İslam coğrafyası yaklaşık iki
asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz
ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî ve iktisadi buhranlara da
kaynaklık eden bu iklim, İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî
vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle, Batı’nın buyurgan
aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm
etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham
savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir.
İslam ümmeti, tarihi süreç
içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî
birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle
kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya
çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir
surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, İmam
Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu
âlimlerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık
olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı
dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy
ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal
karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de
yegâne yoludur.
Ehl-i Sünnet’in yeniden
inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu,
Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla
tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu,
sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak
gerekir.[1]
Bazı çağdaş araştırmacılar,
Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu”
algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak
görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2]
Oryantalizm ise, İslam
coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi
Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede
Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati
anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle
ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta
karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında
kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini
takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3]
Bu kurgu bazı müslümanları da
etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete
ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı
şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan,
geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin
temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba
şeklinde anlaşılmıştır.”[4]
Ehl-i Sünnet’i dogmaların
mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin
faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek
tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu
çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide
ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe);
mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’
(Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve
nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm
temsil etmektedir.
Merkez meselesini Ehl-i
Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili
yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam
algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar
hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?”
sorusuna cevap aranacaktır.
I. TARİHİ SÜREÇ
Ehl-i Sünnet’in[5] kavram
olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam
ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü
olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde
olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri
dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6]
Konu ile alakalı rivayet ve
değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i
Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru
üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının
benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre
“kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek
Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı
çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin
ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki
ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını
belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v.
131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek
çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır.
Yukarıdaki ifadeler Ehl-i
Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki
iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece
mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye
şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b.
Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14]
Dış unsurların etkisiyle Hz.
Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia
ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun
ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme
ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı
olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil
olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması)
etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu
beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden
Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da
hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve
bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken;
Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat
ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at
ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise
literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist
Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif,
insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini,
nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı.
Yukarıdaki ifadelerin bir
hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde
şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak
tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh
meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme
olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu
anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için
yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir.
Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”,
fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca
var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir
oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da
“alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda
Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe
aykırı bir şekilde tanımlamak olur.
Akideden Ameli Hayata Ehl-i
Sünnet