100 Mecelle Kaidesi - Arapça Türkçe açıklamalı


İlim küpü Ali Kara Hocamızdan talebelere kolaylık…. İşte mecellenin 100 kaidesi

1. MADDE:

Fıkhın Tarifi:

اَلْفِقْهُ : عِلْمٌ بِالْمَسَائِلِ الشَّرْعِيَّةِ الْعَمَلِيَّةِ الْمُكْتَسَبَةِ مِنْ اَدِلَّتِهَا التَّفْصِيلِيَّةِ

Fıkıh: şeriatın ameli meselelerini, tafsili delillerin den bilmektir.

Yani, fıkıh amellerle alakalı hususları, tafsilli delillerden bilmek, anlamaktır. Bu şekilde bilmeye fekâhat, bu kimseye de fakîh denir. Fıkıh ilmi tahsiline de tefekkuh denir.

Bir hadisi şerifte buna işaret buyurulmuştur.

Muaviye radıyellahu anhu’dan, Resulullah sallallahu aley hi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah kim için hayır dilerse, onu dinde fâkih kılar.”

Mes’ele: Küllî -umûmî- bir kaide olup, kendisi altına pek çok cüz’î şeyler uygun gelir.

Mesela: Şartlarını toplayan bir vakıf lazım gelir -vakıf olur- denirse, bu “şartlarını cem eden bir vakıf luzum ifade eder” tarzında bir mesele olur ki, bu da bir küllî kaidedir. Buna göre Ahmet, Mehmet, Fatma gibi fertlerin yapacağı vakfın da luzum ifade edeceği zarureten anlaşılmıştır.

Kaide: Bir kat’i külli (veya ekseri) hükümdür ki, bir çok cüz’iyyatın hükmünün bilinmesi kendisi ile murad olunur.

Hüküm: Kulların fiili ile alakalı olan İlahi hitap. Yani kulların yapması veya yapmaması istenen hükümler; farz, vacib, haram, mekruh, sahih, fasit gibileri.

Fıkıh ilminin mevzusu: Mükellefin fiilleridir. Yani hayatı boyunca işleyeceği bütün hususlar, fıkhın konusu dahilindedir.

Fıkhın Gayesi: Dünya ve ahıret saadetine nail olmaktır.


Şari’:
Hak tealadır. Bazan Peygamberimiz sallallahu aley hi ve selleme de hükümleri beyan ve tebliğ edici olması haysiy yetinden şari’ denilir.Mükellef: Allahu teala tarafından kendisine bir şeyi yap-mak veya yapmamak külfeti/zahmeti lazım getirilen akıllı ve baliğ kimsedir. Bu külfeti ona lazım getirmeye de teklif denir.

Şeriat: Din, islam, millet. Allahu tealanın kulları için tayin etmiş olduğu dini/uhrevi ve dünyevi ahkamın toplamıdır. Bazan, islamda ceza hukukuna da –şeriat- söylenir.

Ameliyye: Kulların fiilleri ile alakalı hususlar. İbadetler, muameleler, alış verişler, miras ve vasıyyet gibileri. Buna itika di hususlar dahil değildir.

Fıkhi meselelerin bazısı ahıretle alakalıdır. İbadetler bu kabildendir. Bazısı da dünya ile alakalıdır. Bunlar muameleler, nikahla alakalı hususlar ve cezalardır.

İnsan nevisinin kıyamete kadar bekası için evlilik mües-sesesi gereklidir; yaşam için sanat, ticaret, ziraat, alış veriş gereklidir; bütün bunların düzgün işlemesi de adalete hak ve hukuka dayanır. İşte bütün bu hususları ihtiva için dinimiz dünyalık olarak gerekli düzenlemeyi tayin etmiştir. Kulluk bor-cu olan ibadetler, muameleler, akitler ve cezalar.

İslam alimleri insanların ihtiyacı olan hususlarda fetva ve hüküm vermek için kolaylık hasıl etmekte konuları/meseleleri bablara, fasıllara ayırmış, bunlarla alakalı kaideler tertible-yerek önümüze, şu ‘Mecelley-i ahkam-ı adliyye’dediğimiz eseri koymuşlardır.

2. MADDE:

اْلاُمُورُ بِمَقَاصِدِهَا

Hızır (AS)' ın Duası (KUMEYL DUASI)


40 Madde de Şia Akidesinin Batıl Olduğunun İsbatı


 

1. Şiiler Kuran-ı Kerimin tahrif olduğuna inanırlar..ve Kuranı doğru olarak bilenlerin sadece 12 imam olduğunu iddia ederler (şianın inanç esasları)

2. Şiiler imamlarının masum olduğuna inanırlar. (el munteka)

3. Şiiler ruyeti inkar ederler.(el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

4. Kendileri senedi ve isbatı olmayan onbinlerce şii kaynaklı hadisle amel etmekle iken…sünni kaynaklarda geçen ve senedleri olan hadislerin dörtte üçünden fazlasını reddederler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

5. Şiiler kerbelayı beytullahtan daha faziletli sayarlar.. (şianın inanç esasları)

6. Şiiler Hz. Ali´den önceki halifelerin zalim yada kafir olduğunu iddia ederler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

7. Şiiler Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer´e lanet okurlar. (şianın inanç esasları)

8. Peygamberlerin getirdiği şeriatın sadece avama hitab eden bir ilim olduğunu gerçek ilmi (ilm-i hakikat) ise 12 imamdan başka hiç kimsenin bilmediğini iddia ederler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

9. Hz. Ali (ra) nin ve onun zürriyetinden gelenlerin fikirlerine muhalefet eden herkesin ya zalim ya kafir,yada fasık olduğuna inanırlar.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

10. Takiyye adı altında münafıklığı akide edinirler.. (şianın inanç esasları)

Erba´in-i İdrisiyye 21. İsm-i Şerif



İlk Müs­lü­man­lar



 

İlk îmân eden in­san Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’dir. Bu hu­sus âyet-i ke­rî­me­ler­de şöy­le bil­di­ril­mek­te­dir:

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ

“Pey­gam­ber, Rab­bi ta­ra­fın­dan ken­di­si­ne in­di­ri­le­ne îmân et­ti…” (el-Ba­ka­ra, 285)

قُلْ إِنِّي أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ مُخْلِصًا لَّهُ الدِّينَ

(11)

وَأُمِرْتُ لِأَنْ أَكُونَ أَوَّلَ الْمُسْلِمِينَ

(12)

“De ki: Ba­na, dî­ni Al­lâh’a hâ­lis kı­la­rak O’na kul­luk et­mem em­ro­lun­du. Ve ben, müs­lü­man­la­rın il­ki ol­mak­la em­ro­lun­dum.” (ez-Zü­mer, 11-12)

Fahr-i Kâ­inât Efen­di­miz’den son­ra ilk müs­lü­man, muh­te­rem zev­ce­si Haz­ret-i Ha­tî­ce -ra­dı­yal­lâ­hu an­hâ- idi.

Âlem­le­rin Efen­di­si, kav­mi­nin ha­kâ­ret, alay ve ezi­yet gi­bi kö­tü ta­vır ve dav­ra­nış­la­rı­na mâ­ruz ka­la­rak mah­zûn ve mü­ked­der bir hâl­de evi­ne dön­dük­çe, Al­lâh Te­âlâ O’nun hüz­nü­nü Haz­ret-i Ha­tî­ce vâ­li­de­mi­zin te­sel­lî ve teş­vîk edi­ci söz­le­riy­le ha­fif­let­miş, ilâ­hî nus­re­tiy­le va­zî­fe­si­ni ko­lay­laş­tır­mış­tır.138

Haz­ret-i Ha­tî­ce -ra­dı­yal­lâ­hu an­hâ- îmân edin­ce Efen­di­miz’in kız­la­rı Haz­ret-i Ru­kıy­ye, Üm­mü Gül­süm ve Fâ­tı­ma da müs­lü­man ol­muş­lar­dı.139

Haz­ret-i Ali -ker­re­mal­lâ­hu vec­heh- de Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- ile Haz­ret-i Ha­tî­ce’nin na­maz kıl­dık­la­rı­nı gör­müş ve:

“–Ne­dir bu?” di­ye sor­muş­tu.

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Bu, Al­lâh’ın ken­di­si için seç­ti­ği dî­ni­dir. Ben se­ni tek olan Al­lâh’a îman ve ibâ­det et­me­ye, hiç­bir fay­da ve za­ra­rı ol­ma­yan Lât ile Uz­zâ’yı da in­kâ­ra dâ­vet edi­yo­rum!” bu­yur­du.

Haz­ret-i Ali -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“–Ben bu dî­ni şim­di­ye ka­dar hiç işit­me­dim! Ba­bam Ebû Tâ­lib’e sor­ma­dan bir iş ya­pa­mam!” de­di.

Fahr-i Kâ­inât Efen­di­miz, o sı­ra­lar teb­lîğ fa­âli­yet­le­ri­ni giz­li­den giz­li­ye de­vâm et­tir­di­ği için:

“–Ey Ali! Şâ­yet müs­lü­man ol­ma­ya­cak­san sa­na bah­set­ti­ğim bu hu­sû­su giz­li tut, açı­ğa vur­ma!” bu­yur­du.

Haz­ret-i Ali, o ge­ce bek­le­di. Al­lâh Te­âlâ onun kal­bi­ne İs­lâm mu­hab­be­ti­ni bah­şet­ti. Sa­bah­le­yin Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ya­nı­na git­ti ve İs­lâm dî­ni hak­kın­da su­âl­ler sor­du. Al­dı­ğı ce­vap­lar üze­ri­ne, Al­lâh Ra­sû­lü’nün buy­ru­ğu­nu he­men ye­ri­ne ge­ti­rip müs­lü­man ol­du. Ba­ba­sın­dan çe­ki­ne­rek, müs­lü­man­lı­ğı­nı bir müd­det giz­li tut­tu. Haz­ret-i Ali, bu sı­ra­lar­da on ya­şın­da idi. (İbn-i İs­hâk, s. 118; İbn-i Sa’d, III, 21)

Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- na­maz kıl­mak is­te­di­ğin­de, Haz­ret-i Ali -ra­dı­yal­lâ­hu anh- ile bir­lik­te Mek­ke vâ­di­le­ri­ne doğ­ru çı­kıp gi­der­ler ve in­san­lar­dan giz­li ola­rak, na­maz­la­rı­nı ora­lar­da kı­lar­lar, ak­şam­le­yin de dö­ner­ler­di. Al­lâh’ın di­le­di­ği za­mâ­na ka­dar bu böy­le de­vâm et­ti.

Ebû Tâ­lib, oğ­lu ve sev­gi­li ye­ğe­ni­nin giz­li giz­li na­maz kıl­dık­la­rı­na mut­ta­lî olun­ca, Pey­gam­ber Efen­di­miz, çok sev­di­ği am­ca­sı­nı da İs­lâm’a dâ­vet et­ti. Ebû Tâ­lib ise bu dâ­ve­te şöy­le ce­vap ver­di:

“–Ey kar­de­şi­min oğ­lu! Be­nim, ata­la­rı­mın dî­nin­den ay­rıl­ma­ya gü­cüm yet­me­ye­cek! Lâ­kin Sen gön­de­ril­di­ğin şey üze­re de­vâm et! Val­lâ­hi ben ha­yat­ta ol­du­ğum müd­det­çe Sa­na kim­se za­rar ve­re­me­ye­cek­tir!”

Haz­ret-i Ali’ye de:

“–Ev­lâ­dım! O, se­ni an­cak ha­yır ve iyi­li­ğe dâ­vet eder. Sen, O’nun yo­lu­na sım­sı­kı sa­rıl. O’ndan hiç ay­rıl­ma!” de­di. (İbn-i Hi­şâm, I, 265)

Ab­dul­lâh bin Mes’ûd140 -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Mek­ke’ye ti­câ­ret için gel­di­ğin­de Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’i Haz­ret-i Ha­tî­ce ve Haz­ret-i Ali ile bir­lik­te Kâ­be’yi ta­vâf eder­ken gör­dü­ğü­nü ve bu es­nâ­da Haz­ret-i Ha­tî­ce’nin te­set­tü­re çok dik­kat et­ti­ği­ni

söy­le­mek­te­dir. (Ze­he­bî, Si­yer, I, 463)

Ufeyf el-Kin­dî de, ti­câ­ret için Mek­ke’ye gel­miş ve Ab­bâs -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın evi­ne mi­sâ­fir ol­muş­tu. Ufeyf, Pey­gam­ber Efen­di­miz’in, Haz­ret-i Ha­tî­ce’nin ve Haz­ret-i Ali’nin Kâ­be’de na­maz kıl­dık­la­rı­nı gör­müş, Ab­bâs -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’tan on­lar hak­kın­da mâ­lu­mât is­te­miş­ti. Haz­ret-i Ab­bâs da on­lar­dan bah­set­tik­ten son­ra:

“–Val­lâ­hi ben yer­yü­zün­de bu dî­ne ina­nan şu üç ki­şi­den baş­ka kim­se bil­mi­yo­rum!” de­miş­ti.

Ufeyf -ra­dı­yal­lâ­hu anh- hi­dâ­yet­le şe­ref­yâb ol­duk­tan son­ra hep şöy­le ha­yıf­la­nır­dı:

“–Âh ne olur­du o za­man îmân edey­dim de ikin­ci er­kek mü’min ben olay­dım! On­la­rın dör­dün­cü­le­ri ol­ma­yı, ne ka­dar ar­zu eder­dim!” (İbn-i Sa’d, VI­II, 18; İbn-i Ha­cer, el-İsâ­be, II, 487)

Pey­gam­ber Efen­di­miz’in âzat­lı kö­le­si Zeyd bin Hâ­ri­se -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Haz­ret-i Ali’den son­ra müs­lü­man ol­muş, na­maz kıl­mış, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ma­iy­ye­tin­den ve hiz­me­tin­den hiç ay­rıl­ma­mış­tı. Tâ­if­li ser­ger­de­le­rin Pey­gam­ber Efen­di­miz’e at­tık­la­rı taş­la­ra ken­di vü­cû­du­nu si­per edip kan­lar için­de ka­la­cak ka­dar fe­dâ­kâ­râ­ne bir mu­hab­bet­le ken­di­si­ni Al­lâh Ra­sû­lü’ne ada­mış, bu­na mu­kâ­bil Âlem­le­rin Efen­di­si’nin hu­sû­sî mu­hab­bet ve il­ti­fâ­tı­na maz­har ol­muş­tu.