Helak Edici Yedi Günahtan Kaçınmak



Şu helak edici yedi günahtan kaçınınız: Allah’a şirk koşmak, büyü yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir nefsi haksız yere öldürmek, faizcilik, yetim malı yemek, savaştan kaçmak ve namuslu bir kadına iftira atmak. ( İmam Buhari, İmam Müslim, Ebu Davud, Camiu’s-Sağir)
Hem dünyada, hem de ahiretteki mes’uliyeti çok ağır olan ve sakınılması emronulan bu yedi günahın kötü sonuçlarını biraz düşünmek, bu günahlardan kaçınmanın ne kadar gerekli olduğunu anlamaya yeterlidir.

Dinimizde “büyük günah” kavramı içine giren birçok günah vardır. Alimlerin bazılarına göre, büyük günahların yetmiş ya da daha fazla çeşidi vardır. bu hadis-i şerifte ise bu günahların en önemlilerinden yedi adedi zikredilmiştir. Şöyle ki:

1- Allah’a şirk koşmak: Allah’a bir ortak isnat etmek, en büyük günahtır. Bu günahı işleyenlerin cehennemde ebediyen kalacakları dinen sabittir. Şüphe yok ki, Allah’ın bir olduğuna, zatında ve sıfatında bir benzeri ve ortağı olmadığına, yaratılmış her şey, en büyükten, en küçük zerreye kadar, şehadet etmektedir ve bu hakikat bütün peygamberler tarafından kesin bir şekilde haber verilmiştir. Allah’ın birliğini insanlığa bildirmemiş olan hakiki bir din yoktur.
Eğer Allah’ın -haşa- bir ortağı olsaydı, bu kainatın varlığından ve düzenli işleyişinden bir eser görülmezdi. Bir kere düşünelim, eğer bir değil de iki yaratıcı bulunsaydı, biri fazla olmaz mıydı? Biri diğerinden daha güçlü olsaydı, diğeri yaratıcılık sıfatına nasıl sahip olabilirdi ki! İki ortak yaratıcıdan biri diğerinin işine engel olabilir miydi, olamaz mıydı?
Ve eğer engel olamasaydı, kendisinde böyle bir güçsüzlük düşünülebilecek bir zat, bu kainatın yaratıcısı olmak sıfatına nasıl sahip olabilir? Kısacası Allah’ın ortağı, eşi ve benzeri olmaktan münezzeh olduğu birçok akli ve fikri delille sabittir. Bunun aksini düşünenlerse, Allah’ı inkar etmiş ve küfür ve sapkınlık bataklığına düşmüş bulunurlar.

2- Sihir-Büyü Yapmak: Sihir ve büyü, bazı kötü ruhlu kimselerin kullandıkları, kendilerini günaha götürecek bir kısım batıl sebeplerden, mesela birtakım haram sözlerden ve aşağılık işlerden ibarettir ki; bunların üzerine olağanüstü sayılabilecek derecede bazı meydana gelir.
Batıl bir şeyi hakikat gibi ortaya çıkarmaya sihir denilir. Sihir yapmak büyük bir günahtır; çünkü sihir yaparken dine ve toplum hayatına aykırı amaçlar peşinde koşulmuş, toplum hayatına zarar verecek yaralar açılmak istenmiş olur. Kehanette bulunup geleceğe dair haberler vermek, müneccimlikte bulunup yıldızların hareketlerinden birtakım hükümler çıkartmak ve bunları kesin olacakmış gibi söylemek, birtakım maddeleri altına, gümüşe dönüştürmek düşüncesiyle “simya” denilen boş işlerle uğraşmak da, bir çeşit sihirle uğraşmak gibidir.

3- Haksız yere adam öldürmek: Öldürülmesi dinen caiz olmayan bir kişiyi kasten öldürmek, büyük bir cinayet ve günahtır. Toplum hayatının düzgün işleyişine bir saldırı gibidir. Amacı ne olursa olsun, birini haksız yere öldürmüş olanlar, çok büyük bir azabı hak etmiş olduklarını bilmelidirler. Fakat haklı yere öldürmek, mesela, bir kişiyi birini öldürmüş olduğu için kısas olarak öldürmek, eşitlik esasına dayanan şer’i bir ceza olduğundan bunda günah yoktur. Çünkü bu adaletin bir gereğidir.

4- Yetim malı yemek: Yetim malı yemek de büyük günahlardan birisidir. Yetime güzel davranmak, onu korumak ve bakımını eksiksiz yerine getirmek ise Allah’ın hoşnut olacağı bir ameldir. Yetimin, eğer malı varsa, malından kendisi için ihtiyacı kadarı harcanıp, geriye kalanı yine onun adına saklanır. Çocuk erişkin olunca da, malı kendisine teslim edilir. Yoksa onun zayıf halinden yararlanarak malını boş yere harcamak, onun hakkına girmek olacağından, elbette büyük bir günahtır ve böyle bir hareketten kaçınılmalıdır.

5- Faiz alıp-vermek: “Riba (Faiz)” kelimesinin sözlük anlamı “bolluk, çokluk”tur. Terim manası ise; “ödünç verilen paraya karşılık alınan kar”dır. İki çeşdi olan faizin, birinci çeşidi “riba-yı fazl” olarak adlandırılır. Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla verilmesidir. Bir gram altını, bir buçuk gram altınla; bir kilo buğdayı bir buçuk kilo buğday ile değişmek gibi…
Faizin diğer çeşidi de “riba-yı nesiye”dir; bu da bir cinsten olan iki şeyden birini diğeriyle veresiye olarak değiştirmektir. Miktarları eşit olsa bile yine de dinen caiz değildir. Bir kilo buğdayı bir kilo arpa karşılığında veresiye olarak satmak gibi..
Faiz yemek, dinimizde yasaktır çünkü birçok mahzuru vardır: Toplumda insanlar arasındaki yardımlaşma duygusunu ortadan kaldırır; zenginleri fakirlerin mallarına musallat eder; faizle uğraşmak birçok kişiyi ziraatla, ticaretle, sanatla uğraşmaktan alıkoyar; faiz yüzünden birçok israfa varan hareketler görülür ki, sonucunda büyük zararlar ortaya çıkar.

6- Savaştan kaçmak: Müslümanlar, düşmanlarıyla savaş meydanında çarpışıp dururken, içlerinden birinin kesin bir gereklilik olmaksızın savaştan ayrılıp, düşmana arka çevirmesi, büyük mahzurlar ortaya çıkarabilir. Bu hareket, savaşta azimle çarpışan diğer askerlerin moralini bozup, manevi kuvvetini kırabilir ve sonunda yenilgiye bile sebep olabilir. Bilakis, Allah yolunda savaşmanın ne kadar değerli olduğunu düşünmeli; gaziliğin, şehitliğin kıymetini göze almalı, Allah’a tevekkül ederek ve yalnız O’na güvenerek, O’nun ismini ve dinini yaymaya, Müslümanların haklarını müdafaa etmeye ve korumaya devam etmelidir. Aksi takdirde insan kendisini dünyevi cezadan kurtarabilse de uhrevi cezadan kurtaramaz.

7- Namuslu bir kadına iftira atmak: İnsan nasıl olur da namuslu, temiz ve her türlü kötülükten uzak olan bir kadına ahlaksızlığı yakıştırır! Nasıl onun o pak iffetine çamur atar, onu çirkinlikle bir gösterir!
Oysaki aklı başında bir insan, dilini çirkin sözler sarf etmekten korumalı; kötü bir düşünceyle ya da bir intikam arzusuyla, mü’min, namuslu ve ahlaksızlıktan uzak olan kadınlara iffetsizlik isnat etmemelidir. Böyle bir iftira aile ve toplum kullarını lekeli göstermenin büyük cezasını, buna cesaret edenler elbette çekeceklerdir.
Rabbimiz hepimizi bütün günahlara yaklaşmaktan korusun. (Amin!)

Peygamberimizin olgunluğu ve ahlakı


Bilindiği gibi, insanlara ait olgunluk halleri başlıca iki kısımdır. Bir kısmı (insanın iradesine bağlı olmayı insanın doğuştan sahib olduğu kemallerdir! Asalet, güzel biçim, akıl ve zekâ üstünlükleri gibi… Diğer kısmı da, insanların tamamen istekleri ve çalışıp kazanmaları ile elde edilen kemallerdir. İlim ve irfan sahibi olmak, doğruluk, emanet, tevazu, zühd ve takva gibi güzel huylar edinmek bu kısımdandır.
Bu iki kısım kemallerden yalnız biri veya birkaçı bir insanda bulunursa, ona büyük bir şeref verir, onun için bir öğünme sebebi olur. Ya bu kemallerin hepsi bir insanda toplanırsa, artık onun ne kadar büyük bir şerefe ve yüksek bir mertebeye ulaşmış olduğunu düşünmelidir. İşte Hazret-i Peygamber Efendimizde bu iki kısım kemallerin tümü ve güzelliklerin hepsi pek yüksek bir şekilde toplanmıştır. Bunlardan başka Peygamberlik şerefine de kavuşmuştur. O’nun çok yüksek güzel huylarından bazılarını kısaca anlatacağız:

Hazret-i Peygamber’in Asaleti
Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz Kureyş kabilesinden ve Haşim ailesinden gelmiştir. Kureyşîler ise, Hazret-i İsmail’in soyundan bulundukları için pek büyük bir asalet ve şeref sahibidirler. Bununla beraber, öteden beri en kutsal bir mabed olan Kabe’nin hizmet ve idare işlerini yürütüyorlardı. Daima başkanlık görevinde bulunmuşlardır. İşte Peygamber Efendimiz böyle şerefli bir kavme ve seçkin bir aileye bağlı idi. Bu bağlılık da, O’nun başarısına yardım etmiştir.



İslam’da sakalın yeri – 4 mezhebe göre sakalı tıraş etmenin hükmü



Allah’u Teala Nisa Suresi 118 ve 119. Ayetik erimlerinde mealen buyuruyor ki:
“(Onlar öyle bir şeytana tapmaktadırlar ki,;) Allah ona lanet etmiştir. O da (Allah’a karşı) demiştir ki: (Senin izzet ve celaline) andolsun ki, elbette senin kullarından kesin olarak belirlenmiş bir nasip edineceğim! Ondolsun ki; mutlaka onları (doğru yoldan) saptır(maya çalış)acağım! Kaem olsun ki; kesinlikle onları umutlandır(mak üzere uzun yaşayacakları ve dirilip azapla karşılaşmayacakları gibi asılsız kuruntulara boğ)acağım!
Yemin olsun ki; muhakakkak onlara emredeceğim de hemen davarların kulaklarını çokça yaracaklar. Yine andolsun ki; elbette onlara emredeceğim de hemen Allah’ın yaratılışını (tümüyle veya kısmen) değiştirecekler (Ve köleleri burma, dövme yaptırma ve sakal kesme gibi suretlerle Allah’ın yarattığı şekle müdahale edecekler) Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı bir dost edinirse muhakkak ki o pek açık bir zararla hüsrana uğramıştır. (Zira Allah’In rızasını bırakıp şeytanın rızasını tercih ederek, cenneteki yerini cehennemdeki yeriyle değiştirmişlerdir.)
Ayeti Celilede İblis’in sözü olarak geçen: “Allah’ın yaratılışını değiştirme” ifadesinden ne kastedildiği hakkında müfessirler iki görüş serdetmişlerdir:


1- Sa’id İbni Cübeyr ve Hasen-i Basri (Radıyallahu Anhüma) gibi tabi’inin ileri gelenerinden nakledilen görüş, bunun: “Allah’ın dinini değiştirme” manasında oluşudur ki, bu yak afir olan kişinin, Allah’u Teala’Nın kendisinden kal-u bela’da aldığı sözü bozarak, yaratıldığı İslam fıtratını değiştirmesi olarak yorumlanmış veya sonradan helali harama, haramı da helale çevirerek yapmış olduğu değiştirmeyle tefsir edilmiştir.


2- Buradaki “değiştirme” insanın, şeytanın isteği doğrultusunda kendisini Allah’u Teala’nın yasakladığı birtakım şekillere sokmasıdır ki, (sıhhi zaruret dışında) estetik yaptırmak, peruk takmak, dövme yapmak, hayvanları burmak, livata yapmak, lezbiyenlik, kadının erkek elbisesi-erkeğin kadın elbisesi giymesi, kadının erkeğe- erkeğin akdına benzemesi, kadını saçını tıraş etmesi ve erkeğin sakalını kesmesi gibi bazı yasaklar, Allah’u Teala’nın yarattığı fıtratı değiştirmeye örnek olarak zikredilmiştir.


Evet! Sakalı traş etmek fıtrat-ı tağyire girmekte ve dört mezhebe göre haram kabul edilmektedir: Nitekim El-Menhelü’l-‘azbul Mevrud” isimli kitapta şöyle zikredilmiştir: “Sakal tıraşı müçtehid imamlar olan Ebu Hanife, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafi ve İmam-ı Ahmed (Rahimehumullah) ve diğerleri indinde haramdır. Ayet ve hadislerden hüküm çıkarma görevinde bulunan bütün fukahanın sözleri sakal tıraşının haram olduğu hakkında açıktır.” (el-Menhel:1/186-188)

MEZHEP İMAMLARININ GÖRÜŞLERİ

1- HANEFİ MEZHEBİ: Hanefi fıkhının muteber kitaplarından “ed-Durru’l Muhtar”da zikredildiğine göre:
“Erkeğin sakalını kesmesi haramdır.”(5/261)
Ayrıca “Fethu’l Kadir”de, Zeyla’i (Rahimehullah)ın “Kenz Şerhi”nde Şurumbulali (Rahimehullah)ın “Dürer Haşiyesi”inde ve Hanefi büyüklerinin daha nice eserlerinde bu fetva yer almaktadır.

2- MALİKİ MEZHEBİ: Maliki imamlarından Ebu’l Hasen (Rahimehullah)ın “Şerhu’r Risale”sinde ve ‘Adevi (Rahimehullah)ın ona yaptığı haşiyesinde zikredildiğine göre:
“Sakalı tıraş haram olduğu gibi müsle (bir uzvu kesme) sayıldığı takdirde kısaltmak da haramdır.”

3- ŞAFİİ MEZHEBİ: Allame Şeyh Ahmed İbni Kasım el-Abbadi (Rahimehullah) “Tuhftu’l Minhac fi Şerhi’l Minhac” isimli esere yaptığı haşiyesinde Akika bahsinin sonunda şöyle buyurmuştur:
“Şifi ulemasının büyüklerinden İmam-ı Rafi’i ve İmam-ı Nevevi (Rahimehullah): “Sakalı tıraş etmek mekruhtur” demişlerse de “Kafiye Şerhi”nde İbnu’-Rif’a (Rahimehullah) buna itiraz ederek, İmam-ı Şafi (Rahimehullah)ın ‘Ümm isimli eserinde sakalı tıraş etmenin haram olduğuna dair fetva verdiğini bildirmiştir.”

4- HANBELİ MEZHEBİ: Allame Şeyh Muhammed Es-Sefarini el-Hanbeli (Rahimehullah) “Menzumetü’l-Adab” şerhi “Gizaü’l-Elbab” da:
“Hanbeli mezhebinde güvenilir fetva, sakal tıraşının haram oluşudur.” Demiştir.
Ayrıca “el-İkna” kitabında da. “Sakal tıraşı haramdır” diye zikredilmiştir. Allame Şeyh Mansur İbni Yunus (Rahimehullah) “Münteha şerhi”nde de böylece zikretmiştir.
Sakalda sünnet olan miktar ise bir tutam olmasıdır. Nitekim Amr ibni Şuayb’ın babasındandan, onunda dedesinden (Radıyallahu anhum) rivayetine göre:
“Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sakalının eninden ve boyundan (bir tutamdan fazlasını) alırdı.” (Tirmizi, Edeb:17, no:2762, 5/94)
Görüldüğü gibi sakalı tıraş etmenin bütün mezheplerde hükmü açıktır. “Sakal adettir” gibi yaklaşımlar işlenen bir günahın üzerini örtme, vebalden kurtulmak için çıkış yolu arama çabasıdır.
www.ismailaga.info

Cübbeli Ahmet Hoca - Sarık ve Sakal Konulu Eski Sohbet

Cübbeli Ahmet Hoca - Cennetin Anahtari Namaz.flv

Salavât-ı Şerîfenin Fazilet ve Önemi

Salavat getirmeyi bilmeyenimiz elbette yoktur; ama onun kıymetini ve faziletini, bize ne faydalar sağlayacağını bilmeyenimiz sanırım çoktur. Bu vesileyle; âyet ve hadislerle, bir takım kıssalarla, Efendimize salavat getirmenin önemi ve lüzûmundan kısaca da olsa bahsedelim.
Öncelikle şunu bilelim ki; okuduğumuz her salavât-ı şerife Efendimize mutlaka ulaşıyor ve bundan haberdar ediliyor. Bunun için Allâh-u Teâlâ’nın görevlendirdiği melekler vardır. Bu salavâtı alıp Efendimize götürürler ve falanca oğlu filancanın Size selamı var derler.
Nitekim Efendimiz: “Yeryüzünde Allah’ın seyyah melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (anında) Bana tebliğ ederler.” (Nesai, sehv 46) buyurmuştur.
Bu ne büyük bir nimettir ki, en büyük Şefaatçimiz bundan haberdar oluyor. O halde ne kadar çok salavat getirirsek, Efendimize arz edilen listede o kadar çok ismimiz geçecek. Bu vesileyle arada bir nevi ünsiyet ve yakınlık hasıl olur ki, bu ne büyük bahtiyarlık ve ne büyük bir ahiret sermayesidir.

Öyleyse vaktimizi boş lakırdılarla, lüzumsuz mevzularla geçirmeyip, salavatla meşgul olalım. Çünkü bu dünyada çok salavat getirenler, ahirette Efendimize en yakın kimselerden olmaya hak kazanırlar. Zira Abdullah İbni Mesud (Radıyallâhü Anh)’ın naklettiği bir hadîsi şerifte Efendimiz: “Ahirette Bana insanların en yakını,

Bana en çok salavat okuyanlardır.” buyurmuştur. Ki, o mahşer gününde herkesin “Nefsî, nefsî” dediği ve kendisinden başka hiç kimseyi düşünemediği o hengâmede, o can pazarında, “Makâm-ı Mahmud”un sahibi olan Hz. Muhammed Mustafa (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e yakın olmak, hiç şüphe yok ki ne büyük bir kurtuluştur. Mahşerde Ona yakın olmak demek; Cennete yakın, Cehenneme ise uzak olmaktır.

Salavât-ı şerifeye devam etmek, sadece ahirette değil, dünyada da insanı zor durumdan kurtarıp selamete ulaştırır. Kitaplarda bununla alâkalı pek çok ibretli kıssalar nakledilmiştir.

Rivayet edilir ki:
“Tebe-i tâbiin büyüklerinden olan, aynı zamanda büyük bir fâkih ve muhaddis olan Süfyan-ı Sevrî hazretleri, bir hac mevsiminde mukaddes topraklarda iken bir adam dikkatini çekti.

Bu adam devamlı Peygamber Efendimize salavât-ı şerife okuyordu. Öyle ki Arafat’ta, Müzdelife’de ve sair mübarek mekânların hepsinde dilinden salavât-ı şerifeyi düşürmüyordu. Halbuki her makamın kendine has bir duâsı vardı.
Süfyan-ı Sevrî hazretleri o kimseye yanaşarak sordu:
- Ey fülan kişi! Her makamın bir duâsı ve tesbihi vardır.

Halbuki sen; duâyı, tesbihi ve tehlili bırakmış, bütün makamlarda salavât-ı şerife okuyorsun. Okunacak duâları bilmediğin için mi böyle yapıyorsun, yoksa bu hususta bildiğin başka bir şey mi var?
- Özür dilerim, sizin kim olduğunuzu öğrenebilir miyim?- Bana Süfyan-ı Sevrî derler.Adam bu ismi duyunca hemen yumuşadı ve hürmetlerini beyan ettikten sonra:- Eğer bu zamanın seçkin bir simâsı ve büyük bir âlim olmasaydınız, size halimi anlatmaz ve sırrımı da açıklamazdım, diyerek başından geçenleri anlatmaya başladı:
- Babamla birlikte Hac etmek üzere Horasan diyarından yola çıktık.

Yolculuk gerçekten zor ve meşakkatli geçiyordu. Babamın yaşı bir hayli ilerlemiş olduğundan, bu meşakkatlere tahammül edemedi ve yolda hastalandı. Bir konaklama yerinde mola verilince orada babamın tedavisiyle meşgul oldum, fakat ne yaptımsa çare olmadı ve emri Hak vaki olup babam orada vefat etti.

Böyle bir durumda benim ne kadar zor durumda kaldığımı sanırım tahmin edersiniz? Memleketimizden çok uzaklarda, gurbet elde babamı kaybediyordum. Yolculuğa beraber çıkmıştık, fakat tek başıma Hac edecek ve tek başıma memlekete geri dönecektim.

Kafile yola çıkmadan evvel, bir an önce babamın teçhiz ve tekfin işlerini halletmek üzere dışarı çıktım. Gerekli olan işleri yaptıktan sonra geri döndüm, babamın üzerindeki örtüyü kaldırınca bir de ne göreyim? Aman Ya Rabbi! Babamın yüzü zift gibi kararmış simsiyah olmuş…
Öyle üzüldüm, öyle perişan oldum ki anlatamam. Babamın böyle bir halde ahirete gitmesine mi yanayım, yoksa milletin -yüzü simsiyah olmuş bir cenaze için- neler söyleyeceğine mi?.. Bu yaban ellerinde derdimi kime anlatacak, bu durumu kime, nasıl açıklayacaktım?

Öyle ya, böyle adamın cenazesini kim kılardı ki… Son derece çaresizlik ve üzüntü içerisinde ağlamaya başladım. İşte bu halde ağlaya ağlaya uyumuşum.
O esnada bir rüya gördüm. Ben yine babamın başında üzüntülü bir şekilde ne yapacağımı bilemez bir halde beklerken, yanıma yüzü pırıl pırıl, nur gibi bir zat geldi.

Babamın üzerindeki örtüyü hafifçe kaldırdı ve elini babamın yüzüne sürdü. Sonra örtüyü tekrar kapatıp bana döndü ve tatlı bir şekilde tebessüm ederek: “Üzülme! Allâh-u Teâlâ bu belayı başınızdan izâle etti.” dedi ve dönüp gitti.
Ben hemen babamın üzerindeki örtüyü kaldırıp baktım ki, ne göreyim? Babamın yüzündeki o siyahlık gitmiş ve ayın on dördü gibi parlıyordu. Öylesine sevindim, öylesine mutlu oldum ki anlatamam. Derhal o zatın peşinden koşup durumu öğrenmek istedim.

Ona ulaşınca:
- Ey Allah’ın güzel kulu! Beni gurbet elde çaresizlikten kurtardın. Kimsin Sen?- Beni tanımadın mı? Ben Allah’ın Resûlü (Muhammed Mustafa)’yım (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem).
Bunu duyunca derhal Efendimizin mübarek ayaklarına kapandım ve bu olanların sebebi hakkında beni aydınlatmasını rica ettim.

Bunun üzerine Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki:
- Senin baban, bazı haramları irtikâb eden bir kimse idi. Lakin güzel bir adeti vardı. Her gün mutlaka Bana yüz defa salavât-ı şerife okurdu. İşte bu salavat hürmetine Allâh-u Teâlâ babanın sûretini tekrar eski haline tebdil etti. Ben, salavat okuyanların imdadına koşar, onlara şefaat ederim.
Uykudan uyandığımda hâlâ bu rüyanın etkisindeydim. Üzerimdeki ağırlık tamamen kalkmıştı ve içimde bir ferahlık vardı.

Fakat birden duraksadım ve tedirgin oldum. Çünkü bu gördüklerim sadece bir rüya idi. Acaba babamın yüzü gerçekten eski haline dönmüş müydü, yoksa değişen bir şey yoktu da, bu sıradan bir rüya mıydı?
Büyük bir tedirginlik ve heyecanla babamın yüzündeki örtüyü kaldırdığım zaman gördüm ki, gerçekten babamın yüzü eski haline dönmüş ve ayın on dördü gibi parlıyordu. Rabbime öylesine şükrettim, öylesine hamdettim ki...

Benden, babamın vefatının üzüntüsü tamamen gitti ve yerini sevince bıraktı.
İşte ben o zamandan beri, farzları edâ ettikten sonra devamlı Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a salavat getirmekle meşgul olurum.”
Şimdi bu ibretli kıssayı okuduktan sonra, bu konuda başka hiçbir şey söylenmese dahi, salavâtı şerife getirmenin ne kadar lüzumlu ve önemli olduğunu anlamak açısından sanırım yeter de artar...
Kur’an-ı Kerîm’e baktığımızda, Mevlâ Teâlâ hazretleri: "Namazınızı kılınız, zekâtınızı veriniz." şeklinde, pek çok emri doğrudan verdiğini görüyoruz. Ama Efendimize salavâtı şerife getirmeyi emrederken doğrudan emretmiyor ve şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki, Allâh-u Teâlâ ve melekleri Nebiye salât ederler.

Ey iman edenler siz de Nebiye salât ve selâm edin.” (Ahzab: 56) âyeti kerimede açıkça görüldüğü üzere Mevlâ Teâlâ Hazretleri evvela bizzat Kendisinin, sonra meleklerin salât ettiğini beyan buyurup, sonra bütün müminlere salât etmelerini emrediyor.

Böylece âyeti kerimedeki bu ifadeden, salavat getirmenin ehemmiyetini ve önemini daha iyi anlamış oluyoruz. Ayrıca Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm)’ın ismini işiten her mü’mine, salavat getirmenin vâcip olduğuna bu âyet delalet ediyor. Dolayısıyla Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm)’ın ismi geçti mi, tâzim ve hürmetle hemen salavat getirmeliyiz. Çünkü salavat, Peygamberimize bağlılığın, muhabbetin ve teslimiyetin bir ikrarıdır.

Bir hadîsi şerifte Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm): “Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde Bana salavat okumayandır.” buyurmuştur. Hidayetimizin yegâne sebebi olan Resûlüllah’a, ismi geçtiğinde, şu iman nimetinin bir teşekkürü olarak salavat getirmemek ne büyük bir cimriliktir…

Bu cimriliği ve nankörlüğü yapanlar için Efendimiz buyurdu ki: “Yanında adım zikrolunup ta Bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün.” (Tirmizi, Daavat, 100)

Salavat getirenleri ise Efendimiz şöyle müjdeliyor: “Kim Bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on kere salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir.”

Yine bu ayetteki maksatlardan biride Allah-u Teala kullarına Peygamberinin yücelerin yücesindeki mevkiini haber veriyor ve Onu Kendisine yakın meleklerin yanında övdüğünü meleklerin de Onun için mağfiret dilediklerini beyan ediyor. Ki ulvi ve süfli alemin varlıkları Ona övgü ve senada ittifak edip birleşsinler.

Salat nedir? denilirse; İmam-ı Mücahid’e göre Allahtan salat, tevfik ve ismettir. Melek-lerden yardım, ümmetten ise ittibadır. Seyyid Şerif’e göre ise salat; Allah’tan rahmet meleklerden istiğfar, müminlerden hayır duadır. Efendimize tazimdir.

Salavat getirmenin Fıkhî hükmüne gelince; ömürde bir defa getirmek vaciptir. Salavat getirmeyenin zimmetinde bu bir borç olarak kalır, mutlaka getirmek gerekir. Bazı alimlere göre ise, her sohbet meclisinde en az bir kere getirmek vaciptir” ki, Fetva bunun üzerinedir.

Denildi ki: Tıpkı tilavet secdesi gibi, bir mecliste bir kere getirilmesi yeterlidir. Tabi şunu da ifade etmek gerekirse, Mesela bir mecliste secde ayeti, birkaç kere tekrarlanarak okunursa bir secde yapmak yeterlidir, fazlası mekruhtur. Amma salavatı şerife de ise, Efendimiz’in her ismi tekrarlanışında salavat getirmek müstahsendir. Güzel görülmüştür.

Ebu Saidi’l-Hudri (R.A) buyurdu ki: “Bir cemaat bir mecliste Efendimize Salavat getirmezse cennete girseler dahi, bundan sebep yine pişmanlık duyacaklardır”


Hasan-ı Basri Hazretleri derki: “Rüyamda Ebu İsmetî gördüm ve kendisine ‘Rabbin Sana nasıl muamelede bulundu?’diye sordum, şu cevabı verdi. ‘Rabbim beni bağışladı.’ ‘Hangi sebepten dolayı?’ ‘Ben ne zaman bir Hadis-i Şerif zikrettimse mutlaka Efendimize Salat-ü selam getirdim ve bunun sayesinde Allah beni bağışladı.’

Amr İbni Rabia (Radıyallâhü Anh) anlatıyor: Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Bana salât okuyan bir mü’min yoktur ki ona melekler rahmet duâsı etmemiş olsun. Bu Bana salavat okuduğu müddetçe devam eder. Öyleyse kul bunu ister az, ister çok yapsın!”

Ubey İbni Ka’b hazretleri bir keresinde Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a sordu.
- Ey Allahın Resûlü! Ben Sana çok salavât getiriyorum, buna vaktimin ne kadarını ayırayım?- Dilediğin kadarını?- Dörtte biri nasıl?- Dilediğin kadar yap, artırırsan senin için daha hayırlıdır.- Yarı olsa?- Dilediğin kadar yap artırırsan senin için daha hayırlıdır.- Üçte ikisi nasıl?- Dilediğin kadar yap artırırsan senin için daha hayırlıdır.Bütün vakitlerimde Sana salât okusam?- Bu takdirde üzüntün gider, günahın mağfiret olunur (yani o zaman zaten bütün sıkıntıların gider, duâ etmene de gerek kalmaz). Bir başka rivayette ise: “O zaman Allah bunu senin için dünya ve ahirette zor olan şeylere kâfi kılar.” buyurdu. Demek çok salavat getirmek; günahların affedilmesine, insanın üzüntü ve sıkıntılardan kurtulmasına sebeptir.
Tüm bu hadîsi şeriflerden hareketle, tasavvuf erbâbı mâlum farzları ve sünnetleri yerine getirdikten sonra, kişi gücü yettiğince ve bu durum kendisini dünya işlerinden alıkoymayacak şekilde, vaktinin tamamını Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a, salavatla meşguliyete ayırmasını müstehap saymışlardır.


Öyleyse, dillerimiz Efendimize salavat getirmekle her daim ıslak kalsın…
Rabbim getirdiğimiz salavatlar hürmetine, bizleri dünyada da ahirette de her türlü sıkıntı, bela ve musibetten muhafaza eyleyip, Habîbinin şefaatine mazhar eylesin.

Amin!
Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ Âli Seyyidinâ Muhammed.


Fî Emânillah!


Mustafa ÖZŞİMŞEKLER