Rizik Bollugu (Zenginlik) icin Yapilmasi Gerekenler
A´dan Z´ye… ا´den ي´ye… Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken, kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olan ve sonu Cennete varan bir yoldur İlim✦Amel✦İhlas
Tasavvuf; Kur’ân ve Sünnet’le Kemâle Ermektir – 1
İslâmʼın hedeflediği “kâmil bir insan” olabilmek için, dînî hayatı; madde
ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın derinliği, akıl ve kalp âhengi, şekil ve ruh
beraberliği içinde kavrayıp yaşamak îcâb eder.
Gerçek tasavvuf, İslâmʼın zâhirine ilâveten, bâtın plânında da kavranıp
yaşanması gayretinden ibarettir. Bu ise meşhur tâbiriyle; “şerîat, tarîkat,
hakîkat ve mârifet” bütünlüğü içerisinde İslâmʼı idrâk etmeyi gerekli kılar.
Buna tipik bir misal olması kabîlinden ifâde edelim ki;
Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
Tarîkatte ise, doyuncaya kadar yemek israftır.
Hakîkatte, kifâyet miktarını, Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek
israftır.
Mârifette de, bütün bunlara ilâveten, nîmetlerdeki ilâhî kudret veesmâ
tecellîlerini tefekkür etmeden yemek israftır. Zira yaratılmış her varlık,
Yaratıcıʼsının sonsuz kudret ve azametine birer delil mâhiyetindedir.
Büyük velîlerden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemek pişirip sofra
kurma işlerinde bizzat hizmet ederdi. Yemek hazırlanırken ve yenirken, kalben
uyanık olup bir an bile gâfil kalmamaları için, talebelerine devamlı
tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri,
bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder
ve bir lokmayı bile Allâhʼı unutarak yemelerine gönlü râzı olmazdı.
Yemek; zâhiren bir ibadet değildir. Fakat Allâhʼı zikrederek yenilen her
lokma, ibadetlerde feyz ve huşûya vesîle olur. Allahʼtan gâfil bir şekilde
yenilen lokmalar ise, kalbe kasvet, gaflet ve hantallık verir.
“Yemek” misâli üzerinden verdiğimiz bu İslâmî hassâsiyetleri, âdeta bir
şablon gibi, ibadet hayatından âile hayatına, komşuluk münâsebetlerinden ticârî
ve iktisâdî faaliyetlere kadar, akla gelebilecek bütün beşerî davranışlara
tatbik edebilmekle, gerçek mânâda “tasavvufî derinliğe” ulaşılabilir.
TASAVVUF NEDİR?
Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani
dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu
şuur ve idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden
sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî
istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde;
nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
İSLÂM’IN BEŞERİ İLİMLERE BAKIŞ AÇISI NASILDIR?
“İslâm’da
felsefenin yeri nedir? Felsefenin hakîkate ulaşmada en mühim vâsıta olarak
gördüğü «akıl»la nereye kadar gidilebilir? Akıl terazisi bütün hakîkatleri
tartabilecek kudrette midir? Aklın tıkandığı noktadan sonra nasıl yol
alınabilir?” gibi sualler, tarihte olduğu gibi bugün de zihinleri meşgul
etmektedir.
Evvelâ şunu ifâde etmeliyiz ki felsefe akla dayanır.
İslâm ise hem tabiî hudûdu içinde akla, hem de nakle (Kur’ân ve Sünnet’e)
istinâd eder. Sonsuz ilim sahibi Yaratıcımız’ın tebliğ ettiği hakîkatlere
istinâd eden bir tefekkür sistemi ile, beşerî zaaflarla mâlûl ve gücü sınırlı
bir akla dayanan felsefe arasında, mevzu ve gâye itibâriyle benzerlik olsa da,
metod, vâsıta, tefekkür ve tahayyül gücü bakımından büyük farklar mevcuttur.
İSLAM AKLA DEĞER VERİR Mİ?
Buna rağmen, yaygın olan “İslâm Felsefesi”
tâbiriyle; İslâm âleminde, İslâm tefekkürü içinde yetişmiş mütefekkirlerin veya
tefekküründe felsefeye ağırlık vermiş olanların görüşleri kastedilir.( Kadir
Mısıroğlu, İslâm Dünya Görüşü, sf. 32-33, Sebil Yayınevi, İstanbul 2008.) Bâzen
de İslâm felsefesi tâbiriyle, dînin mücerred hakîkatleri anlatılmak istenir.
Yoksa bu tâbir, İslâm’ın felsefeye müsâid olduğu mânâsına gelmez.
Meselâ İslâm da -belli ölçüde- rasyonalist, yani
akılcıdır. İslâm, akla büyük değer verir. Öyle ki onu, Allah katında mes’ûl
sayılmanın iki temel şartından biri sayar. Bu şartların biri, bâliğ olmak, yani
bülûğa ermek; diğeri ise âkil olmak, yani haramı helâli, günahı sevâbı, yanlışı
doğruyu birbirinden ayırt edebilecek seviyede aklî melekelerin gelişmiş
olmasıdır. Bu sebeple çocuklar ve mecnunlar, İslâm nazarında amellerinden
mes’ûl sayılmazlar.
Akla bu derecede ehemmiyet veren İslâm, mü’minleri her
vesîleyle, hayat ve kâinâtın hakîkatlerini ve ilâhî beyanların hikmetlerini
tefekküre teşvik eder. Bu ise ancak, birtakım menfîliklerle şartlandırılmamış
olan “selîm akıl”la yapılabilir.
HİÇ BİR VARLIK SINIRSIZ KUDRETE SAHİP DEĞİL
Bununla birlikte İslâm’da, aklın hakîkatleri kavrayış kâbiliyetinin
sınırsız olmadığı açıkça beyân edilmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, yarattığı hiçbir
varlığa hudutsuz bir kudret lûtfetmemiştir.
Bütün mahlûkâtın ilâhî bir lûtuf olarak sahip olduğu
tâkatler hudutludur. Akıl da sahibine, hakîkate ulaşma hususunda sınırlı bir
imkân sağlayabilir. Hayat ve kâinâtın ihtivâ ettiği hakîkatler ise, aklın bu
salâhiyet dairesine mahsus olmayıp sonsuzdur. Bu gerçek de aklın, hakîkatleri
kâmil mânâda idrâk etmekte “lâzım”, fakat “kifâyetsiz” olduğunu
gösterir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri aklı, “akl-ı nâkıs” veya “akl-ı
cüz’î” olarak ifâde etmişlerdir.
Yine bundan dolayıdır ki îman; “dil ile ikrarla
birlikte -aklen değil- kalben tasdik” neticesinde gerçekleşir. Bu İslâmî
esas bile, ulaşılmak istenen hedefe sadece akıl vâsıtasıyla varılamayıp onun
tükendiği anda başlayacak olan kalbî bir faaliyetle, yani “teslîmiyet”
ve “ön kabul” ile ulaşılabileceğini gösterir.
BEŞERİ İLİM YARIN BAŞINA NE GELECEĞİNDEN BİLE HABERSİZ
Zira beşerî akıl, ne kadar yüksek bir seviyede olursa
olsun, onunla elde edilebilecek gerçekler, ilmi sonsuz olan Yaratıcımız’ın
bildirdikleri karşısında, bir “hiç” mesâbesindedir.
Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“…Allâh’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır…”
(el-A‘râf, 89)
Beşerin ilmi ise, yarın başına ne geleceğinden bile
habersizdir!..
Bu bakımdan akıl, kendisini yaratan Rabbinin ilâhî
beyanları istikâmetinde kullanıldığı takdirde, var oluş gâyesini
gerçekleştirmiş olur.
KAYNAK: Osman Nûri
TOPBAŞ, İslâm Nazarında Akıl ve Felsefe, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)