşısında hayatı İslam’a göre tayin etme ödevini
modernite karşısında da yaptı. Fakat oryantalist propagandanın etkisiyle varlık
alanı, ya sınırlandı ya da yokluğa mahkûm edildi. Ana başlıkta üç, alt
başlıklarda ise pek çok fırkaya ayrılan modern dönemdeki parçalanma Hz. Ali
(radiyallahu anh) sonrası başlayan kırılmayla benzerlik arz etmektedir. Bu
durumda, vahiy ortamında kalarak akideden ameli alana kadar hayatı İslam’a göre
yeniden tayin etme zorunluluğu hâsıl olmuştur.
III. YENİDEN İNŞA
Bugün bütün İslam
ülkelerinde, eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, siyasi oluşumlar, iktisadi
kurumlar, sanatsal aktiviteler, giyim tarzları, tüketim kriterleri esasta
Batı’ya aittir. Ehl-i Sünnet, hayatın her şubesinde müessir olma refleksine ve
kriz dönemlerinde yeniden İslam’a dönüşün tecrübesine sahip olması hasebiyle
bugün yeniden okunmalıdır. Bunun ilk adımı “tevhid”in muhtevasını tahlil etmek
olmalıdır.
Ehl-i Sünnet varlığını iki
rükün üzerine bina eder: “Lailahe illelah Muhammed Resulüllah.” Müslüman
birinciyle bütün ilahları reddeder, ulûhiyeti, rububiyeti, iradeyi, hâkimiyeti
sadece Allah Teâlâ’ya tahsis eder. Bu şekilde iman eden bir müminin hayatında
vahiyden korunmuş bölgeler olmaz. O, akidede, amelde, ahlakta, siyasi duruşta,
yaşayışta topyekun müslümandır ve İslam, hayatının her şubesinde müessirdir.
Ehl-i Sünnet amelden mücerret
bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde
akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip eder. Yani o, ne tek başına akidevî bir
nazireye ne de sadece ibadetler mecmuasıdır. Eğer bir mümin akidede ve ibadette
müslümanca davranıyor, siyasi ve ictimaî hak ve sorumluluklarında ihtiyari
olarak modern zihniyeti benimsiyorsa fiilî olarak İslam’ın varlığına dahil
olmamış kabul edilir. Bu nev’î insanlar modern toplum içerisinde varlıklarını
sürdüren nazariyât müslümanlarıdır. Hayatları gibi duygularını da modern
toplumun iniş ve çıkışlarına göre belirlerler. Mesela faizi bir realite olarak
gören ve bu doğrultuda ticari işlemler yapan müslümanın sevincine ve hüznüne
faizdeki iniş ve çıkışlar tesir eder. Dolayısıyla nazariyât müslümanı
kapitalist ya da sosyalist sistemi savunacak, onun için sevinecek ve
üzülecektir. Entelektüel birikimini, tecrübesini hep onun daha iyi olması için
harcayacaktır. Böyle bir inanış, parçacı olduğu gibi İslam toplum yapısının
oluşmasını da geciktirecektir.
Allah Resulü’nün İslam’ın
cahilliye kültürü ile sentezini reddetmesi gibi, Ehl-i Sünnet de modern
zihniyetle tedahüle karşı çıkar.
Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta,
renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahdeti önerir. Her
toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden
var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik verir. Kesrette vahdeti
gerçekleştirir.
Ehl-i Sünnet, insanı, şehvet
gibi hayvanlarla ortak olan hususiyeti yerine iman ve ahlak gibi sadece ona has
olan özellikleriyle yüceltir.
Ehl-i Sünnet’in modern
değerlerle iç içe olmayı reddetmesi, onların varlığını dikkate almaması
şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu gün bir medresede sanayi devrimi öncesi
zamanlarda yazılan “muhalled” eserleri, dünyadaki değişimi görmeden okumak,
Ehl-i Sünnet’in değil onu temsil makamında olduğunu zanneden insanların
zafiyetidir.[25] Aslında bu durum dolaylı olarak modernizme hizmet etmektedir.
Zira böyle bir din modern zamanda yaşayan bir insan için müesses bir nizam
olmaktan ziyade tarihi değere sahip bir mefhum olarak algılanacaktır. İki
asırdır pek çok yerde medreselerin ibare okuma ve tercüme etme merkezleri
olarak faaliyet göstermesi aslında modernizmin planlayıcılarının da hedeflediği
bir durumdur. İman, ibadet ve ahlak konularını ihtiva eden “ilmihal”
literatürünün imamların da “başvuru kitabı” haline dönüştürülmesi bu planın bir
parçasıdır. Bununla İslam’ın, kul ile Allah arasında bir alana hapsedildiği
dolayısıyla siyasi, ictimaî ve iktisadî boyutlarının olmadığı
ezberletilmektedir. Gerçekte ise Ehl-i Sünnet, fıkıh disipliniyle vahiy
kıstasını esas alır ve fertten cemiyete, evden devlete bütün bir hayatın
sorunlarını çözmeye talip olur. Bunu da her dönemde metin, şerh, haşiye, talik
başlıkları altında eser telif eden fakihlerle pratik çözümlere dönüştürür.
Müctehid sahabelerden günümüze kadar vahyi idrak edip hayata tatbik etme
ameliyesi bu şekilde tahakkuk etmiştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandehlevî, Mustafa
Sabri Efendi, Kevserî (rahimehumullah) gibi ulu hocaların telakkileri de bu
minvaldedir. Yani ders halkalarını ve telif edilecek eserleri, Nusûs-i
İslâmiyyeyi ve mütûn-u mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde anlayacak ve bu
güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır. Bunun
başarılmasıyla redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline
dönüşecek ve Ehl-i Sünnet müessir olacaktır.
Sonuç olarak, Ehl-i Sünnet,
akideyle başlayan, tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var oluştur.
Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, siyasette, iktisatta,… hasılı
cemiyetin her şubesinde İslam’ın hayatı tayin etmesidir. Bu tayin ediş ne ideoloji,
ne yeni bir mezheb, ne de meşreptir. Sadece İslam’ı her zaman ve mekânda hayatı
yönetebilecek şekilde yeniden okumaktır. Bu anlamda Ehl-i Sünnet, Keşmirî ve
Kevserî’de ilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar Efendi’de zühd, II.
Abdulhamid’te siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hasan el Benna’da aksiyon olarak
tezahür eder.
Dipnotlar
[1]- Bu sorular farklı kültür
havzalarında neş u nemâ bulan zihniyetler tarafından birbirine tam aksi
içerikte anlaşılma riskine sahiptir.
[2]- Mehmet Evkuran, Sünni
Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu, Ankara, 2005, 99.
[3]- W. Montgomery Watt,
Modern Dünyada İslam Vahyi, ter. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay., Ankara, 1982,
56-57.
[4]- Kısmi tasarruf yapılarak
alınmıştır. Sönmez Kutlu, “İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”,
İslâmiyât Dergisi, IV, Ankara, 2001, sy., 4, 27-28.
[5]- Bk. Ebû İshak İbrahim b.
Musa eş-Şatıbî, el-İ’tisâm, Beyrut, 1997. II, 509.
[6]- W. Montgomery Watt ve
Zeki Necib Mahmud’un değerlendirmeleri için bk. Watt, İslam Düşüncesinin
Teşekkül Devri, 358; Dâru’n-Nedveti’l-Alimiyye, el-Mavsûatü’l-Müyessere
fî’l-Edyân-i ve’l-Mezâhib, Riyad, 1424, II, 979.
[7]- İbn Mâce, Fiten 17.
[8]- Tirmzî, Îman 18.
[9]- eş-Şatıbî, a.g.e., II,
458-538; Kevserî, a.g.m., 5-7.
[10]- Muhammed Zahid Kevserî,
“İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak”, (İsferâyinî’nin et-Tabsîr-u fi’d-Din adlı
kitabının mukaddimesi), Kahire, ty. 6.
[11]- Âl-i İmran (3): 106.
[12]- Abdullah Muhammed b.
Ahmed Kurtubî, el-Camiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, IV, 107.
[13]- Celalüddin es-Suyûtî,
Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne, Mısır, ty., 46; Ebû’l-Ferec
İbnu’l-Cevzî, Telbîs-u İblîs, İskenderiyye, ty., 9- 10.
[14]- İbn Teymiyye,
Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Hadis, Kahire, 2004, II, 266.
[15]- Muhammed Abdurrahman
el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî, Kahire, 2001, VII, 54; Kevserî, a.g.m., 4.
[16]- Bakara (2): 137.
[17]- Fazlurrahman
Alinti: http://ihsansenocak.com/Content.aspx?ID=193
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.