İslâmʼın hedeflediği “kâmil bir insan” olabilmek için, dînî hayatı; madde
ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın derinliği, akıl ve kalp âhengi, şekil ve ruh
beraberliği içinde kavrayıp yaşamak îcâb eder.
Gerçek tasavvuf, İslâmʼın zâhirine ilâveten, bâtın plânında da kavranıp
yaşanması gayretinden ibarettir. Bu ise meşhur tâbiriyle; “şerîat, tarîkat,
hakîkat ve mârifet” bütünlüğü içerisinde İslâmʼı idrâk etmeyi gerekli kılar.
Buna tipik bir misal olması kabîlinden ifâde edelim ki;
Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
Tarîkatte ise, doyuncaya kadar yemek israftır.
Hakîkatte, kifâyet miktarını, Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek
israftır.
Mârifette de, bütün bunlara ilâveten, nîmetlerdeki ilâhî kudret veesmâ
tecellîlerini tefekkür etmeden yemek israftır. Zira yaratılmış her varlık,
Yaratıcıʼsının sonsuz kudret ve azametine birer delil mâhiyetindedir.
Büyük velîlerden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemek pişirip sofra
kurma işlerinde bizzat hizmet ederdi. Yemek hazırlanırken ve yenirken, kalben
uyanık olup bir an bile gâfil kalmamaları için, talebelerine devamlı
tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri,
bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder
ve bir lokmayı bile Allâhʼı unutarak yemelerine gönlü râzı olmazdı.
Yemek; zâhiren bir ibadet değildir. Fakat Allâhʼı zikrederek yenilen her
lokma, ibadetlerde feyz ve huşûya vesîle olur. Allahʼtan gâfil bir şekilde
yenilen lokmalar ise, kalbe kasvet, gaflet ve hantallık verir.
“Yemek” misâli üzerinden verdiğimiz bu İslâmî hassâsiyetleri, âdeta bir
şablon gibi, ibadet hayatından âile hayatına, komşuluk münâsebetlerinden ticârî
ve iktisâdî faaliyetlere kadar, akla gelebilecek bütün beşerî davranışlara
tatbik edebilmekle, gerçek mânâda “tasavvufî derinliğe” ulaşılabilir.
TASAVVUF NEDİR?
Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani
dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu
şuur ve idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden
sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî
istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde;
nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
Kaynak:
Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost
kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri
karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta
daralmamaktır.Başa gelen cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine
bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı
unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul” olabilme mahâretidir.
Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’minlerin, diğergâm
bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrûmiyet ve ihtiyaçlarını telâfî
mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve
hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelmesidir.
Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları
kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaktır.
Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce
karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir
tarzda yaşayabilme gayretidir.
Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten
almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
TASAVVUF NE DEĞİLDİR?
Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî
yönü ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla
birlikte, bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm
eden bâzı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî
hükümleri diyebileceğimiz şerîati hafife almak da, tasavvufun hakîkatinden
uzaklığın apaçık bir göstergesidir. Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun
da, amelin az olsa da olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan
anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir
alâkası yoktur.
Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bazı kimseler
tarafından, Mevlevîliğin takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, bir
nevî folklor gösterisi ve bir mûsikî meclisi hâline getirilmeye
çalışılmaktadır.
Ayrıca bazı tarîkatlerde, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel
niyetlerle ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle
takvâ hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya
dönüşülmektedir. Bu ise, bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik
ve yokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir
menfaat çarkına dönüşmesidir.
Bazı tarîkatlerde ise, helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak,
yine; “benim kalbim temiz(!)” gibi içi doldurulmamış ifâdelerle,
kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha
nice şerʼî ölçülerden tâviz verildiği görülmektedir. Sanki kalp temiz olduğunda
helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim
veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.
Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz-Sallâllâhu
Aleyhi ve Sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde, ibadette,
muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve
harama riâyet”te, ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu,
görmezden gelinmektedir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf,
Peygamber Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâtınen bütünleşebilme
gayretidir. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, mânevî olgunluğun
zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son
nefesine kadar büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her
müʼmin de, hangi mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî
vazifelerini de yerine getirmekle mükelleftir.
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne
güzel îzah etmektedir:
“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu
nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden
öyle memnunum ki, artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne-
olduğunu anladım ve:
«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir
zulmettir/karanlıktır.» dedim. Şeytan:
«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun!
Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek
uzaklaştı.
Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin lûtfu olduğu şuur ve idrâki
içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”
Cemaatten biri:
“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;
“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!..” cevabını verdi.
Hakîkaten bir kul, güzel hâli ve sâlih amelleri sebebiyle helâl-haram
hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki
zirvesi olan Peygamber Efendimiz-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-böyle bir
muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç
kimseye de tanınacak değildir.
Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen bir
kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse
gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.
Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhîemirlere
göre tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr-i sülûk yolunda bir mesafe
katetmesi düşünülemez.
Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin
tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek
onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî
istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir
anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir
göstergesidir.
Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men
ettiği şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra
yapmam” gibi ifadelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en
büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.
Bu hususta Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-ʼın verdiği şu ölçüleri
hatırdan çıkarmamak îcâb eder:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca
bakmayınız;
ü Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
ü Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
ü Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte
bunlara bakınız.”[1]
Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında
şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî
beklemesi mânâsızdır.
Unutmayalım ki, İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir
vücûdu ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden
ayakta kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin
kasten göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm
anlayışı ortaya koyar.
Bu bakımdan gerçek tasavvuf;İslâmʼı, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve
Sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz
ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk ve
şevkle yaşama gayretinden ibârettir.
EN BÜYÜK KERÂMET; İSTİKÂMET
Tasavvuf; her şeyden önce, hayatı Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde tanzim
edebilme gayretidir.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Allâh’a ve Peygamberʼe itaat edin ki size merhamet edilsin.”(Âl-i İmrân,
132)
“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi
boşa çıkarmayın.”(Muhammed, 33)
Peygamber Efendimiz-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-de, Vedâ Hutbesiʼnde
şöyle buyurmuştur:
“…Haberiniz olsun ki, ben, önceden gidip Cennetʼte
Kevser Havuzu’nun başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin
çokluğunuzla sevineceğim. Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!..
…Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara
sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı
Kur’ân ve O’nun Peygamberinin Sünnetʼidir…”(Bkz.
Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
İşte gerçek tasavvuf da, bu iki mukaddes emânete lâyıkıyla riâyet
edebilmekten ibârettir. Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnetʼte bahsi geçen, ihlâs, takvâ,
huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, riyâ,
ucup, kibir, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten
bir eğitim yoludur. Yoksa riyâzet ve mücâhede gibi birtakım temrinlerle, keşif
ve kerâmetlere erme eğitimi değildir.
Zaten keşif ve kerâmetlere ermek, mânevî ilerlemenin ölçüsü de değildir.
Nitekim pek çok rivâyette[2] peygamberlerden sonra insanların en
hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir-Radıyallâhu Anh-ʼın da,
fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük
kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz sadâkati, müstesnâ teslîmiyet ve
itaatidir.
Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, hattâ
gurur ve şöhrete sebep olan bu tip kerâmetleri ifşâ etmekten titizlikle
sakınmışlardır. Bütün gayretlerini de, gerçek kerâmet olan; Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde
yaşayabilme üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-:
“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap
ve Sünnetʼe uymuyorsa, bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.” buyurmuştur.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de şöyle dediği nakledilir:
“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana
yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle
dedim:
«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye
karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım
amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü
(kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak bir kerâmet uğruna)
ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[3]
TASAVVUF; ZİKİRLE GAFLETTEN KORUNMAKTIR
Cenâb-ı Hak;
“Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin.” (el-Ahzâb, 41)buyurarak her
vesîleyle kendisini anmamızı arzu ediyor.
“Onlar (akl-ı selîm sahibi müʼminler), ayaktayken, otururken, yanları
üzerine yatarken Allâhʼı zikrederler…”(Âl-i İmrân, 191)buyurmak sûretiyle de,
her dâim kalben kendisiyle buluşmamızı istiyor.
Demek ki müʼminler olarak Rabbimizʼi zikretme vazifemiz, sadece namaz
kılmaktan ibâret değil. Namazdaki Allah ile beraberlik şuurunu, namazdan sonra
da devam ettirmek gerekiyor. Zira kullarını bir saniye bile unutmayan Allah
Teâlâ, kullarının da kendisini dâimâ hatırlamasını istiyor.
Zikrullah’tan bir an bile gâfil kalmanın büyük tehlikesinden dolayıdır ki Peygamber
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;
“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa,
nefsime bırakma!..”[4]niyâzında bulunmuştur.
Zira bir kalp, Allâhʼı unuttuğu nisbette gaflete mübtelâ olur. Bunun
içindir ki yine Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“Bâzen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a
günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” buyurmuştur. (Müslim, Zikir, 41;
Ebû Dâvûd, Vitir, 26)
Bu da gösteriyor ki sadece işlenen günahların değil, Allâhʼı unutarak
geçirilen anların da istiğfârı gerekir. Zira mârifetullâh ufkuna ermiş bir
gönülde ölçüler iyice inceldiğinden, Hakʼtan gâfil olarak alınıp verilen
nefesler dahî, bir günah olarak telâkkî edilir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte
şöyle buyrulmuştur:
“İnsanlar bir mecliste oturur da orada Allâh’ın ismini
anmazlarsa, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olurlar. Kim bir yolda yürür
de Allah -azze ve celle-’yi zikretmezse, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş
olur. Kim yatağına girer de orada Allâh’ı zikretmezse, yine eksik bir iş
yapmış, bir günah işlemiş olur.” (Ahmed, II, 432)
Âl-i İmrân Sûresiʼnin 191. âyetinde zikredilen; “ayaktayken, otururken,
yanları üzerine yatarken Allâhʼı zikretme”hâli de buna işaret etmektedir. Zaten
insan, ekseriyetle bu üç hâlden biri üzeredir. Demek ki Rabbimiz, bizden dâimî
bir zikir hâli istiyor. Fakat bu dâimî zikrin de makbûliyet şartını ifâde
sadedinde, yine aynı âyetin devamında;
“…Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde (derinden derine) tefekkür
ederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor.
Yani ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin tefekküründe derinleşerek, kendi
âcizlik ve hiçliğimizin idrâki içinde, hayret ve hayranlıkla ürperen bir kalbî
kıvama ulaşarak zikretmemizi istiyor.
Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri titrer.
O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların îmanlarını artırır…” (el-Enfâl,
2)
Demek ki sadece lâfızların tekrarından ibâret kalan, ağızdan kalbe inmeyen,
dolayısıyla da kalbî duyuş ve ürperişlere vesîle olmayan bir zikir, hakîkî
mânâda ve makbul seviyede bir zikir değildir. Zikirden maksat, kalbin
zikredilenden haberdâr olması ve Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin etmesidir.
Bunun içindir ki tasavvufta terakkî, sadece mânevî derslerin ve evrâdın
belli zaman aralıklarında yükselmesine bağlı değildir. Buna ilâveten, kalbî
hassâsiyetlerin ve ahlâkın da yücelmesine, cemâlî esmânın o kalpteki
tecellîlerinin artmasına bağlıdır.
Mânevî dersleri yükselen bir kimsenin, nezâket, zarâfet, kalbî
rikkat,merhamet, şefkat, hizmet, gayret ve fedâkârlığının da artması; daha
bağışlayıcı, daha anlayışlı, daha tahammüllü olması; sabır ve rızâ hâlinin
kuvvetlenmesi îcâb eder. Kendisi için istediğini din kardeşi için de isteyen,
diğergâm ve ince bir rûha sahip olması gerekir. Mânevî terakkî ancak bunlarla
kāimdir.
Tasavvufî hayat da, zikrin feyz ve rûhâniyeti içinde Allah ile dâimî bir
beraberlik hâlinde yaşayabilmektir. Müʼminin bu şuur ve idrâki kazanması, aynı
zamanda karşılaştığı ilâhî imtihanların sırrını da çözmesini temin eder.
Meselâ Ömer bin Abdülazîz -Radıyallâhu Anh- buyurur ki:
“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölü olanlar el
uzatır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak
duyarlardı.”
İşte gönlü zikrullah ile dipdiri olan bir müʼmin, gafletten korunduğu için;
ü Haramlara, hattâ şüphelilere bile el uzatamaz.
üMânevî kıymetini zedeleyecek şerlerden ve yerlerden rûhunu korur.
üLüzumsuz mâcerâlar peşinde koşmaz; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara
dalmaz; gelgeç sevdâlara aldanmaz.
üÖmrünü nefsâniyetin hoyratlığında ziyan etmez; sefahat ve rezaletlerle
amel defterini kirletmez.
üBilâkis, ömrünü sâlih ameller ve hayır-hasenatla müzeyyen kılar.
üKur’ân ve Sünnetʼi hayat rehberi edinir.
üİbadetlerini huşû içinde îfâ eder, Allah yolundaki hizmet ve gayretlere,
sâlihlerin sohbet meclislerine rağbetini artırır.
üNihayet Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak, gök kubbede hoş bir sadâ
ve ardında fazîletlerle dolu nice hâtıralar bırakarak ömrünü ihyâ eder.
Buna mukâbil, zikirden uzak olduğu için gaflete dûçâr olan hantal bir kalp
ise, her an günah batağına düşmeye hazır bir hâldedir. Zira gaflet, günahların
en müsait zeminidir. O zemin oluşunca günahlar, mânevî ağırlığı hissedilmeden,
kolayca işlenmeye başlar.
Bu bakımdan zikirle gafleti bertaraf etmek, günahlara karşı en sağlam takvâ
zırhıdır, yani mânevî korunma vesîlesidir. Çünkü hiçbir insan “besmele” çekerek
bir kardeşine çelme takamaz. “Allah” diyen bir kalp, hiçbir gönle, bile bile
bir diken batıramaz.
Bunun içindir ki tasavvuf; zikrin gönül feyziyle, ihsan kıvâmında, yani
dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğunun farkında olarak, diri bir
kalple yaşayabilmektir.
Cenâb-ı Hak, îmânı ihsân ufkunda yaşamayı cümlemize nasîb eylesin.
Kalplerimizi, zikrullah, mârifetullah ve muhabbetullah nûruyla münevver kılsın.
Katında makbul olan güzel bir kulluk hayatı yaşamaya cümlemizi muvaffak
eylesin.
Âmîn!..
(Gelecek sayı veya sayılarda -inşâallah- tasavvufta
râbıta, muhabbeti taşkınlıklardan korumak, istiâne ve istigâsede ölçüler,
enâniyetin bertarâfı, hiçliğin idrâki, havf ve recâ gibi mevzulara temas
edeceğiz.)
Dipnotlar:
[1] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab,
IV, 230, 326.
[2] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI,
549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.
[3] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217,
İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.
[4] Câmiuʼs-Sağîr, I, 58.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.