Efendim; ilâhî
rahmet, mağfiret ve bereket mevsimi olan bir Ramazân-ı Şerîf’e daha kavuştuk.
Peki, bu mübârek günlerde, bir mü’minin nasıl bir kulluk hayatı yaşaması lâzım
geldiği hususunda bizlere neler söylemek istersiniz?
Cenâb-ı Hak, âyet-i
kerîmede:
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye
kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyurmak sûretiyle, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsında bizlere,
son nefesimize kadar kulluğu îtinâ ile yaşamamızı emir buyurmaktadır.
Zira Cenâb-ı Hakk’a
kulluk, hayatın sadece belirli dönemlerine mahsus ve zaman zaman îfâ edilen bir
vazife değildir. Aksine, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere, son nefese kadar
hayatın her ânında yaşanması gereken bir mükellefiyettir.
Dolayısıyla müʼmin,
Ramazan iklîminin bu mağfiret günlerini, bulunmaz bir hazine kıymetinde telâkkî
edip kulluktaki gayretini artırmalıdır. Fakat Ramazanʼın gönül feyzini bütün
bir yıla taşıyıp kulluk hayatını istikâmet üzere yaşamaya çalışmalıdır.
İstikâmet ise;
Allah ve Rasûlullah muhabbetini gönülde dâimâ canlı tutarak, hayatının her
safhasını Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemek, dünyanın nefsânî
zevklerinden uzaklaşıp esas hayatın âhiret hayatı olduğu şuur ve idrâki içinde,
takvâ üzere bir kullukta bulunmaktır.
Meselâ Âlemler
Sultânı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri
sabahlara kadar gözyaşları içinde namaz kılmış ve istiğfar etmişlerdir. Kalbine
indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm ile bütün insanlığı hidâyete dâvet ederken,
İslâm’ın nasıl yaşanacağını, emsalsiz örnek şahsiyetiyle ümmetine bizzat tâlim
buyurmuştur. Omuzlarında bütün bir insanlığın mes’ûliyetini taşırken bile,
hiçbir zaman hizmetten geri kalmamıştır. Mescid yapılırken mübârek sırtında taş
taşımış, arâziye çıktıklarında yemek pişirilmesi için odun toplamışlardır.
Bedir Harbi’ne
giderken de üç sahâbî ile nöbetleşe bir deveye binmiş, kendi haklarını ısrarla
O’na ikrâm etmek isteyen sahâbîlerine şu eşsiz mukâbelede bulunmuştur:
“–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap
kazanma husûsunda sizden daha müstağnî (ihtiyaçsız) değilim.” (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I,
422)
Şunu aslâ unutmamak
gerekir ki, peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hiç kimsenin son
nefeste îmanla gidebilme teminâtı yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i
şerîflerde, Cehennemʼe bir karış kala ilâhî rahmete mazhar olanlar ve bunun
aksine, Cennetʼe bir karış kala ilâhî azâba dûçâr olanlar haber verilmektedir.
Mesela Bel‘am bin Bâûrâ bunlardan birisidir. Nitekim o, Levh-i Mahfûz’a bakıp
onu okuyacak makâma ermişti. Duâları makbul bir kimse idi. Fakat daha sonra
nefsine meyletti ve neticede ebedî hüsrâna uğrayanlardan oldu.
Bu hâdise Kur’ân-ı
Kerîm’de şöyle bildirilir:
“Onlara, şeytanın
peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan
kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o,
dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline
bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir…”(el-A’râf,
175-176)
Bu sebeple,
âhiretleri hakkında ilâhî teminat altında bulunan peygamberler dahî, bu hususta
“havf ve recâ / korku ve ümit” duyguları arasında dâimâ ilâhî rahmete
sığınmışlardır. Meselâ Cenâb-ı Hakk’ın Halîl’i/dostu olan İbrahim -aleyhisselâm-;
“(Yâ Rabbi!
Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında
bulunmuştur.
Yine “Aşere-i
Mübeşşere”, yani daha dünyada iken Cennet’le müjdelenen sahâbîlerden hiçbiri,
ibadet ve kulluklarında aslâ gevşeklik göstermemiş, aksine her geçen gün
gayretlerini daha da artırabilmenin azmiyle örnek bir kulluk hayatı
sergilemişlerdir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“–Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!”[1] buyurmak sûretiyle taltif ettiği
Selmân -radıyallâhu anh-’ın başından geçen şu hâdise, ne
kadar ibretli ve mânidardır:
İki kişi Hazret-i
Selmân’a selâm verip:
“–Sen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye
sormuşlardı. O da:
“–Bilmiyorum.”
cevâbını verdi.
Gelenler, acaba
yanlış birine mi geldik diye tereddüt edince Selmân -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle tamamladı:
“–Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde
bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e
girebilen kişidir.”
Yani kişinin gerçek
mânevî kıymeti, âhirette belli olacaktır. Bu yüzden kula düşen; hangi mânevî
makam ve mevkîde bulunursa bulunsun, hiçlik ve acziyet hissiyâtı içinde
kullukta gayret etmektir.
Daha bunlar gibi
pek çok misal saymak mümkündür. Son olarak Kays bin Ubâd -radıyallâhu anh-ʼın naklettiği şu hâdiseyi
zikredelim:
“Medîne Mescid’inde
oturuyordum. (Aralarında bulunduğum insanlar içinde Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbından
bâzıları da vardı.) O esnâda yüzünde huşû eseri görülen bir zât içeri girdi.
Cemaat:
«‒Bu, Cennet
ehlinden bir zâttır!» dediler.
Bu zât, câiz olacak
kadar kıraatte bulunarak hafifçe iki rekât namaz kıldı, sonra da çıkıp gitti.
Ben de onu takip ettim. Kendisine:
«‒Sen Mescid’e
girdiğin vakit insanlar; senin Cennet ehlinden bir zât olduğunu söylediler.»
dedim.
Bunun üzerine şöyle
buyurdu:
«‒(Sübhânallâh!)
Vallâhi hiç kimseye bilmediği bir şeyi söylemesi yakışmaz. Bunu niçin
söylediklerini sana anlatayım:
Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında bir rüyâ
gördüm ve onu Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattım. Kendimi bir bahçede gördüm. (Burada bahçenin genişliğini,
yeşilliğini ve güzelliğini anlattı.) Bahçenin ortasında demirden bir direk
vardı. Alt kısmı yerde, üst kısmı gökte idi. Tepesinde bir kulp vardı. Bana:
“–Direğe çık!”
denildi. Ben:
“–Yapamam!” dedim.
Hemen bir hizmetçi gelip elbisemin arkasından tutarak kaldırdı, ben de
tırmandım, tâ direğin en üstüne çıktım ve kulpa yapıştım. Bana:
“–Sıkıca tut!”
denildi. Kulp elimdeyken uyandım. Bu rüyâyı Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e anlattım. Allah
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-:
“‒O bahçe İslâm’dır. Bu direk de İslâm’ın direğidir. Kulp da Urve-i
Vüskâ’dır (yani sapasağlam îman ve İslâm kulpudur). Sen ölünceye kadar İslâm
üzere olacaksın!” buyurdular. Bu adam da Abdullah bin Selâm’dır».” (Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr, 19; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 148)
Diğer bir rivâyete
göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Abdullah, Urve-i Vüskâ’ya sıkıca yapışmış vaziyetteyken ölecek!” buyurmuşlardır. (Müslim,
Fedâilü’s-Sahâbe, 149)
Abdullaht,
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’in kendisine
verdiği müjdeye güvenerek hiçbir zaman rehâvete kapılmamış, aksine sağlam bir
irâde ile gayretini daha da artırmış, İslâm’ın sapasağlam kulpuna sıkıca
sarılmış ve bu bağlılığını hiçbir zaman zayıflatıp gevşetmemiştir.
Velhâsıl bizler de
bu mübârek günleri Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmak için bir fırsat bilmeli ve kulluk
gayretlerimizi daha da artırmalıyız.
Nitekim Şâh-ı
Nakşibend-rahmetullâhi aleyh-, Allah dostlarından bir zâtın
şu sözünü nakletmişlerdir:
“Eğer velî, bir
bahçeye girse ve ağaçların her bir yaprağı ona «Ey Allâh’ın velîsi!» diye nidâ
etse, onun, zâhiren ve bâtınen o sese iltifat etmemesi lâzımdır. Bilâkis her an
kulluk, takvâ ve tazarrû hâlini daha fazla artırmaya gayret ve titizlik
göstermelidir.
Bu makamda kemâl
mertebesi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhsustur.
Rasûlullah-sallâllâhu aleyhi
ve sellem-her ne kadar pek
çok ilâhî nîmet ve ikrama nâil olsalar da, yine kulluk, ilticâ ve tazarrû
hâllerini artırır ve bu hususta; «Şükreden bir kul olmayayım mı?»
buyururlardı. (Buhârî, Teheccüd, 16)”
Cenâb-ı Hak
bizlere, bu dünyada erişebileceğimiz en yüksek pâye olan “Hakkʼa kulluk”ta son
nefesimize kadar istikâmet üzere olmayı nasip ve müyesser eylesin!..
Âmîn…
Dipnot:
[1] Hâkim, III,
691/6541; Heysemî, VI, 130; İbn-i Hişâm, III, 241; İbn-i Sa‘d, IV, 83.
Kaynak:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.