1. MADDE:
Fıkhın Tarifi:
اَلْفِقْهُ : عِلْمٌ بِالْمَسَائِلِ الشَّرْعِيَّةِ
الْعَمَلِيَّةِ الْمُكْتَسَبَةِ مِنْ اَدِلَّتِهَا التَّفْصِيلِيَّةِ
Fıkıh: şeriatın ameli meselelerini, tafsili delillerin
den bilmektir.
Yani, fıkıh amellerle alakalı
hususları, tafsilli delillerden bilmek, anlamaktır. Bu şekilde bilmeye fekâhat,
bu kimseye de fakîh denir. Fıkıh ilmi tahsiline de tefekkuh
denir.
Bir hadisi şerifte buna işaret
buyurulmuştur.
Muaviye radıyellahu anhu’dan, Resulullah
sallallahu aley hi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah kim için hayır dilerse,
onu dinde fâkih kılar.”
Mes’ele: Küllî -umûmî- bir kaide olup, kendisi altına pek
çok cüz’î şeyler uygun gelir.
Mesela: Şartlarını toplayan bir
vakıf lazım gelir -vakıf olur- denirse, bu “şartlarını cem eden bir vakıf luzum
ifade eder” tarzında bir mesele olur ki, bu da bir küllî kaidedir. Buna göre
Ahmet, Mehmet, Fatma gibi fertlerin yapacağı vakfın da luzum ifade edeceği
zarureten anlaşılmıştır.
Kaide: Bir kat’i külli (veya ekseri) hükümdür ki, bir çok
cüz’iyyatın hükmünün bilinmesi kendisi ile murad olunur.
Hüküm: Kulların fiili ile alakalı olan İlahi hitap. Yani
kulların yapması veya yapmaması istenen hükümler; farz, vacib, haram, mekruh,
sahih, fasit gibileri.
Fıkıh ilminin mevzusu: Mükellefin fiilleridir. Yani hayatı boyunca
işleyeceği bütün hususlar, fıkhın konusu dahilindedir.
Fıkhın Gayesi: Dünya ve ahıret saadetine nail olmaktır.
Şari’: Hak tealadır. Bazan Peygamberimiz sallallahu aley hi ve selleme de hükümleri beyan ve tebliğ edici olması haysiy yetinden şari’ denilir.Mükellef: Allahu teala tarafından kendisine bir şeyi yap-mak veya yapmamak külfeti/zahmeti lazım getirilen akıllı ve baliğ kimsedir. Bu külfeti ona lazım getirmeye de teklif denir.
Şeriat: Din, islam, millet. Allahu tealanın kulları için
tayin etmiş olduğu dini/uhrevi ve dünyevi ahkamın toplamıdır. Bazan, islamda
ceza hukukuna da –şeriat- söylenir.
Ameliyye: Kulların fiilleri ile alakalı hususlar. İbadetler,
muameleler, alış verişler, miras ve vasıyyet gibileri. Buna itika di hususlar
dahil değildir.
Fıkhi meselelerin bazısı ahıretle
alakalıdır. İbadetler bu kabildendir. Bazısı da dünya ile alakalıdır. Bunlar
muameleler, nikahla alakalı hususlar ve cezalardır.
İnsan nevisinin kıyamete kadar
bekası için evlilik mües-sesesi gereklidir; yaşam için sanat, ticaret, ziraat,
alış veriş gereklidir; bütün bunların düzgün işlemesi de adalete hak ve hukuka
dayanır. İşte bütün bu hususları ihtiva için dinimiz dünyalık olarak gerekli
düzenlemeyi tayin etmiştir. Kulluk bor-cu olan ibadetler, muameleler, akitler
ve cezalar.
İslam alimleri insanların
ihtiyacı olan hususlarda fetva ve hüküm vermek için kolaylık hasıl etmekte
konuları/meseleleri bablara, fasıllara ayırmış, bunlarla alakalı kaideler
tertible-yerek önümüze, şu ‘Mecelley-i ahkam-ı adliyye’dediğimiz eseri
koymuşlardır.
2. MADDE:
اْلاُمُورُ بِمَقَاصِدِهَا
İşler maksadlarına göredir.
Bir iş üzerine bağlanacak hüküm,
o işten maksad ne ise ona göredir. Maksad kalbin yöneldiği şey/gayedir.
Mesela alırım, satarım gibi
geleceğe dönük/istikbal lafzı ile, şimdiki hal kasdedilirse, ordaki satış-alış
muamelesi bağlanmış/akdedilmiş olur. Zira şu lafızlardaki kasdedilen mana, şu
an satmak ve almak manalarıdır.
Umur: Emir kelimesinin çoğuludur. Bu lafız fiillere ve
sözlere denir.
Kast: Kalbi bir iş olmakla beraber harici bir delille
belli olur. Mesela: kayıp eşya meselesinde, kişi başkalarını şahit tutup
açıklama yapsa, bu, bulduğu şeyi sahibine geri verece-ğine dair bir harici
delil olur. Buna binaen daha sonra bu bulan kişinin elinde bulduğu şey zayi
olsa, bu kişinin bir şey öde-mesi lazım gelmez.
Bu kaide “Ameller ancak
niyetlere göredir” hadisi şerifinden alınmıştır. Amellerin hükümleri,
sevaba müstehak olmaları ancak niyetlere göredir. Bunlar niyete göre
değişik-liğe uğrar.
Şafiilere göre amellerin sahih
olması ancak niyete bağlı-dır. Niyetsiz olan bir iş sahih olamaz.
Hanefilerde abdestte niyetin farz
olmaması, suyun bizzat temizleyici olmasındandır. Fakat niyet edilirse bütün
beden yıkan mış gibi sevab olur.
Teyemmümde niyetin farz olmasına
gelince, orda toprak niyetle temizleyicilik vasfını alır, bu da ona taharet
kasdıyla yönel mekle hasıldır.
Bu asla binaen meselâ: Bir şahıs
kabını, su elde etmek için yağmurun altına koysa ve ona su birikse, o suya
malik olur. Daha sonra bir başkası suyu dökse bunun ücretini öde-mesi gerekir.
Amma kabını yağmur altına bu niyetle koyma-mışsa, biriken suya malik olamaz, bu
durumda başkaları da o suyu kullanabilir.
Aynı şekilde birisi ağını veya
tuzak aletini avlanmak niyetiyle kurup hazırlasa ve o tuzağa bir kuş takılsa,
kuş o ağ sahibinin mülkü olur. Amma ağı kurutmak kasdıyla ipe asmış-sa, ona
takılan kuş
kendi malı olmaz, başkası onu
alırsa ağ sahibi ondan kuşu talep edemez.
2. MADDEDEN HARİÇ OLAN HÜKÜMLER:
Kasıt ve niyetle değişmeyen hükümler
bu kaideden hariçtir.
Meselâ, bir kişi baskasının izni
okmadan malını şaka yollu alsa, bu durumda gasb edici olur ve niyetine
bakılmaz. Alanın şaka niyetine bakılmaz, mal sahibinin iznine bakılır.
Meselâ, bir kişi bir sarhoşu
görse ve elindeki paraların zayi olmasından korkup onları sarhoşun elinden
alsa, bu du-rumda gasb edici olur ve paraları sahibine ödemekle emre-dilir.
Not: Külli kaidelerde hüküm ekseridir, bunlara zıt bazı
hükümlerin bulunması külli kaidelere zarar vermez. Yukarki misallerde olduğu
gibi.
3. MADDE:
اَلْعِبْرَةُ فِى الْعُقُودِ لِلْمَقَاصِدِ وَ
الْمَعَانِى لا لِْلاَلْفَاظِ وَ الْمَبَانِى
Akitlerde itibar edilen kasıt ve
manalaradır, lafız ve kalıblar değildir.
Yani; islamda kişiler arasında
cari olan akitlerde (muame lelerde) itibar edilen, onlardan anlaşılan manalar
ve kasdedilen şeylerdir.
Akit: Tasarrufta, icabı kabule bağlamaktır. Yani
muame-le yapanların birinin teklif ifade eden sözünü, karşı tarafın kabul ifade
eden sözüne eklemektir. ilk söze icab, ikinciye ka-bul denilir. Alış-verişler,
nikah, kiralamak, emanet vermek gibi muameleler şer’i akitle hasıldır.
Bu kaideden anlaşılan, akit
anında şahısların lafızlarına bakılmaz, belki kelamlarından anlaşılan hakiki
maksadlarına bakılır. Ancak lafızları tamamen boşa çıkarmamak mümkünse buna
dikkat edilir.
Bunun misali, bey-i vefa dır.
Bey-i vefa, satıcı ne zaman ücreti geri verirse, müşteri de
satılan malı satıcıya geri verecektir. Bu akit esnasında, müşteri tarafından
satınalma sözü kullanılsa da, müşteri mala malik değildir. Zira bu akitteki
kasıt satış muamelesi değildir, belki müşterinin alacağına karşılık satıcıdan
rehin olarak bir mal alması ve borcu tahsil ettiği zaman malı satıcıya geri
vermesidir. Bunun için garanti/rehin olarak satıcıdan bir mal almıştır. Bu
akit, hakikatte satış muamelesi manasında değil-dir.
Bu muameleye vefa denilmesinin
sebebi, müşterinin malı geri verme şartına riayet etmesi, vefakarlık göstermesi
sebe-biyledir.
Şayet gerçekten bu muamele satış
olsaydı, asla satıcı tek taraflı olarak malı müşteriden geri alamazdı.
İkinci misal: Bir şahıs bakkaldan
bir şey satınalsa ve bakkal cıya, ‘Bu -satınaldığı- mal yanında bir saat emanet
olarak kalsın, ben parasını getireyim’ diyerek malı bırakıp gitse; o mal
bakkalın yanında emanet olmaz, belki rehin hük-münde olur. Bakkal malı yanında
tutup ücreti almadan onu satıcıya vermeme hakkına sahiptir. Eğer emanet
olsaydı, müşteri gelip istediğinde malı geri vermesi lazımdı.
Üçüncü misal: Bir şahıs,
başkasına ‘Şu arabayı sana 5 bin liraya hibe ettim’ veya ‘Şu daireyi sana 50
bin liraya hibe ettim’ dese, bu akit satış muamelesi olur, hibe muamelesi
olmaz. Bunda satış hükümleri işler. Mesela satılan şey taşın-maz mülk ise,
orada şuf’a (komşunun alma) hakkı ortaya çıkar.
Dördüncü misal: Bir kişi
arkadaşına ‘Şu arabayı sana emanet olarak verdim, 10 lira karşılığında bununla
Üsküdar’a gidersin’ dese, bu akit kiralama aktidir, emanet değildir. Çün-kü
burdaki kullanımda ücret konulmuştur, emanetlerde ise kullanım ve istifadeler
ücretsiz olur.
Faide: Bu kaidede ukud/akitler lafzının zikredilmesi,
maksat ve manaların yalnızca akitlerde olduğunu ifade için değil, bilakis
galib/ekser olanı beyan içindir; zira bu kaide akitlerin dışında da caridir,
davalarda olduğu gibi.
Misali: Yanına emanet bırakılan
kişi, emanetin geri istenil mesiyle taleb edildiğinde, “Ben emaneti geri
verdim” dese, emaneti bırakan da “vermedin” dese, söz emanetçinin dediği-dir,
zira “ben geri verdim” sözüyle, zahirin hılafını iddia etmek tedir, fakat bu
sözünden maksad, kendi üzerine ödemenin lazım gelmesidir ki kendisi bunu inkar
etmektedir. İsbatı iddi-aci olan mal sahibine lazım gelir.
3. MADDEDEN HARİÇ OLAN HÜKÜMLER:
A- Bir kişi başkasına bir şey
satsa ve ücret verilmeye-ceğini şart koşsa, ‘Şu malı sana ücretsiz olarak
sattım’ dese, bu satış batıldır ve bunda hibe olmasına itibar edilmez.
B- Bir şahıs arabasını başkasına,
ücret olmaksızın kiraya verse, bu kiralama akti fasit olur; emanet te olmaz,
zira kiralama akti menfaatin ücret karşılığında olmasını ifade eder, emanetler
ise menfaatin ücretsiz olmasını ifade eder. bu iki lafız (icare ve emanet)
arasında zıtlık vardır, birini diğerinde kullanmak uygun olmaz.
4. MADDE:
اَلْيَقِينُ لا يَزُولُ بِالشَّكِّ
Yakîn/kesin olarak sabit olan
şey, şüphe ile yok olmaz.
Yani, kesinlikle sabit olan bir
şeyin, hılafına bir delil bu-lunmadıkça, ona gelen bir şek ve tereddütten
dolayı yok olduğuna hüküm verilmez. Yakin, kendi gibi yakin olan başka bir
delille zail olabilir.
Şek: Lügatta tereddüttür.
Istılahta: fiilin vakı’ olması ve
olmaması arasında tered-dütlü olmasıdır. Birini diğeri üzerine tercih ettiren
bir şey bulunmamasıdır.
İki şeyden birini tercih mümkün
ise, kalb tercih edilen taraf hakkında mutmeinne değilse, tercih edilen taraf
zan derecesinde olur, tercih edilmeyen vehim derecesinde olur. Amma kalb,
tercih edilen tarafta mutmeinne olursa zannı galib olur. Zannı galib, yakin
derecesindedir.
Yakin: lügatta bir şeyin kararlı olmasıdır. ‘Su havuzda
yakin oldu’ denir, yani havuzda yerleşti.
Istılahta yakin: Bir şeyin vakı’ olmasına veya olmama-sına dair
kesinliğin veya zannı galibin hasıl olmasıdır.
Netice olarak, evvelce sabit olan
yakini hüküm, sonradan arız olan şek ile yok olmaz.
Misal: Bir kimse vatanından uzak
bir yere sefere gitse, uzun müddet boyunca ondan haber kesilse, hakkında
haberin kesilmesi hayatının devam ettiğinde şek hasıl eder. Ancak bu şek,
evvelki hayatta oluşu ile hasıl olan yakini ilmi yok ede-mez. Buna göre o
kişinin öldüğüne hüküm verilmez, yakinen öldüğü sabit olmadıkça varisleri
malını taksim edemez, hanımı boş olmaz, icare akti fesh edilemez. [1]
Diğer bir misal: Bir kişi,
başkasına hitaben ‘Zannederim ki benim sana yüz lira borcum var.’ dese, bu
ikrarı ile bu kişinin zimmetine yüz lira borç sabit olmaz, zira ikrarı kesin
olmayıp zannidir. Asıl olan (yakini olan) zimmetinin beri olma-sı (borçsuz
olması) dır.
4. MADDEDEN HARİÇ OLAN HÜKÜM:
Müşteri, satın alıp teslim aldığı
şeydeki ayıbı iddia ederek malı satıcıya geri vermek istese, davalaşma işi ayıp
hakkında neticeye varıncaya kadar, müşteri, parayı vermekle zorlana-maz. Eğer
ayıbın satıcı yanında olduğu sabit olursa, hakim alış-verişi fesh eder.
Eğer müşteri ayıbı isbat etmekten
aciz kalırsa, bu durum da (müşteri) satıcıya parayı vermekle zorlanır.
Muhakkak burada, sırf şek (yani:
sabit olmaya ve olma-maya ihtimali olan eski bir ayıbın bulunması) ile, hemen
ücretin verilmesini gerektiren yakin zail olmuştur.[2]
5. MADDE:
اَلاَصْلُ بَقَاءُ مَا كَانَ عَلَى مَا كَانَ
Bir şeyin, bulunduğu hal üzere
kalması asıldır.
Yani bir şeye bakılır, hangi hal
üzere ise, hılafına delil olmadıkça aynı hal üzere devamına hükmedilir. Zira
eşyada asıl olan bekadır, yokluk sonradan arız olur.
Bu kaide istishabı gerektirir.
İstishab: Herhangi bir vakitte sabit olan şeye dayana-rak,
bir şeyin subutuna hükmetmektir. İstishab hükmü defe-den bir delildir, isbat
eden delil değildir.
İstishab iki kısımdır:
Maziyi hale istishab etmek: Geçmiş zamanda sabit olan şeye bakarak, hılafına
delil olmadıkça şu anda o şeyin yine sabit olduğuna hükmetmektir. Buna, maziyi
hale istishab etmek denir. (Maziyi hal ile beraber tutmak.)
Hali maziye istishab etmek: Bir şeyin şu anki haline bakarak, (hılafına delil
olmadıkça) ‘bu şey mazide de bu halde dir’ diye hüküm vermektir.
Misal: Bir evvelki kaidenin
misalindeki yitik adam hakkın da, maziye bakarak onun şu halde de yaşadığına
hükmedilir. Ölümü sabit olmadıkça, malı taksim edilmez.
Bu durumda istishab, kayıp
kişinin malını korumada def edici olmuştur, varisleri hakkında ise mirasa sahib
olma hük-münü isbat edememiştir.
Diğer bir misal: Borçlu kişi,
borcunu alacaklıya ödediğini iddia etse, alacaklı da bunu inkar etse, burda söz
yemini ile beraber alacaklının dediğidir. Çünkü borç, borçlunun zimmeti-ne
evvelce yerleşmişti, maziye bakarak şu halde de borcun devam ettiğine
hükmedilir. Ancak bu husus, borçlu borcunu ödediğine dair delil getiremeyincedir.
Diğer bir misal: Değirmen
kiralayan birisi, kiralama müddeti bittikten sonra ödeyeceği ücretin
indirilmesini arzu ederek değirmenin suyunun kira müddeti içinde bir müddet
kesildiğini iddia etse. Değirmen sahibi de bunu inkar etse, hale bakılır, eğer
dava laşma anında su akıyor ise söz yemini ile beraber değirmencinin dediğidir.
Eğer su kesik ise, söz yemini ile birlikte kiralayan kişinin dediğidir.
Diğer bir misal: Gaib olan
evladın malı babasının yanında olsa, baba evladının malından kendine harcasa,
sonra evladı gelince aralarında ihtilaf olup evladı derse: ‘Sen zengin olduğun
halde paramı kendine harcadın.’ Baba ‘Fakir olduğum halde harcadım’ derse.
Hiçbirinin delili olmasa, hale bakılır; eğer davalaşma anında baba fakir ise,
(yemin ile beraber) söz babanın dediğidir. Eğer zengin ise, (yemin ile beraber)
söz evladın dediği dir. (Eğer her ikisinin de delili olsaydı, iddiacı durumunda
olan evladın delili geçerli olurdu.)
5. MADDEDEN HARİÇ OLAN HÜKÜM:
Emanet olarak bir şeyi alan kişi
emaneti yerine ulaştır-dığını veya emanetin elinde iken kendi kusuru olmadan
helak olduğunu iddia etse, emaneti veren kişi de aksini iddia etse; burada
istishab kaidesine göre emanetçinin, emaneti geri vermesi ile sorumlu tutulması
gerekirdi. Zira mazideki hali, emanetin mevcudiyyetini bildiriyor. Fakat
emanetçi bir şey ödemez, zira emanetçi zimmetinin ödemeden beri olduğunu iddia
etmektedir, emaneti veren ise, emanetçinin zimmetinin borçlu olduğunu iddia
etmektedir. Burda asıl, zimmetin beri olduğudur.
6. MADDE:
اَلْقَدِيمُ يُتْرَكُ عَلَى قِدَمِهِ
Kadim (eski olan) , kıdemi (eski hali) üzere
bırakılır.
Meşru olan (şeriata muvafık olan)
şey, aksine bir delil sabit olmadıkça hali üzere bırakılır, değiştirilmez. Zira
o şeyin uzun bir müddet hali üzere kalması, meşru’ bir hakka dayan-dığının
delilidir.
Kadim nedir?: Evveli bilinmeyendir. Evveli bilinir ise kadim
olmaz.
Meselâ: Bir şahsın binasının su
oluğu, eskiden beri başka bir şahsın arsasına yağmur suyu akıtmaktadır, ikinci
arsa sahibi bu eski olan su oluğunu değiştirme hakkına sahip değil-dir. Veya
bir arsaya gelen su kanalı, başkasının arsasından geçmekte olsa, bu ikinci arsa
sahibi su kanalını kapatma hakkı na sahib değildir, zira kanalın oradan eskiden
beri geçmesi, onun şer’i bir hakka dayandığına itibar edilir. Sanki iki arsa o
su kanalında ortaktırlar ve suyun taksimi aralarında yapılmış ve o hal üzere
devam etmiştir.
Şeriata muhalif olan kadim, ne
kadar eski olsa da o hal üzere bırakılmaz, zira zarar kadim olmaz.
Meselâ: Bir arsanın pis su
akıntısı, umuma ait yola aksa, onun zararına göz yumulmaz ve pis su akıntısı
men edilir.
7. MADDE:
اَلضَّرَرُ لاَ يَكُونُ قَديِمًا
Zarar kadim olmaz.
Meşru’ olmayan şekilde yapılan
şeylerin kadim olmasına itibar edilmez, mümkün mertebe izalesine bakılır.
Mesela: Bir binanın pis su akıntıları,
yola veya ırmağa aksa, umuma zarar vereceğinden men edilir. Umuma zarar veren
şeyin cevazına, hiç kimse ihtimal veremez.
Burdaki zarardan maksad, eski
olmasına itibar edilme-yen fahiş zarardır. Buna göre zarar iki kısımdır:
Hususi, umumi.
Umumi zarar: Fahiş olup
olmamasına bakılmayıp izale edilir. Zira umumi olması, onun zararının fahiş
olması için yeterlidir. Zikrettiğimiz pis suyun umuma verdiği zarar gibi.
Hususi zarar: Eğer fahiş olursa,
umumi zarar gibi izale edilir., eski olmasına bakılmaz. Eğer fahiş değilse,
eski olması na bakılır, eski ise değiştirilmez ve hak sahibinin rızası
göze-tilir.
8. MADDE:
اَلاَصْلُ بَرَائَةُ الذِّمَّةِ
Beraatı zimmet asıldır.
Kişinin zimmetinin, başkasının
hakkı ile meşgul olmayıp beri olması asıldır. Zira her şahıs, yaratıldığında
zimmeti beri (temiz) olarak doğmuştur, zimmetinin meşgul olması, daha sonra
hasıl olan muamelelerle meydana gelir. Bu aslın hılafını iddia eden kişinin, bu
davasına dair delilini getirmesi gerekir. Zira delil (şahit), aslın ve zahirin
hılafını iddia edenden istenir.
Zimmet: Lügatte ahd ve eman demektir.
Usul ilminde zimmet: Kişinin
kendisi ile lehine veya aley-hine olan şeyleri bilmeye ehil olduğu bir
vasıftır.
Misal: Bir şey satınalan kişi,
onun menfaatine malik oldu ğu gibi, ücretinin elinden çıkması zararına da ehil
olur.
Zimmetin beri olması asıldır
denilince, insanın zatı, şu vasıf itibarıyla beridir, anlaşılır; borçlanmasıyla
zimmetine borç terettüb etti denir.
Misal: Birisi başkasının malını
telef etse, bunun mikta-rında ihtilaf edilse, söz telef edenin dediğidir. Mal
sahibi iddia ettiği ziyadeliği isbat için delil (iki şahit) getirmekle
yüküm-lüdür.
Diğer bir misal: Bir kişi,
başkasına borç para verdiğini iddia etse, davalı da bunu inkar etse, söz yemini
ile beraber davalının dediğidir. Davacının, aslın hılafını isbat etmesi gerek
lidir, yani davalının zimmetinin iddia ettiği borçla meşgul oldu-ğunu (iki
şahitle) isbat etmelidir. Eğer delili getirirse, aslın hıla fına olarak delil
mevcut olmuş olur, bu durumda onun lehine hüküm verilir.
Gasb, hırsızlık ve emanet
meselelerinde de durum aynıdır.
9. MADDE:
اَلاَصْلُ فِى الصِّفَاتِ الْعَارِضَةِ الْعَدَمُ
Arizi sıfatlarda asıl olan, yok
olduğudur.
Arizi sıfat, aslından mevcut olmayıp sonradan gelen ve hasıl
olan sıfatlardır; ticaret, ayıplı olmak, hastalık, noksan-laşmak gibi. Bunların
varlığı sonradan hasıl olduğundan, aslen mevcut olmadıklarına itibar edilir.
Meselâ: Ortaklar arasında kârın olup olmadığında ihtilaf çıksa, söz işi yürüten
ortağın dediğidir. Kârın olduğunu isbat etmek için, parayı veren orta-ğın delil
getirmesi gerekir.
Asli sıfatlar, mevsufun var olmasıyla var olan sıfatlar-dır.
Sıhhat, selamet, bekaret gibi. Bunlarda aslolan var olmala rıdır.
Mesela müşteri bir at satın alsa,
sonradan atta eskiden olan bir aybın olduğunu iddia etse, satıcı da ayıpsız
olduğunu iddia etse, söz yeminle birlikte satıcının dediğidir, zira sıhhatli
olmak asli sıfatlardandır.
Arizi sıfatlarda asıl olan o
sıfatın mevcut olmamasıdır. Amma asli sıfatlarda ise, o sıfatın mevcut olduğu
asıldır.
9. Maddenin istisnaları:
1-Bir şey hibe eden kişi
hibesinden dönmek istese, hibe edilen kişi de hibe edilen şeyin telef olduğunu
iddia etse, söz hibe edilen kişinin dediğidir, zira hibenin telefi arizi bir
sıfattır, bu da aslın hılafıdır. Aslında hibe edilen kişinin şu kaideye göre bu
iddiasını isbat etmesi gerekli olacaktı, lakin hibe edilen kişi burda, hibe
edene malı geri vermenin vacib olma-sını inkar etmektedir. Bu durum, emanet
alan kişinin haline benzemiştir.
2- Koca, hanımının malında
tasarruf etse ve onu başka-sına borç olarak verse, hanımı ölse, kadının
varisleri kocanın hanımından izinsiz olarak malında tasarruf ettiklerini iddia
etseler ve ödemesini talep etseler; koca olan kişi de hanımın izni ile tasarruf
ettiğini iddia etse, söz kocanın dediğidir, aslında tasarrufa izin arızi
sıfatlardandır, sözün (hükmün) varislerin dediği şekil de olması lazım idi.
10. MADDE:
مَا ثَبَتَ بِزَمَانٍ يُحْكَمُ بِبَقَائِهِ مَا لَمْ
يُوجَدِ الْمُزِيلُ
Bir vakitte sabit olan şeyin,
izale edeni mevcut ol-madıkça bekası ile hükmolunur.
Bir zaman evvel birisi bir şeye
malik olduğu sabit olsa, sonradan mülkiyetini gideren bir şey olmadıkça (satmak
veya hibe etmek gibi), o şeyin mülkü o kimseden yok olmaz.
Bu kaide, “Bir şeyin bulunduğu
hal üzere kalması asıldır” kaidesine mutabıktır ve onu tamamlar. Bu kaide
istis-hab ile alakalı idi, burada da istishab hükümleri cari olur.
Yani bir şeyin geçmiş zamanda
sabit olduğu belli ise, şimdiki halde de sübutuna hükmedilir, ancak hılafına
bir durum mevcut olmamalıdır. Aynı şekilde halde/filhal bir şeyin devamı sabit
olunca, o şeyin evvelde de böyle olduğuna hük-medilir. Ancak o şeyi izale eden
bir durum söz konusu olma-malıdır.
Misal: Bir şeyin mülkiyeti bir
şahıs için sabit olsa, ondan bir sebeble (satmak, hibe etmek gibi) yok olmadıkça,
o şeyin mülkiyetinin o kişide devamına hükmedilir. Eğer izale eden şey mevcut
olursa, mülkiyetin devam ettiğine hükmedilmez.
10. Maddenin istisnası:
Bir şahıs kendine nisbet edilen
bütün malların kendinin olmasını nefyetse ve onların başka bir şahsın malı
olduğunu ikrar etse, hakkında ikrar edilen şu şahıs ta, şu an ikrar edenin
elinde olan bütün malların ikrar anında kendi elinde olduğunu iddia etse, onun
ikrarı hasebince o malın kendinin olduğunu iddia etse, ikrar eden kişi de,
ikrarın hasıl olma-sından sonra o malın kendinin olduğunu iddia etse, söz ikrar
edenin dediğidir. İstishab kaidesine göre mazide malın elinde olmasıyla
hükme-dilmez. Zira aslolan zimmetin beri olmasıdır.
11. MADDE:
َاْلاَصْلُ اِضَافَةُ الْحَادِثِ اِلَى اَقْرَبِ
اَوْقَاتِهِ
Hâdis olan işte asıl, onu en
yakın vaktine izafe etmektir.
Hâdis: Mevcut olmayıp sonradan mevcut olandır. Bunun
meydana gelmesinde ve sebebinde ihtilaf edilince, eski zamana nisbeti sabit
olmazsa, en yakın vaktine izafe edilir.
Misali: Kadın kocasının kendinden
mal kaçırmak için ölüm hastalığında kendini boşadığını iddia etse, varisleri de
sıhhatinde boşadığını iddia etse, söz kadının dediğidir, zira talak işi
sonradan meydana gelen bir iştir, varlığı en yakın zamana izafe edilir ki bu da
kocanın hastalığıdır. Varisler dava ları için delil getirmedikçe kadın mirastan
hissesini alır.
Diğer bir misal: Baba, oğlunun
malını satsa, oğlan baba-sının malını kendisinin buluğundan sonra sattığını
iddia etse ve satışın geçersiz olduğunu söylese, babası satışın buluğdan sonra
olmasını inkar etse, söz oğlun dediğidir, baba davasını isbata mecbur olur.
Diğer bir misal: Hıristiyan olan
kadın, kocası olan müslü-manın ölümünden evvel kendisininde müslüman olduğunu
iddia etse ve mirastan payını talep etse, varisler de kadının kocasının
ölümünden sonra müslüman olduğunu iddia etseler, söz varislerin dediğidir, zira
kadının islama girmesi, tarih bakı-mından kocanın ölümünden sonra olmaya daha
yakındır.
11. Maddenin istisnaları:
1- Bir kişi, görevden azledilen
hakimin azledildikten sonra kendisinden haksız yere belli miktar parayı
aldığını iddia etse, hakim olan kişi de hakim olduğu zamanda aldığını ve hak
sahibine verdiğini beyan etse, alınan meblağ telef olmuş-sa söz davalı
durumundaki hakimin dediğidir, zira bu işini ödeme sorumluluğu olmadığı zamana
(hakim olduğu ana) izafe etmiştir ve zimmetinin beri olduğunu iddia etmektedir.
Kaidemize göre olayın yakın zamana izafeti gerekirken zimme tin beri olması
kaidesine göre evvelki duruma (hakim olduğu ana) itibar edildi.
2- Kişi ikrarının çocukluk
halinde olduğunu iddia etse, hakkında lehine ikrar edilen kişi de buluğundan
sonra ikrar ettiği-ni iddia etse, söz ikrar edenin dediğidir (çocuk olduğu
halde ikrar ettiğidir), zira zimmetin beri olması kaidesi bunu gerektirdi.
12. MADDE:
َاْلاَصْلُ فِى الْكَلاَمِ اَلْحَقِيقَةُ
Kelamda asıl olan hakikattır.
Mecaz mana aslın hılafı olur,
burada asıl olan tercih edilen hakiki manasıdır.
Mana: kelamdan maksud olan şeydir.
Belagat ehline göre maksud manayı
eda yolları üç kısım-dır. Hakikat, mecaz, kinaye. Usul ehline göre sadece
hakikat ve mecazdır, onlara göre kinaye bazen hakikat olur bazen de mecaz olur.
Mesela bir şahıs için Ebu İbrahim denmesi kinay-edir. Fakat bu lafız hakikidir.
Kör olan için iki gözlü demek mecaz yerinde kullanılan kinayedir.
Hakikat: Lafzın vaz edildiği manada kullanılmasıdır. Aslan
kelimesinin bilinen vahşi hayvan da kullanılması gibi.
Mecaz: Lafzın vaz edildiğinin gayrısında, bir alaka ve
münasebetten dolayı kullanılmasıdır. Bu alaka, o lafzın haki-kat manasında kullanımını
men etmektedir. Bu durumda o lafız mecaz olarak kullanılmıştır.
Mesela: -bir aslan gördüm ki
hamamda yıkanıyor- sözünde, şecaatli bir kişiyi hamamda yıkanırken gördüğü anla
şılır. Zira -hamamda yıkanma- lafzı, görülenin insan olduğu-nu, vahşi hayvan
olan aslan olmadığını bildiren bir karinedir. Şecaat ve cesaret, aslan ile o
kişi arasında münasib olan ala-kadır.
Lafzı hakiki manasında kullanmak
mümkün oldukça, mecaza gidilmez. Zira hakiki mana asıldır, mecaz bedeldir.
Misal: Bir şahıs “Malımı evlatlarıma
vakfettim” derse, o kişinin evlatları ve evlatlarının evlatları var ise, şu
vakfetme sözü kendi öz evlatlarına sarfedilir. Torunları olanlar, vakfın
gelirinden istifade edemezler. Öz evlatları ölse, vakfın geliri torunlarına
sarfedilmez, belki fakirlere sarfedilir.
Bir lafızdan aynı anda hakikat ve
mecaz manası kasde-dilmez.
Mesela: Birisi başkasına -aslan
öldürme- dese, bu söz-den vahşi hayvan olan aslan ve cesaretli insan manası
kasdedilmez.
Bir lafızdan, hakikat ve mecaz
manaya şamil bir mana anlaşılırsa buna umumu-l mecaz denir.
Umumu-l mecaz: Lafzı, hakiki ve mecazi manalara şamil olan külli
bir manada kullanmaktır.
Bunun misali: Bir kişi “Malımı
nesil nesil evlatlarıma vak-fettim” dese, bu sözü, hakikaten kendi evlatlarına
ve mecazen evlatlarının evlatları olan torunlarına da şamil olur.
Başka bir misal: Bir kişi başkası
için ağaçlarındaki meyve leri vasıyyet etse, bu vasıyyeti o senedeki meyvalara
sarfe-dilir, ilerki senenin meyvaları bu vasıyyete dahil olmaz, zira hakiki
manası hasıldır. Ancak vasıyyet eden sözüne ebedi veya devamlı olarak bir kayıt
ilave etmişse, o zaman vasıyyeti umumul mecaz kabilinden, o seneki ve diğer
senelerdeki meyveleri de içine alır.
Başka bir misal: Bir şahıs, “Şu
ev Zeyd’indir” dese, bu sözü o hanenin Zeyd’in mülkü olduğunu ikrar olur.
Artık, ben bundan orada oturması yerleşmesi manasını kasdettim deme-sine
bakılmaz. Zira hakiki mana varken mecaza gidilmez.
13. MADDE:
لاَ عِبْرَةَ لِلدَّلاَلَةِ فِى مُقَابَلَةِ
التَّصْرِيحِ
Sarih (açık olan) karşısında
delalete itibar edilmez.
Yani sarih olan ile delalet eden
çakıştığı zaman sarih olan alınır, zira sarih kuvvetlidir delalet eden
zayıftır.
Sarih lafzın tarifi: Usul
alimlerine göre sarih, kendinden murad olanın açık, beyan edilmiş, tam ve
alışılmış olmasıdır. Mesela bir kişiye halin delaleti ile bir işe izin verilmiş
olsa, sonra açık bir ifade ile o işten men edilse artık delalete itibar kalmaz.
Mesela: Bir şahıs, başkasının
evine girse ve orda masa üzerinde su dolu bardak bulsa, su içerken bardak düşüp
kırılsa, ödeme sorumluluğu olmaz, zira halin delaletiyle o bardaktan su
içmesine izin verilmişti. Ama ev sahibi o kişiyi o bardaktan su içmekten men
etmiş olsaydı ve o kişide dinle-meyip su içerken bardak kırılsaydı bu durumda
ödemesi gere-kir, zira sarih men etmesi delaleten olan izni iptal etmiştir.
Diğer bir misal: Bir kişi
başkasına bir mal hibe etse, diğeri de bunu kabul etse, hibe aktinin hasıl
olmasıyla o kişinin malı teslim almasına delaleten izin verilmiş oldu; eğer
teslim alırsa hibe işlemi tamam olur. Eğer hibe eden kişi, hibeyi teslim
alma-dan evvel hibe edilen kişiyi teslim almasından men etse, delaletin hükmü
düşer ve hibe batıl olur. Şayet malı teslim alsa, gasb etmiş olur.
DELALET 2 KISIMDIR
1. LAFZÎ 2. GAYRİ LAFZÎ
LAFZÎ DELALET
a: Vazî
Lafızlar hangi şeye konulmuşsa,
ona delalet etmesi.
b: Aklî
Duvar ötesinden konuşanın
sözünün, orada bir kişinin varlığına delaleti.
c: Tabii
Göğüs ağrısı olan kişinin –öhh-
öhh- demesi.
GAYRİ LAFZÎ DELALET
a: Vazî
Devallü erbaa: Bağlar/düğümler,
çizgiler, dikilen levhalar, işaretler.
b: Aklî
Alemin, yaratıcısının varlığına
delalet etmesi.
C: Tabii
Utanmaktan dolayı yüzün
kızarması.
Bu izahattan sonra deriz ki: şu
zikrettiğimiz kaidenin konu-su olan delalet bahsettiğimiz altı kısımdan sadece
üç tanesidir ki; a: lafzinin tabii kısmı, b: gayri lafzinin vazi ve c: tabii
olan kısımlarıdır.
Misalleri: a: Fuzuli kimsenin
nikah aktiyle evlenen kişinin tebrikleri kabul etmesi, akti tabii olarak
kabullendiğine icazet olur. Ancak kutlamalardan evvel red ederse, bu sarih olur
ki o zaman akit red olur.
b: Bir kimsenin arazisine çekilen
çitler ve tel örgüler, diğer kimsenin arazisinin sınırına dikilmiştir ki,
araziye girme-ye ve girmemeye delalet etmesi içindir. Ancak sarahat bulu-nursa
delalet lağv olur.
c: Bakire kızın babası tarafından
evlendirildiği haberi kendisine ulaşınca alay olmaksızın gülmesi, akte icabet
ettiği-ne delalettir. Ancak, evvelinde bir sarahat varsa, delalete gerek
kalmaz.
Sarihin, delalete tercihi nasıl
olur?
Sarih ile delalet arasındaki
çakışma (taarruz), delalet üzerine hükmün terettüb etmesinden evvel hasıl olur.
Eğer delalet üzerine hüküm terettüb ederse, artık sarihe itibar edilmez.
Misali: Birisi, diğerine “Şu
atımı sana sattım” dese, diğe-rinin kabul edip her hangi bir şeyle meşgul
olmadan hemen “satın aldım” demesi gerekir. İcab yapıldıktan sonra diğeri kabul
etmeyip vaz geçtiğine delalet eden başka bir işle meşgul olsa, yapılan icab
batıl olur. Bundan sonra muhatab olan (ikinci kişi), kabul etse satış akti
hasıl olmaz. Kabul sözü açık olduğu halde, satış aktinin tamam olmaması,
satıcının yaptığı icabtan delalet yoluyla yüz çevirmesiyle (icab) iptal
olmuştu, daha sonra sarih olan –kabul- sözü yeni bir akti isbat edemez.
Mesela: Birisi, başkasının malını
izinsiz (fuzuli) olarak başkasına satsa, mal sahibi olan kişi de müşteriden
ücreti iste-se, bu durum satış muamelesine izin sayılır. Daha sonra açıkça
satışa izin vermediğini söylemesine itibar edilmez, zira delaleten satışa izin
vermişti.
Sarih, delalete karşı tercih
edildiği gibi, örf ve adet olana karşı da tercih edilir, zira örf ve adetler de
delalet kabilin-dendir.
Misali: İki kişi arasında cereyan
eden satış aktinde konu-şulan ücret hangi neviden olursa, akit onun üzerine
cari olur, halk arasında tatbik edilene bakılmaz. Mesela -yüz dolar- denmişse,
memlekette cari olan –yüz tl- vermesi gerekmez.
Amma ücretin nevisi beyan
edilmeyip sadece -yüz- den-mişse, o zaman örfte en geçerli olan para (tl)
verilir.
İSTİSNA:
Bir kimse satınaldığı malda bir
ayıp bulsa, sonra bu ayıbına razı olduğuna delalet edecek şekilde malı
kullansa, fakat kendisi açıkça ayıba razı olmadığını söylese, bu sara-hatine
bakılmaz ve bey geçerli olur. Zira geri vermeye mani olan bir istifade mevcut
oldu.
14. MADDE:
لاَ مَسَاغَ ِللاِجْتِهَادِ فِى مَوْرِدِ النَّصِّ
Nassın geldiği yerde ictihada
cevaz yoktur.
Şeriatın, kendisi hakkında hüküm
beyan ettiği meselede ictihad geçerli olmaz. Zira ictihadın cevazı, hakkında
nass (şer’i delil) olmayan meselelerdedir.
İctihad: Şer’i ve fer’i delilden hükmü çıkartmak için taka
tı ve kuvveti sarf etmektir, şöyleki bu gayretinden daha faz-lasını sarfetmek
mümkün olamaz.
Nass: Kur’anı Kerim ve Hadisi Şeriflerdir.
Misal: Hadisi şerif açıkça beyan ettiki “Delil iddia
eden üzerine, yemin inkar eden üzerine gereklidir”
Bu nass bulunduktan sonra, hiçbir
müctehidin bunun hılafı-na hükmetmesi caiz olmaz. Yani delili inkar edenden
dinleyelim, yemini iddia eden yapsın diyemez. Aynı şekilde Kur’anda, “Allah
bey’i helal etti” ayeti geldikten sonra hiçbir müctehidin, “Bey’ helal mi
yoksa haram mı” diye ictihad etmesi caiz olmaz.
15. MADDE:
مَا ثَبَتَ عَلَى خِلاَفِ الْقِيَاسِ فَغَيْرُهُ لاَ
يُقَاسُ عَلَيْهِ
Kıyasın hılafı üzere sabit olana,
başka şey kıyas edile-mez.
Başka bir ifadeyle “Kıyasın
hılafına gelen nass, varid olduğu şey üzerine ait bırakılır” şeklindedir.
Hakkında nass gelen şeye “asıl,
müşebbehun bih veya makisun aleyh” denir, diğerine “fer’, makis ve
müşebbeh” denir.
Kıyas: Makis ve makisun aleyh arasındaki illet
benzer-liğinin bulunmasına dayanarak, aslın hükmünü fer’i olanda isbat etmeye
denir.
Kıyasın keyfiyeti: Kur’anı Kerim “Hırsız olan erkek ve kadının
ellerini kesin” buyurmaktadır. Birisi, başkasın-dan bir malı kapıp kaçsa,
başka biri de kabirden kefen soyup alsa. Kapkaç (veya yankesici) olan
başkasının korunmuş malını aldığı için eli kesilir, zira onun işinin hükmü
hırsızın işine uymaktadır, illetleri aynıdır. Kefen soyan da ise, illet mevcut
değildir, zira gizlice alsa bile kefen, ölü tarafından korunmuş bir mal
değildir, bu yüzden kefen soyanın eli, hırsızda olduğu gibi kesilmez.
Kıyasın hılafına olup üzerine
başkasının kıyas edilmediği hususa misal: Sanaatkarın yapacağı mamulü, yapmadan
evvel satması kıyasın hılafına olarak sabittir, zira mevcut olmayan şeyin
satılması batıldır. Buna kıyasla sanaatkarın aldığı siparişi yapmadan evvel
satması da batıl olması gerekir-di, lâkin kıyasa muhalif olarak icma ve örf ile
buna cevaz veril miştir. Fakat başka bir şeyi buna kıyas etmek caiz değildir.
Aynı şekilde selem satışı da
kıyasın hılafına olarak caiz-dir, buna ve sanaatkarın işine kıyasla ağacın
meyvesini, daha meydana çıkmadan evvel satmak caiz değildir.
Mesela kiralayan ve kiraya veren
arasında kira bedeli hakkında ihtilaf çıksa, aralarında hüküm vermek için, alış
veriş muamelelerinde olduğu gibi her ikisine de yemin yaptırılmaz, belki söz
yemini ile birlikte kiralayanın dediğidir. Yani bu mesele bey’a kıyas edilmez.
16. MADDE:
َاْلاِجْتِهَادُ لاَ يُنْقَضُ بِمِثْلِهِ
İctihad, misli ile bozulmaz.
Müctehidin biri şeri’ bir
meselede ictihad edip onun hük-münce amel edince, sonra kendisi için başka bir
görüş zahir olsa, ikinci ictihadı, evvelki ictihadının hükmünü bozmaz. Aynı
şekilde bir müctehidin hükmü üzerine başka bir müctehid başka bir şekilde hüküm
verse, evvelki müctehidin ictihadı üzere dayanan hüküm bozulmaz.
Müctehidlerin bazı şartları var ki, usul kitablarında zikredilmiştir. Alim
için, şartlarına haiz olmadıkça müctehid denmez. Bununla beraber sonra gelen
alimler, hükümlerin dağınık olmasından korktukları için ictihad kapısının
kapan-dığına hükmetmişlerdir. Hemde mevcut olan dört mezheb hakkında yeterli
olan hükümler söylenmiştir. Ancak şiadan olan bazılarına göre ictihad kapısı
kapanmamıştır ve kendile-rinde her an müctehidin bulunduğunu iddia ederler.
İran ve ırak bölgesinde bu hal mevcuttur.
Müctehidin hükmünün, evvelki
ictihadın hükmünü boza-mamasının sebebi, bir ictihad için diğeri üzerine tercih
sebebi bulunmamasıdır. Hem de ikinci ictihad, evvelkiden daha isabetlidir demek
te mümkün değildir. Zira ictihad, zannı gali-bin hasıl olmasından ibaret olup
kendinde hataya da ihtimal mevcuttur. Bütün ictihadların isabetli olması caiz
olduğu gibi, aynı şekilde hatalı olmaları da caizdir.
Mesela Ebu Bekir Sıddık radıyellahu
anhu tarafından yapı lan bazı ictihadlarda, o mecliste Ömer radıyallahu anhu
oldu-ğu halde ve görüşü de Ebu Bekir’e (radıyellahu anhu) muhalif olduğu halde,
yerine halife olduğu zamanda onun ictihadların-dan bir şeyi nakzetmiş (bozmuş)
değildir.
Aynı şekilde bir hakimin, evvelki
hükmünün hılafına ola-rak ikinci bir mes’elede başka bir hüküm vermesi de caiz
olup bu ikinci hükmü, evvelki hükmünü iptal etmez.
Ancak bu kaideden bir mes’ele
müstesnadır:
Umuma ait bir meselede, umum
hakkında maslahat varsa, evvelki ictihad, umumun menfaatine olarak ikinci bir
ictihad ile bozulur.
17. MADDE:
اَلْمَشَقَّةُ تَجْلِبُ التَّيْسِيرَ
Meşakkat kolaylığı celbeder.
Bir şeyde mevcut olan meşakkat ve
zorluk, o şeyin kolay laştırılmasına ve hafifletilmesine sebeb olur. Darlık
vaktinde genişlik gerekir.
Şeriatta cevaz verilen
kolaylıklar karz, havale, hacr, vasıyyet, selem, ikale, bey’, rehin, ibra,
şirket, sulh, vekalet, icare, müzaraat, musakat, mudarebe ortaklığı, ariye,
vedia, gibi muamelelerde caridir. Bunlardaki zorluğun kaldırılması ve
hafifliğin celb edilmesine ruhsat denir.
Kolaylığı celb eden meşakkatten
murad, kendisinden şer’i tekliflerin ayrıldığı meşakkatlerdir. Fakat
kendisinden şer’i tekliflerin ayrılmadığı meşakkatlere gelince; cihad,
hadle-rin elemi ve zina edilenin recmedilmesi gibi; bunlarda bir tah-fiflik ve
kolaylık söz konusu değildir.
Ruhsat: Haram eden delil mevcut olmakla birlikte, bir özre
dayanarak meşruiyyeti sabit olan hükümlerdir.
Misal: Selem satışı, yok olan bir
şeyin satışıdır, yok olan şeyin satılması batıl olduğundan selem satışının caiz
olmaması gerekirdi; ancak insanların mahsullerin hasıl olmasından evvel (ziraat
yapmak için) peşin paraya ihtiyaçları olduğundan insanlara kolaylık ve hafiflik
olması için şu selem satışına cevaz verildi.
Aynı şekilde müşteriye, aldanmak
ve yanılmaktan korun-ması için muhayyerlik hakkı verildi. Erkeklerin muttali
olamıyacağı işlerde sadece kadınların şahit olmalarına da cevaz verildi.
Satışlarda, icare akitlerinde, hibelerde, mal karşı lığında ikrar etmekte,
borcu ertelemekte zorla ve mecburen yaptırılmaları durumunda (bu gibi akitler)
geçersiz sayıldı.
Aynı sebeblerle (kolaylık ve
hafiflilk için) vekaletle evlen-mek, talak verip hanımı boşamak, vasıyyet
etmek, müşterinin aldanmaktan korunması için şart muhayyerliği gibi hususlara
ruhsat verildi.
Netice olarak deriz ki meşakkat,
hakkında nass yok ise kolaylığı gerektirir, eğer nass var ise, kolaylık ve
genişlik iddiasıyla o nassın hılafına amel etmek caiz olmaz.
18. MADDE:
َاْلاَمْرُ اِذَا ضَاقَ اِتَّسَعَ
İş daralınca, genişlendirilir.
Hamevinin beyanına göre bu
kaideyi vaz’ eden İmam Şafiidir. (Rahmetullahi aleyhi) Hamevi der ki bu kaide,
evvelki kaidenin manasındadır.
Genişlendirmek: Daraltmanın
zıttıdır. bu kaideden anlaşı lan, bir işte darlık ve meşakkat görülünce, o
darlığı açmak için ruhsat gerekli olur. Meşakkati kaldırmak için, caiz olmayan
şeyler kıyasen caiz olmaya dönüşür.
Misal: Bir çocuk başkasının
malını telef etse, onun malın-dan ödenmesi gerekir, malı yoksa büyüyüp mal
kazanıncaya kadar ödeme işi ertelenir, velisinin malından ödettirilme
yapıl-maz.
Hemen borcunu ödemeye kadir
olmayan kimseye, borcu nu ödeyecek zamana kadar müsaade yapılır.
Eşbah ve Nazair adlı eserde bu
kaide, “Bir iş daralınca genişler, genişleyince de daralır” diye yazılıdır.
19. MADDE:
لاَ ضَرَرَ وَ لاَ ضِرَارَ
Zarar vermek ve zarara zararla
karşılık vermek yoktur.
Bu kaide iki hükme şamildir;
Birinci hüküm: Başlangıçta zarar vermek caiz olmaz, yani bir
kimsenin başkasının nefsine ve malına zarar vermesi caiz olmaz, zira zarar
zulümdür, zulüm her dinde yasaktır, semavi bütün kitablar zulmü men etmiştir.
Misali: Bir kimsenin başkasına
ait yoldan (evine) geçiş hakkı olsa, o kişinin yolu engellenmez.
Aynı şekilde ayıplı bir malı
satan kişi, müşteriye maldaki ayıbı söylemeden satamaz, zira satılan maldaki
ayıbı gizlemek müşteriye zarar vermektir.
Bir belde halkı, başka birinin,
kendi beldelerinde yerleş-me hakkını men edemezler, bu, o kişiye zarar vermek
olur, bu da men edilmiştir.
Mesela avcılık mubah bir iştir,
ancak avcılık, hayvanatın tükenmesini, insanlara korku ve sıkıntı olmasını icab
ettirirse avcılıktan men edilir.
Kişi kendi binasına pencere açma
hakkına sahibtir, ancak açılan pencere yan komşunun mahrem bölgesini görecek
şekilde olursa bu durum komşuya zarar vermek olacağından men edilir.
İkinci hüküm: Zarara misli gibi bir zararla mukabele etmek caiz
değildir. Kendisine zarar verilen şahsın, zarar veren kişiye zarar vermesi caiz
olmaz, belki hakime müraca-atla zararını izale etmesi gerekir.
Mesela: Birisi üzüm bağını telef
etse, bağı telef olan kişinin diğerinin üzüm bağını telef etmesi caiz olmaz,
belki mahkemeye müracaatla zararı ödettirmesi gerekir. Eğer böyle yapmayıp
ötekinin bağını telef ederse, her ikisinin diğerine verdiği zararı karşılıklı
ödemeleri gerekir.
Aynı şekilde birinden geçersiz
bir parayı alan kişi, onu başkasına veremez.
[1] (Tafsilatlı bilgi, fıkıh
kitablarının mefkud/yitik kişi bahsindedir.)
[2] Zira malı teslim alan
müşterinin ücreti vermesi gereklidir.
————————————————————————————————————————-
20. MADDE:
اَلضَّرَرُ يُزَالُ
Zarar izale edilir.
Zarar zulümdür, aldatmadır, vacib
olan giderilmesidir. Zalimi, zulmü üzere yerleştirmek haramdır ve men
edilmiştir.
Tayin, görmek ve aldanma
muhayyerliğine cevaz veril-mesi, şart muhayyerliği ile mebinin geri verilmesi,
hacr, şuf’a, telef edilen malın ödettirilmesi, ortak malların taksim
edilme-sine zorlama gibi hususlar da zararı izale etme kaidesine dayanır.
Ayıp muhayyerliği, malı ayıpsız
olduğunu zannederek alan müşterinin zararını izale etmek için meşru’
edilmiştir.
Şuf’a hakkı, kötü komşunun
zararını men etmek için meş ru’ edilmiştir. Aynı şekilde komşunun arsasındaki
ağaç büyümekle dalları yan komşuya zarar verirse, zararı gidermek için ağacın
dallarının kesilmesi gerekir.
21. MADDE:
اَلضَّرُورَاتُ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ
Zaruretler, yasak olan şeyleri
muhab kılar.
Yapılması dinen yasak olan bazı
şeyler var ki, bunları işle mek, zaruret anında mubah olur.
Zaruret: yasak olan şeyin yapılması, kendisi sebebiyle caiz
olan şeydir.
Mubah: Şari’ katında terki ve yapılması caiz olan şeydir.
Burada mubah ile kasdedilen, kendisinde sorumluluk olmayan şeydir. Zaruret
sebebiyle yasak olan şeyin yapılmasına izin vermek, usul ilminde ruhsat diye
isimlendirilir. Özre binaen yapılmasına izin verilmişti. Haramlılık hükmü
durmakla birlikte işin yapılması mubah olur.
Misal: Birisinin zorlamasıyla bir
kimse başkasının malını telef etse, o malı telef etmekteki haramlılık kalkmış
olmaz, bununla beraber zorla telef eden kişi sorumlu tutulmaz. (Zorlamayı yapan
kişi zararı öder.)
Zira buradaki ruhsat imamların
icmasıyla sabittir.
Misal: Birinin, açlıktan telef
olma anında, başkasının malı nı izinsiz alıp yemesi caizdir, ancak teleften
kutulduktan sonra malın değerini öder veya mal sahibini razı eder. Veya üzerine
saldıran bir hayvanı, kendini kurtarmak için öldürmesi caizdir.
Her çeşit zaruret yasak olan
şeyin yapılmasını mubah et-mez, belki yasak olan şey zaruri olandan düşük
seviyede olma lıdır. Mesela: Bir kişi, başkasını öldürmekle tehdit edip
“falan-cıyı öldür veya uzvunu kes” gibi bir şeye zorlasa, zorlanan kişinin bunu
yapması mubah olmaz, zira yasak olan şey burda zorlanan gibidir, hatta daha
ağırdır. Yani tehditle zorlananın ölmesi daha hafif zarardır. Eğer burda
zorlanan kişi, diğerini öldürürse, kendisi katil hükmünde olur.
Bazı şeyler de varki zaruret
halinde yasaklığı kalkar. Aç-lıktan telef olma anında ölü etini yemek, hınzır
etini yemek, şarap içmek gibi.
22. MADDE:
ماَ اُبِيحَ لِلضَّرُورَةِ يُتَقَدَّرُ بِقَدَرِهَا
Zarureten mubah olan şey, zaruret
miktarınca takdir edilir.
Zaruret için mubah olan şey,
zarureti izale edecek mik-tarla kifayet edilir, zaruretin definden fazlasına
cevaz veril-mez.
Misal: Açlıktan helak olma
tehlikesinde olan kişi için, başkasının malından açlığını def edecek miktarı alması
caiz olur, fazlasını alamaz.
Satın alınan şeyin tayininde iki
veya üç şeye müsaade edi-lir fazlasına değil. Zira buradaki zaruret üç şeyle
def edilir. [1]
Aynı şekilde bir kimsenin
binasına açtığı pencere, komşu sunun hanımını (mahrem bölgeyi) görecek bir
halde ise buna cevaz verilmez.
Zaruret ile ihtiyaç arasında fark
vardır, zarurette şer’an yasak olan şeyi kullanmaya mecbur kalınır ve bu yüzden
mubah olur. İhtiyaç böyle değildir, daha hafif meşakkatli olur, yolcu olan
kimsenin, yolculuğun sıkıntılarına katlanabilmesi için, orucunu tutmamasına
ruhsat verilmesi gibi.
23. MADDE:
مَا جَازَ لِعُذْرٍ بَطَلَ بِزَوَالِهِ
Bir özürle caiz olan şey, onun
zevali ile batıl olur.
Su olmayınca teyemmüm gerekirdi,
suyu bulunca teyem müm batıl olur. Zaruretin yok olmasıyla verilen cevaz sona
erer.
Misal: Asıl şahitlerin hasta
olması veya çok uzakta olmaları sebebiyle fer’ olan şahitlerin şahitliği
caizdir. Asıl şahitler hastalıktan kurtulsa veya uzaktan dönüp gelseler, fer’
olan şahitlerin şahitliği artık caiz olmaz.
Bir yeri kiralayan kişi,
kiralanan şeyde yeni bir ayıp bulursa kira aktini fesh edebilir; ancak kiraya
veren mal sahi-bi, fesh edilmeden evvel ayıbı izale ederse, kiracının fesh
etmesine imkan kalmaz. Aynı şekilde kişi kiraladığı mahalde, mal sahibinin bazı
eşyaları olsa ve orayı işgal etse, kiracı fesh etme hakkına sahibtir veya
dilerse öylece devam edebilir; ancak mal sahibi fesihten evvel eşyasını alıp
mahalli boşaltırsa kiracının fesh etmeye hakkı kalmaz, zira özür kalkmıştır.
Çocuk, deli ve bunak kimselerin
alış-veriş gibi bazı tasar-rufları men edilmiştir; ancak bu kusurlu halden
kurtulurlarsa, tasarrufları serbest olur.
24. MADDE:
اِذَا زَالَ الْمَانِعُ عَادَ الْمَمْنُوعُ
Mani kalkınca, yasaklık geri
gelir.
Bir şey caiz ve meşru’ iken
üzerine arız olan bir sebeble yasak olsa, sonradan bu yasaklayıcı engel ortadan
kalksa, o işin cevazı ve meşru’luğu geri gelir.
Misal: Birisi bir şey satın alsa
ve onda yeni bir ayıp ortaya çıksa, müşteri o şeyde bulunan eski bir ayba
muttali olsa, bu durumda müşterinin malı geri verme hakkı olmaz, belki
satıcıdan ücreti noksanlaştıran miktarı taleb etme hakkı vardır. Eğer yeni olan
ayıb yok olsa, müşteri satıcıdan aldığı noksanlık farkını iade ile, malı -eski
ayıb sebebiyle- geri ver-me hakkına sahib olur. Zira geri vermeye mani olan
yeni ayıp yok oldu.
Kör ve çocuk, bir hükümde
şahitlik yapsalar ve şahit-likleri bu sebebler yüzünden red edilse, çocuk
buluğa erdikten sonra ve kör görür olduktan sonra şahitlik etseler şehadetleri
kabul edilir, zira mani yok olmuştur.
Birisi, görme muhayyerliği ile
bir at satın alsa, at yanında doğursa, müşteri atta bulduğu bir ayıp sebebiyle
atı geri veremez, zira doğurmakla mebide fazlalık hasıl oldu; amma yavrusu
ölse, mani yok olduğundan müşteri ayıp sebebiyle atı geri verebilir.
Müşteri kiraladığı araziye ağaç
dikse veya bina yapsa, satıcının satış muamelesini fesh etme hakkı yoktur.
Ancak ağaçlar ve bina bir âfetle sökülse veya müşteri kendisi sökse, bu durumda
satıcı -satışta bir fesad olduğunu iddia ederek- fesh etme hakkına sahib olur.
Zorlama ile yapılan satışlar
geçerli değildir, zira burada zorlanan kimsenin malı korunmaktadır. Ancak
zorlama kalktık tan sonra zorlanan kişi kendi isteği ile satışa izin verirse
geçer li olur.
Tenakuz durumunda dava dinlenmez.
Ancak hasım dava cıyı tasdik ederse veya hakimin tekzibi ile tenakuz kalksa,
ikin ci dava dinlenir.
25. MADDE:
اَلضَّرَرُ لاَ يُزَالُ بِمِثْلِهِ
Zarar misli ile izale edilmez.
Misli veya daha fazlasıyla izale
edilemez, bu durumda zarar başkasına zarar vermemek şartıyla giderilmeye
çalışılır, bu da mümkün olmaz-sa daha az bir zararla def edilir.
Misal: Bir çarşıda dükkan açan
birisi müşterileri celb etmekle (işlerinin iyi olmasıyla) diğer esnafın
müşterisi azalsa, diğer esnaf bu yeni tüccarın işini engelleyemezler, zira ona verilecek
zarar, kendilerinin zararı gibidir.
Malların ortak olması bir
zarardır, bu yüzden hakim zorla taksim edilmesine hükmeder. Ancak ortak olan
mallar han, değirmen gibi, taksimi diğer ortaklara zarar veren bir şey ise,
hakim taksime zorlayamaz. Zira burdaki zarar diğeri gibidir.
Helak olmak üzere olan kişi,
başkasından helakini def edecek miktar şeyi zorla alabilir. Ancak diğeri de
kendisi gibi helak olmak üzere ise, onun elinden ihtiyacı olan şeyi alamaz.
26. MADDE:
يُتَحَمَّلُ
اَلضَّرَرُ الْخَاصُّ لِدَفْعِ ضَرَرٍ عَامٍّ
Umuma zarar veren şeyi def için,
hususi zarar ter-cih edilir.
Bilgisiz doktor, fasık müfti[2],
iflas etmiş tüccar ve sanaat-kar gibilerinde umuma zarar vardır. Bunlar kendi
hallerine meslekleri üzere bırakılsalar, pek çok kimseye zarar verecek-lerinden
mesleklerinden men edilirler.
Yangın önünde olan evlerin,
yangını durdurmak için yıkıl-maları caizdir. Aynı şekilde yola doğru meyletmiş
duvar veya bina, yoldan geçen lere zarar vermemesi için yıktırılır.
Tüccarın fahiş fiyat koymaları
durumunda yetkililerin yiyecek maddelerinin ücretini sınırlandırması (narh
koyması) caizdir, aksi halde umuma zarar olur.
Dumanı veya kokusu ile diğer
esnafa zarar veren işlet-melerin açılmasına mani olunur.
27. MADDE:
اَلضَّرَرُ اْلاَشَدُّ يُزَالُ بِالضَّرَرِ اْلاَخَفِّ
Şiddetli zarar, daha hafifi ile
izale edilir.
Zararın, daha hafifi ile defi
caizdir. Kendi gibisi veya daha fazlasıyla defi caiz olmaz.
Misal: Satınaldığı arsaya müşteri
bina yapsa, daha sonra şuf’a hakkıyla müşteri arsayı geri vermeye mecbur olsa
bakılır; binayı sökmesi müşteriye zarar vermekte; arsayı bina ile birlikte
almak, şuf’a hakkı olan için fazla ücret ödemeyi gerektirmektedir. Bu iki
zarardan hafifi, binayı sökmeden, arsayı şuf’a hakkı olan kişinin ücretle
almasıdır, zira verdiği ücret fazla olsa da, karşılığında bina vardır. Bina
sökülürse, müşterinin zararı daha fazla olacaktır.
Mesela: Beşyüz liralık at başını,
ikiyüz liralık bir küpün içine soksa, küp kırılmaksızın başını çıkartmak mümkün
olma-sa, küpün ücreti sahibine verilerek kırılır ve atın başı zararsız olarak
kurtarılır.
Tavuk birinin küpesini yutsa,
küpe sahibi tavuğun kıyme tini verir ve onu keserek küpeyi çıkartır. Zira
küpenin kıymeti tavuktan daha fazladır. Eğer tavuğun kıymeti fazla olsa, bu
durumda tavuğun sahibi küpenin kıymetini verir, tavuğu kestirmez.
28. MADDE:
اِذَا تَعَارَضَ مَفْسَدَتَانِ رُوعِىَ اَعْظَمُهُمَا
ضَّرَرًا بِارْتِكَابِ اَخَفِّهِمَا
İki fesat tearuz edince
(çakışınca), hafif olanı işlenmekle zarar bakımından büyüğüne riayet edilir.
Zaruretler, yasak olan şeyleri
mubah etmektedir. Bir takım zararlı şeyler bulunsa, gerekli olan zararlı bir
şey olsa, burada hafif ve düşük zararlı olan ihtiyar edilir. Fakat zarar-ların
hepsi eşit ise, tayin olmaksızın biri işlenilir.
Misal: Bir kimse gemiye binse,
gemide yangın çıksa, kişi orada kalıp yanmak veya denize atlayıp boğulmak
arasında muhayyerdir, yani her iki halde intihar etmiş ve günah kazan-mış
değildir.
Eğer gemide su alma tehlikesi
olsa, eşyanın bazısı deni-ze atılmakla gemi kurtulacaksa, bazı eşyalar denize
atılır.
29. MADDE:
يُخْتَارُ اَهْوَنُ الشَّرَّيْنِ
İki şerrin en hafifi tercih
edilir.
İki şerden birini işlemeye mecbur
kalan kişi ehven olanını tercih eder, zira onunla zaruret def olunur.
Bu kaide evvelki (28.) kaide ile
aynı hususları ihtiva eder.
30. MADDE:
دَرْءُ الْمَفَاسِدِ اَوْلَى مِنْ جَلْبِ الْمَنَافِعِ
Fesadı def etmek, menfaati celb
etmekten daha evladır.
Fesad ile maslahat çakışsa,
fesadı def etmek tercih edilir. Bir işe başlamakla bir takım menfaatler hasıl
eden kişi, başka bir taraftan diğer kimselere gelecek zararlara sebeb olursa,
yapacağı işine mani olunur. Zira şeriatın yasaklara gösterdiği itina, emirlere
gösterdiğinden daha fazladır.
Misal: Kişinin kendi mülkünde
olan bir tasarrufu, komşu-lara zarar verirse bundan men edilir. Ancak menfaat
daha fazla ise tercih edilir, az bir zarara bakılmaz.
Misali: Yalan konuşmak fesad/kötü
bir iştir, ancak bunun la iki kişinin arasını ıslah murad edilirse, ihtiyaç
miktarınca olması caiz olur. Aynı şekilde zorba biri, birinin yanında olan
emanet bir eşyayı gasb etmek istese, emanet yanında olan kişi yanında emanet
olmadığını söylemekle (yalan söylemek-le), emaneti muhafaza edebilir.
31. MADDE:
اَلضَّرَرُ يُدْفَعُ بِقَدَرِ اْلاِمْكَانِ
Zarar imkan miktarıyla def
edilir.
Yanına hırsız girse, onu sopa ile
def etmek mümkün ise, silahla def etmesi caiz olmaz.
Birisi başkasının malını gasb
etse ve onu helak etse, helak olan o malın aynının geri verilmesi imkansız
olunca, mis liyyattan ise gasb eden onun gibisini öder, kıyemiyyattan ise
değerini öder.
Müşterinin yanında mebide yeni
bir ayıp meydana çıksa, daha evvel olmuş bir ayıba da müşteri muttali olsa,
yeni ayıp sebebiyle müşteri satıcıya veremez, zararı mümkün mertebe giderilir,
yani müşteri ayıbın noksanlaştırdığı miktarı satıcıdan taleb eder.
Binayı kiralayan kiracı binaya
zarar verise, hakimin emri ile icare akti fesh edilir.
32. MADDE:
اَلْحَاجَةُ تُنَزَّلُ مَنْزِلَةَ الضَّرُورَةِ عَامَّةً
اَوْ خَاصَّةً
Hacet, umumi olsun veya hususi
olsun, zaruret derecesine indirilir.
Bey’ bil vefa bu kabildendir.
Buhara ehlinin borçları çoğa lınca, bu satış nevisine ihtiyaç duyuldu. Bundan
anlaşıldı ki bey’ bil vefa yasak idi, zarurete binaen cevaz verildi. Zira borç
verenin verdiğinden fazlasını alması faizdir ve şer’an yasaktır. Bey’i vefa da,
bu kabilden olduğundan asla caiz değildir, lakin şu kaide gereğince fakihler
Buhara ehli için buna fetva vermiş lerdir.
Bey’ bil vefa: Bir malı, ücretini geri verdiğinde malı geri almak
üzere başkasına satmaktır. Satan, ücreti geri verince, müşteri de malı satana
geri verir. Burda müşteri mebi’ ile menfaatlenir. Ama her iki tarafta feshe
kadir olduğundan fasit bir alış-veriştir. Müşteri aldığı malı başkasına
satamadığı için de bu, rehin hükmündedir.
Selem satışı, ıstısna’ satışı
(sanatkarların sıpariş yapma-sı) da bu (32.) kaideye göre caizdir. Selem
satışı, yok olan bir şeyin satışıdır ki bu kıyasen batıldır; ancak selem ve
ıstısna’ satışlarına umumi ihtiyaç ve zaruretten dolayı cevaz verilmiş-tir.
Zira çiftçilerin ekserisi, senenin ekser günlerinde, daha mahsulleri hasat
edilmeden evvel nakit paraya ihtiyaç duyar-lar. Bu ihtiyaçlarını def etmek için
selem satışına cevaz veril-miştir.
Aynı şekilde hamamlarda ücret
karşılığında yıkanmaya da cevaz verilmiştir, zira orda kullanılan menfaat
meçhuldür ve belli değildir, bu da kıyasen caiz olmamasını gerektirir; zira
yıkanan kişinin hamamda kalacağı müddeti ve kullanacağı suyun miktarını tayin
mümkün değildir. Ancak umumi zaruret-ten dolayı buna da cevaz verilmiştir.
Aynı şekilde mebi’de tayin
muhayyerliğine cevaz veril-miştir, zira satınalınan şey, üç şey arasında
meçhuldür. Ancak bu muhayyerliğin cevazı, bazı kimselerin alacağı şeyde,
bilen-lerle meşvereye ihtiyaç duyma sına dayanmakla, bu (tayin) muhayyerlikle
olan satışa cevaz verilmiştir.
33. MADDE:
َاْلاِضْطِرَارُ لاَ يُبْطِلُ حَقَّ الْغَيْرِ
Iztırar (darda kalmak),
başkasının hakkını iptal etmez.
Iztırar: yasak olan işi işlemeye mecbur olmaktır.
İki kısımdır.
1- Dahili sebebten ortaya çıkan
ıztırar, buna semavi olan denir, mesela açlık gibi.
2- Harici sebebten ortaya çıkan
ıztırar, buna semavi olmayan ıztırar denilir. Bu da iki nevidir; mecbur bırakan
zorlama ve mecbur bırakmayan zorlama.
Bu kaideden anlaşılan şu ki; bir
kimse başkasının malını zorda kaldığı için alsa ve harcasa, sonra onu ödemesi
gereklidir.
Mesela: Birisi şiddetli aç kalsa,
ölüme yakınlaşsa, sıkın-tısını giderecek kadar başkasının bir yiyeceğini izni
olmadan alması caizdir. Ancak aldığı malın değerini ödemesi gerekir. Yani
ıztırar hali, başkasının malını izinsiz kullanmayı mubah etse de, lakin kıymetini
ödemeyi düşürmez, bilakis mal sahibi-ne kıymetini ödemesi gerekir.
Mesela bir hayvan, kişinin
üzerine saldırsa ve onu helak etmek üzere olsa, o kişinin hayvanı öldürmesi
caizdir, lakin değerini sahibine ödeyecektir.
Burda “zaruretler, yasak olan şeyi
mubah eder” kaide-sine göre kişinin telef ettiğini ödememesi lazımdır
denilirse, cevaben deriz ki; mubah olması, başkasının haklarını iptal etmez.
Belli bir müddet/zaman için kayık
kiralansa, yol esnasın-da -deniz ortasında- müddet bitse, sahile çıkmak için
mec-bur olunsa da, aradaki ücret fazlalığını kiralayanın ödemesi gerekir.
34. MADDE:
مَا حَرُمَ اَخْذُهُ حَرُمَ اِعْطَاؤُهُ
Alınması haram olan şeyin
verilmesi de haramdır.
Rüşvet veren ve alan da haram
işlemiş olur. Kahin ve falcıların para alması ve onlara para vermek haramdır.
Aynı şekil de şarkıcılara verilen paralar da böylece haramdır.
Yenmesi, içilmesi, giyilmesi
haram olan şeylerin başka-larına yedirilmesi, içirilmesi ve giydirilmesi de
haramdır.
Ancak gasb eden kişinin elinden
malı kurtarmak için verilen şey rüşvet olmaz. Bunun gibi zaruret tahakkuk
ettiği yerlerde, zalimin zulmünü def etmek veya bir hakkı kurtar-mak için
verilen şeyler de rüşvet olmaz.
İSTİSNASI:
Kişinin, şaire, hicvinden
korunmak için para/rüşvet ver-mesi, sultan veya emirin yanında işinin görülmesi
için para vermesi, vasinin diğer varisleri memnun etmek için yetimin malından
onlara bir miktar para vermesi gibi; bu vecihlerin tamamında veren için cevaz
varsa da, alan için helallık olmaz.
35. MADDE:
مَا حَرُمَ فِعْلُهُ حَرُمَ طَلَبُهُ
Yapılması yasak olan şeyin
yapılmasını istemek te haramdır.
Zulüm, rüşvet, yalan yere
şahitlik etmek haram olduğun dan, bu gibi şeylerin başkalarına yapılmasını
talep etmek te haramdır.
Ancak yalan yere yemin eden
kişiye, davacının yemin ettirilmesini istemesi caizdir, zira belki vazgeçmesi
umulur. Aksi takdir de yemin ettirilmese, davaların yürüme şekli bozu-lur, yani
-delil davacı içindir, yemin inkarcı içindir- kaidesi.
36. MADDE:
اَلْعَادَةُ مُحَكِّمَةٌ
Adet, hükmedicidir.
Umumi olsun hususi olsun âdetler,
şer’i hükümlerin isba-tında hükmedicilik vasfına haizdirler.
Adet, niza anında kendisine
müracaat edilen bir delildir. Bu da şu hadisi şerife dayanmaktadır:
“Müslümanların güzel gördüğü şey,
Allah indinde de güzeldir.”
Âdet: Nefislerde yerleşen, selim karakter ehlinin
katında makbul olup birkaç kere tekrarla sabit olan bir iştir. Örf te bu
manadadır.
Örf ve âdetin hakem olması,
karşısında bir nassın bulun-maması anındadır. Nass var ise, onunla amel edilir,
örf ve adete bakılmaz. Zira örf ve adet bazan batıla dayanabilir, nasslar ise
asla batıl olamaz. Nasların örf ve adetlere uygun olması durumunda, Ebu
Yusuf’tan bir rivayetle örfe ve adete gidilir şeklindedir ki bu, orda nassın
tevili manasındadır, yoksa nassın terk edilip örf ve adetin alınması değildir.
Misal: Misafirin önüne yemek
koymak, örf ve adette ondan yemesine izindir. Ancak ev sahibi, ondan yemesinden
açık bir söz ile men etmişse, o zaman örf ve adetin hılafına bir nass (söz)
varid olmuştur ki, misafir olan kişi nassa (söze) bakar, örf ve adete göre amel
edemez. Eğer yemeği yerse, nassa muhalif olduğu için kıymetini öder.
Örf ve âdet iki vecih
üzeredirler; birinci vechi üç kısım-dır:
1- Örf-ü âmm (umumi örf.)
Belli bir tabakaya ait olmayan
bilinen bir heyettir. Bunu vaz’ ve tayin edenler belli değildir. Usulcülere
göre umumi örf: Ashabı kiram zamanından beri bize kadar gelen ve müctehid-lerin
kabul edip kendisi ile amel ettiği şeydir, velevki kıyasa muhalif olsun.
Misali: Birisi yemin ederek derse
“Vallahi ayağımı filan-cının evine koymayacağım”, o kişinin evine yürüyerek
veya binekli ola rak girmekle de yemini bozulur. Eğer evin içine sadece ayağını
soksa da kendisi girmese yemini bozulmaz. Zira umum örfte -ayak basmak- tabiri,
eve girmek mana sındadır.
2- Örf-ü has (hususi örf.)
Bir taifenin kendi aralarındaki
ıstılahıdır (tabirleridir.) Mesela nahiv alimlerinin – ref- lafzını
kullanmaları; edebiyyat-çıların –nakd- kelimesini kullanmaları gibi.
Her ilim ve sanaatın kendine göre
kullandığı hususi tabirler vardırki bunlar da örf-ü hassa dahil olur.
3- Örf-ü Şer’î (Şeriatın örf
saydığı şeyler.)
Şer’i ıstılahlardan ibarettir.
Salat, zekat, hac tabirleri gibi. Bunlar şer’i manada kullanılınca, artık orda
lügat mana-sında kullanılmazlar.
Örf-i âmm ve örf-i has arasında
fark vardır:
Umumi örfle umumi hüküm sabit
olur, misali: “Filancının evine ayak basmayacağım” diye yemin etmekle, bu sözün
lügatta manası –ayağımı içeriye sokmayacağım- şeklindedir. Örf-i âmm da ise
–eve girmeyeceğim- manasındadır. Bu hüküm herkes için böyle sabit olur.
Örf-i has ta ise, hususi hüküm
sabit olur. Misali: Bir beldede menkul (taşınır) olan şeylerin vakfı örf olsa,
başka beldede ise örf olmasa, sadece örf olduğu beldede vakfedilme sine
hükmedilir, diğer beldelerde değil.
İkinci vechi iki kısma taksim
edilir:
1- Ameli örf, 2- kavli örf
Ameli örf: Bir belde ehlinin
mesela, keçi eti veya buğday ekmeği yemek adeti olsa, o beldeden birisi, bir
başkasını et ve ekmek almaya vekil tayin etse, o kişinin inek veya deve eti,
darı veya arpa ekmeği alma hakkı yoktur, zira o beldede adet olan şeyler
maksuttur.
Kavli örf: Bir cemaatin bir lafzı
hususi bir manada kullan-malarıdır ki, o lafzın işitilmesinden zihinlere hemen
o hususi mana gelir.
Misal: Bir kişi huzurunda olan
birine “Benim için filan atı, şu kadar liraya satınal” dese, ücretin nevisini
belirtmese, vekil olanın orda geçerli olan lira (para birimi) ile alması hakkı
vardır. Başka bir para birimi ile (dolar-euro gibi) alma hakkı yoktur.
Satış muamelesine söylenmediği
halde dahil olan şeyler, satışa dahil olur. Misali: Atın satışına yuları da
dahildir. Evin satışına anahtarlar da dahildir. Araba satışına, kendine has
takımları (aletleri) de dahildir.
37. MADDE:
اِسْتِعْمَالُ النَّاسِ حُجَّةٌ تَجِبُ الْعَمَلُ بِهَا
İnsanların kullanımı delildir,
onunla amel etmek vacib olur.
Bir şey üzerine el koymak ve onda
tasarruf etmek, o şe-yin kendi mülkü olduğuna delildir. İnsanların kullanımı
umumi ise, umum hakkında delil olur, bir beldeye has ise umum için delil olmaz,
belki bazı alimlere göre o beldeye has –hususi örf- olur.
Umumi şer’i icmaya itibar etmek
delildir, onunla amel edilir, zira böyle bir topluluğun yalan ve dalalet üzere
birleş-mesi imkansızdır.
Yani insanların şeriata ve
fukahanın delillerine zıt olma-yan hususlardaki kullanımı delil olur, bey bil
vefa ve selem satışları gibi. Bunlara ihtiyaç olduğundan, cevaz olarak
üzerin-de ittifak vakı’ olmuştur; halbuki aslında caiz olmamaları gerekirdi.
Mesela: Bir beldede menkul olan
şeylerin vakfı örf olsa bu vakıf sahih olur. Şeriat kitapları, mushafı şerif ve
diğer ilim kitaplarının vakfı gibi. Aslında menkul olan şeylerin vakfı caiz
değildi.
Örf ve adetin delil olması,
naslara ve akit yapanların şartlarına muhalif olmaması durumundadır.
Mesela; bir kişi, diğerini
-öğlenden ikindiye kadar- belli ücret karşılığında çalışmak üzere kiralasa.
Sonra bu beldede örf -sabahtan akşama kadar çalışmaktır- diyerek, onun gün boyu
çalışmasını talep edemez. Bilakis konuşulan müddete itibar edilir.
38. MADDE:
اَلْمُمْتَنِعُ عَادَةً كَالْمُمْتَنِعِ حَقِيقَةً
Âdette imkansız olan şey,
hakikatten imkansız gibidir.
Adeten imkansız olan şey, aklen
imkansız gibi olduğun-dan hakkında dava dinlenmez.
Mesela: Bir kadının karnındaki
çocuk kendisine filan malı sattığını iddia etse, veya ondan şu kadar borç para
aldığını ikrar etse, iddiası aklen imkansız olduğundan dinlenmez.
Mesela, kendinden yaşca büyük
olan Zeyd’in, kendi oğlu olduğunu iddia etmesi de aklen imkansız olduğundan
dinlenmez.
39. MADDE:
لاَ يُنْكَرُ تَغَيُّرُ اْلاَحْكَامِ بِتَغَيُّرِ
اْلاَزْمَانِ
Zamanların değişmesiyle, hükümlerin
de değiştiği inkar edilemez.
Zamanların değişmesiyle değişen
hükümler örf ve adete dayalı olanlardır. Zira zaman değişmekle insanların
ihtiyaçları da değişir. Örf ve adet değişmekle onlarla alakalı hükümler de
değişir, fakat şer’i delile dayanan hükümler böyle değildir, onlar asla
değişmez.
Mesela: Kasten adam öldürenin
cezası kısastır. Bu şeri-atın hükmüdür ki, örf ve adete dayalı değildir, zaman
değiş-mekle bu hüküm değişmez.
Zaman değişmekle değişen hükümler
örf ve adete dayalı olanlardır; misal: Evvelki alimlere göre birisi bir bina
satınal-sa, bazı kısımlarını görmekle yetinilirdi. Sonra gelen alimlere göre
ise, her bir odasını mutlaka görmesi gerekir. Bu ihtilaf delile dayalı
değildir, bilakis örf ve adetin değişmesine dayalı-dır, zira evvelki dönemde
yapılan binaların her tarafı eşit şekilde ve aynı tarzda olurdu. Bir odasını
görmekle diğer oda-larını görmeye ihtiyaç kalmazdı. Amma sonraki dönemde
binaların yapımı ve odalarının farklılığı olunca, her bir odasının da görülmesi
şart koşuldu. Bu meseleden dolayı şer’i bir hükümde değişiklik lazım gelmedi
belki adet ve örfte lazım gelen bir hallerin değişikliği hasıl oldu.
İmamı A’zam’a (r.aleyh) göre
şahitlerin tezkiyesi (adalet li olduklarını araştırmak) gerekmezdi, zira o
vakitte insanların salahı yaygındı.
İmameyn zamanında ise, ihtilaflar
ve fesadın yayılması sebebiyle, şahitlerin gizli ve aşikare tezkiyesini gerekli
gör-düler.
İnsanların örf ve adetleri bazan
da batıl üzere olabilir, buna asla cevaz verilemez. Mesela fasit şekilde olan
alış verişler gibi ki bunlar şer’an caiz olmaz.
40. MADDE:
اَلْحَقِيقَةُ تُتْرَكُ بِدَلاَلَةِ الْعَادَةِ
Hakikat, âdetin delaletiyle terk
olunur.
Bir kimse düğün yemeği
satınalması için vekil tayin edilse, alışılmış olan (etli pilav-ayran gibi)
yemeği alabilir, yoksa herbir yenilen şeyi almaya izinli değildir.
Evvelki klaidelerde lafzın hakiki
manası ve mecazi mana-sı olduğunu beyan etmiştik. Beyan alimleri, üçüncü olarak
laf-zın kinaye manası olduğunu beyan etmişlerdi.
Usul alimlerine göre kinaye
manası, ya hakiki ya da mecazi manada bulunur. Hakiki mana, kişinin kendi malı
olan elbisesini giymesi gibidir. Mecazi mana, ödünç aldığı elbiseyi giymesi
gibidir.
Lafzın hakiki manada
kullanılmasında delil ve karineye ihtiyaç yoktur. Amma mecazda kullanmak için,
hakiki manası-na mani olan bir karinenin bulunması şarttır.
Lafzın hakiki manada kullanımını
men eden delil ve kari-ne, birkaç nevidir. Lafzın hakiki masının terk edilmiş
olması (mehcur) da bu nevidendir. Bu kaidede murad edilen bu kısımdır. Zira
lafzın hakiki manası örfen ve adeten terk olun-muş olunca, kullanımı başka bir
manada yaygın olunca, artık o manada kullanılır olur. Bu durumda örf ve adet,
lafzın hakiki manasında kullanımına mani karine olur.
Usul alimleri bu nevi için üç
vecih beyan ettiler:
Evvelki vecih: Hakikat manasının kullanılmaması, mecaz manasının
kullanılması. Veya adet veya şeriat cihetin-den kullanımı terk olunmuştur.
Burda mecaz üzere kullanımı, üç sebebten birini bildirir:
1. Sebeb: Hakikat manasını kasd
etmenin özürlenmesi. Özürlenmesi, o şeye ulaşmak ancak meşakkatle hasıl olur
demektir.
Misali: Bir kişi yeminle “Şu
ağaçtan yemeyeceğim” dese, bu sözün hakiki manası -ağacın odun olan
gövdesinden- yeme mektir. Burda hakiki manayı kast etmek özürlendiği için,
mecaza hamledilir ve ağacın –varsa- meyvesi kasdedilir. Eğer o kişi ağacın
gövdesinden –odun kısmından- yese, yemini bozulmaz. Zira bu mana terk
olunmuştur.
2. ve 3. sebebler: Lafzın hakiki
manasının, adet veya şeriat bakımından terk edilmiş olmasıdır. Mesela kişinin
hizmetçisine “Misafirlerin ayakkabılarını döndür” sözüdür. Bununla,
ayakkabıları düzelt ve bir sıraya diz manası kasde-dilir, yoksa onların alt-üst
çevir manası değildir. “Kandilleri yak” sözü ile kandillerin içindeki fitili
tutuştur manasıdır, yoksa kandileri ateşe atıp yakmak değildir.
Adet bakımından terk edilene
(mehcur) misal: “Filancının evine ayak basmayacağım” sözü, o kişinin evine
girmemek manasındadır, yoksa ayağını içeriye sokmamak manasında değil.
Şer’an mehcur olanın misali:
“Filancıyı husumete vekil tayin ettim” sözüdür. Hakikaten husumetin manası,
sürtüş-mek, tartışmak, vuruşmak manalarıdır.
Allahu teâlâ buyurdu: “Çekişmeyin.”
Bu durumda hakiki şer’i manası terk edilir, bu vekaletle, kendi adına cevab
vermesi, kendi yerine davayı yürütmesi kasdedilir.
İkinci vecih: Hakikatın kullanılması, mecazın kullanılma ması
veya hakikat ve mecazın kullanılmasının eşit şekilde olması veya hakikatın
kullanımının daha fazla olmasıdır. Bu hallerde mecaz kullanılmaz, hakikat daha
evladır.
Üçüncü vecih: Mecazın kullanımı ekser olur ve hakikat-ten daha
tercih edilir olur. Burda İmamı A’zam hakikatı evla gördü, imameyn ise mecazı
uygun gördü.
Misal: Birisi yeminle “Şu
buğdaydan yemeyeceğim veya şu nehirden içmeyeceğim” dese, İmamı A’zam‘a göre o
buğ-dayın unundan yapılan ekmeği yese veya ununu yese yemini bozulmaz; o nehrin
bardak ve kab içinde olan suyunu içse yemini bozulmaz. Ancak nehirden
avuçlayarak veya eğilerek içerse, buğday tanesini bizzat yerse yemini bozulur.
İmameyne göre buğdayın kendisini
veya ununu veya ekmeğini yemekle ve sudan avuçla veya bardakla içmekle (her
türlüsüyle) yemin bozulur. Fetva verilirken, beldelerdeki kullanıma bakmak
gerekli olduğu, alimler tarafından söylen-miştir.
[1] Zira piyasa mallarının durumu
üç sınıftır. Kalitelisi, orta hallisi ve düşük sevi-yede olanıdır. Tayin bu üç
şey arasında deveran eder, dördüncüsüne ihtiyaç yoktur.
[2] İnsanlara hile yolunu öğreten
müfti.
—————————————————————————————————————————
41. MADDE:
اِنَّمَا
تُعْتَبَرُ الْعَادَةُ اِذَا اطَّرَدَ اَوْ غَلَبَ
Âdete itibar, muttarit (sürekli
olunca) veya galib oluncadır.
Düğünde cehiz hazırlanmasında
sürekli galib olan adete riayet edilir, bundan fazlasına değil.
Adetin itibarında hüküm verilecek
hadisenin, adetin cere yanı zamanında mevcut olması gerekir, daha sonra ortaya
çıkan bir örf ve adet olmamalıdır.
Misal: Nevisi tayin edilmeksizin
(sadece yüz demekle) yapılan satış muamelesinde, verilmesi gereken paranın o
sıra tedavülde olan ve rayiç olarak kullanılandan olması gerekir.
42. MADDE:
اَلْعِبْرَةُ لِلْغَالِبِ الشَّايِعِ لاَ لِلنَّادِرِ
İtibar, galib ve yaygın olanadır,
nadir olana değil.
Şayi’: İnsanlar tarafından malum olan ve aralarında yaygın
olan bir iştir.
Misal: Yitik bir kişinin 90
yaşında olması sebebiyle öldü-ğüne hükmetmek, insanlar arasında yaygın olan
ekserde kişi 90 yaşından fazla yaşamadığı hükmüne dayandırılmasıdır; her ne
kadar bazı kişiler 90 yaşından fazla yaşasalar da; fakat bu nadirdir, buna
hüküm dayandırılmaz. Bilakis örfte yaygın olan 90 yaşına itibar edilerek
öldüğüne hükmedilir ve malı varisleri arasında taksim edilir.
On beş yaşına gelen gencin buluğa
erdiğine hükmedil-mesi de böyle yaygın olan kanaata göredir; her ne kadar bazı
gençler on yedi veya on sekiz yaşında baliğ olsa da; zira bu nadirdir.
Erkek çocuğun bakımının yedi yaş,
kız çocuğunun dokuz yaş olması da galib olan yaygın hükme göredir. Zira erkek
çocuğun bakıma olan ihtiyaçtan kurtulması yedi yaşında olur, kız çocuğun
müştehat (şehvetlenilmesi) çağına ulaşması, dokuz yaşında olur. Terbiyenin
noksanlığı veya iklimlerin değiş mesiyle bu hususlardaki farklılık nadir
olduğundan ona itibar edilmez.
43. MADDE:
اَلْمَعْرُوفُ عُرْفًا كَالْمَشْرُوطِ شَرْطًا
Örfte bilinen şey, şart kılınmış
gibidir.
Fıkıh kitablarında şöyle der:
“Örf ile sabit olan, şer’i delil-le sabit gibidir.” “Örfle sabit olan, nass ile
sabit olan gibidir.”
Misaller: Bir kişi başkasının bir
işini yapsa ve aralarında ücret konuşulmamış olsa bakılır, eğer işi
yapan adette ücretle iş yapıyorsa, işi yaptıranın işi yapana, adet ve örfe
göre misli ücret vermesi gerekir. Böyle değil se ücret gerekmez.
Satış muamelesinde ücretin nevisi
belirtilmemişse, o beldede geçerli olan ücret nevisinden (mesela tl) verilmesi
gerekir.
Satınaldığı ineğin süt
vermediğini görse ve bu sebeble geri vermek istese bakılır, eğer bu kişi et
için satınalan kasab gibi biriyse, geri verme hakkı yoktur. Eğer sütünden
faidelen-mek için satınalan biriyse geri verme hakkı vardır.
Bir kimse başkasının kiraya
vermek için hazırladığı bir eve, izni olmaksızın yerleşse, örfen misli ücreti
vermesi gerekir; sanki oraya yerleşince şartları kendine lazım getirmiş
gibidir.
Otelde geceleyen, hamamda yıkanan
kişilerin de ücret vermeleri gerekir,zira adet ve örf ücreti vermeyi
gerektirir, her ne kadar konuşulmasa da.
Baba evlenen oğluna bazı ziynet
eşyası (takılar) ve ev eşyası verse, düğünden sonra onların emanet olduğunu
iddia edip geri istese bakılır; eğer adet böyle ise onlar geri verilir, değilse
geri verilmez ve hibe sayılırlar.
Köy çobanı, hayvanları köyün
çıkışında bırakıp ahırlarına göndermesi adet ise, bu durumda yolda telef olanı
ödemez; eğer herbir hayvanı kendi ahırına teslim etmek adet ise, bu durumda
noksanlık ettiğinden dolayı telef olanı öder.
44. MADDE:
اَلْمَعْرُوفُ بَيْنَ التُّجَّارِ كَالْمَشْرُوطِ
بَيْنَهُمْ
Tüccarlar arasında maruf olan
şey, aralarında şart gibidir.
Bu kaide, evvelki kaide gibidir,
ancak ticaretin önemine binaen ayrıca zikredilmiştir.
Tüccarlar aralarında alış-veriş
yapınca, belli ve örf olan hususları zikretmezler. Mesela: Peşin veya veresiye
olduğu zikre dilmeden yapılan satışlarda ücret peşin verilir. Ancak belli
müddet veresiye satılması örf olan yerlerde, mutlak olan satışlarda veresiye
tahakkuk eder, peşin olması için ayrıca zikredilmesi gerekir.
45. MADDE:
اَلتَّعْيِينُ بِالْعُرْفِ كَالتَّعْيِينِ بِالنَّصِّ
Örf ile tayin, nass ile tayin
gibidir.
Bu kaideye göre bazı tafsilat
vakı’ olur. Mesela: Birisi başkasına mutlak olarak (her hangi bir şart
olmaksızın) hayva nını ödünç verse, kiralayanın alışılmışın dışında hayvana
bin-mesi ve yük yüklemesi caiz olmaz. Hayvana demir yüklese veya bozuk yolda
seyrettirse ve bu husus alışılmışın dışında olsa, hayvana verilen zararı öder.
Mutlak olarak satış için vekil
olan kişi, tasarrufuyla müvekkiline zarar veremez. Peşin olarak veya mutad olan
bir müddetle satışı yapar, uzun müddetle (veresiye) satamaz.
Kendisine süt veya et alması için
birini vekil tayin etse, orda mutad olan inek sütü ve etini kasdetmiş olur;
vekilin başkasını alma hakkı yoktur.
46. MADDE:
اِذَا تَعَارَضَ الْمَانِعُ وَ الْمُقْتَضِى يُقَدَّمُ
الْمَانِعُ
Mani (engel) ve muktezi (işi gerektiren)
çakışırsa, mani takdim edilir.
Bir işte bir sebeb amel
edilmesini gerektirse, diğer bir sebebte yapılmasını men etse, yapılmaması
tercih edilir. Misal: Birisi başkasına evini rehin verse, rehin verenin evi
satmaması gerekir. Rehin veren eve sahip olduğu halde, kendi mülkünde tasarruf
etmeliydi; ancak rehin alanın hakkı güven için o eve tealluk etmiştir, hakkını
korumak için evin satılma-ması tercih edilir.
Üst katta oturanın, alt kattakine
zarar vermemesi gere-kir, mesela üst kattakinin evinin tabanını söküp açması
(delmesi), alttakinin tavanına zarar vereceğinden üst kattaki bu fiilinden men
edilir.
Miktarı bilinen ve bilinmeyen iki
şey bir akitte satılsa, her iki şeyin de satışı caiz olmaz.
Ölmek üzere olan biri, evladına
ve başka bir yabancıya birlikte bir malı ikrar etse, bu ikrarı geçerli olmaz,
zira varis için ölüm halinde yapılan ikrar geçerli değildir.
İstisna olarak: Cünüp iken şehid olan kişi yıkanır, halbuki şehid
yıkanmadan defnedilirdi; ancak cünüp olduğun-dan yıkanması gerekti.
Ortak oldukları evde, ortağı
yokken kendisi ikamet etse, caizdir; halbuki ortağı yok iken orda oturması
sahih değildi, ancak kendi hakkı olduğu için oturması sahih oldu. (Şu iki
hususta muktezi ile amel edildi.)
47. MADDE:
اَلتَّابِعُ تَابِعٌ
Tabi’ tabi’dir.
Var olmakta bir şeye tabi olan,
hükümde de ona tabidir. Gebe hayvan satılınca, karnındaki yavrusu da ona
tabidir. Rehin verilen hayvan doğursa, yavru da rehin muamelesine tabi olur.
Satılan malın teslim alınmasından evvel mebi’de hasıl olan değer artımı (ziyadelikler)
de müşterinin hakkıdır.
Mesela bir bahçe satılsa, müşteri
teslim almadan evvel ağaçlarda yeni meyveler hasıl olsa, satıcı onları kendine
ala-maz.
Gasb edilen şeydeki ziyadelikler
de, asıl mal gibi (hepsi) mal sahibine iade edilir. Gasb edilen at doğursa,
annesiyle beraber yavrusu da geri verilir.
48. MADDE:
اَلتَّابِعُ لاَ يُقَرَّرُ بِالْحُكْمِ
Tabi’, hükümle kararlaştırılmaz.
(Hakkında ayrı bir hüküm verilmez.)
Hayvanın karnındaki yavru, ayrıca
satılmaz, annesine tabidir. Gebe hayvan hibe edilse, yavrusu da hibe edilmiş
olur.
Birisi beş gram olması üzere
muayyen bir elması satsa, teslim anında tartılınca yarım gram daha ağır gelse,
bu fazlalıkta müşteriye aittir, ayrıca satılamaz. Zira yarım gramın ayrılması,
kalan kısma zarar verir.
Satılan akarın şuf’a hakkı, yol
hakkı, su hakkı o akara ait olduğundan ayrıca satılamaz.
İstisna: Bir kişi, annesinin karnındaki çocuk için bir mal
ikrar etse, bu ikrarı sahih olur ve yavru, altı ay veya daha az bir müddette
diri olarak doğarsa, ikrar edilen mala sahip olur. Burdaki çocuk, annesine tabi
iken, istisna olarak ayrıca hakkında ikrar edilen şeye sahip olmuştur.
49. MADDE:
مَنْ مَلِكَ شَئْاً مَلِكَ مَا هُوَ مِنْ ضَرُورَاتِهِ
Bir şeye sahip olan, o şeyin
zaruriyyatına da malik olur.
Bir bina satınalan, ona götüren
yola da sahip olur. Zira yol bina için zaruridir. Bu yüzden bina satılırken
yolunu da zikretmeye gerek yoktur.
Bir arsayı satınalan, altına ve
üstüne de malik olur, bu yüzden dilediği binayı yapar, kuyu kazar. (Bu gün için
beledi-yelerin uyguladığı imar planı, zarureten geçerlidir.)
50. MADDE:
اِذَا سَقَطَ اْلاَصْلُ سَقَطَ الْفَرْعُ
Asl düşünce, fer’i dahi sakıt
olur.
Tabi ve fer’ olan şeyler, aslın
düşmesi ve yok olmasıyla yok olurlar.
Borçludan borcu ibra edilse
(silinse), ona kefil olan da borçla sorumlu olmaktan kurtulmuş olur, zira asıl
borçlu kurtulunca, fer’ olan kefil de kurtulmuş olur. Amma kefil olan
kefaletten beri edilse, asıl borçludan borç düşmez. Zira fer’ düşmekle asıl
düşmez.
Bazan da fer’ sabit olur da asıl
düşer, misali: Birisi iki kişi hakkında iddia ederek, birine bin lira borç
verdiğini ve diğerinin de buna kefil olduğunu söylese. Borçlu borcu inkar etse,
alacaklı bunu isbat etmekten aciz kalsa, fakat kefil olan borca kefil olduğunu
ikrar etse, kefil üzerine ikrarına binaen borcu ödemekle hükmedilir; halbuki
burada kefil fer’ idi.
51. MADDE:
اَلسَّاقِطُ لاَ يَعُودُ
Sakıt olan geri gelmez.
Bir şahıs, ıskatı ile sakıt olan
bir hakkı üzerinden düşür-se, daha sonra o hak kendine geri gelmez.
Iskatı kabul etmeyen haklarda,
sahibinin onu düşür-mesiyle ıskat tahakkuk etmez.
Misal: Bir kimsede olan alacağını
ıskat etse, sonra fikri değişip pişman olsa, sakıt olan borç geri gelmez,
borçlu olan borçtan beri olmuştur.
Amma bir şahıs, kendi mülkünde
olan yolu veya su hakkı nı ıskat etmekle bu hakkı yok olmaz, ancak bu hakkın
satıl-ması veya hibe edilmesi durumunda sakıt olurlar.
Satıcı malı sattığı müşteriden
ücretini almadan evvel mebiyi hapsedebilir, taki ücretini alsın. Amma ücreti
almadan evvel mebiyi müşteriye teslim etse, sonradan ücreti almak için
hapsetmek gayesiyle mebiyi geri isteyemez, zira sakıt olan geri gelmez.
Bir malı görmeksizin alanın görme
muhayyerliği vardır, fakat aldığı malı görmeden evvel başkasına satsa veya hibe
etse veya kiraya verse, daha sonra malı -görme muhayyerliği hakkı ile- geri
vermek istese, bu hakkı sakıt olduğundan geri gelmez.
52. MADDE:
اِذَا بَطَلَ شَيْئٌ بَطَلَ مَا فِى ضِمْنِهِ
Bir şey batıl olunca, zımnında
olan şeyler de batıl olur.
“Fesada dayanan şey de fasittir” kaidesi de bu kaideye
dayanır.
Kaidemizin manası: Zımnen sabit
olan şey, onu zımnında bulunduran (asıl) şey batıl olunca, (zımnen sabit olan
şeyin de) hükmü kalmaz.
Misal: İki hasım, bir hak
hususunda sulh edip birbirlerini beri ettikten sonra, sulhun fasit olduğu
anlaşılsa, sulh batıl olduğu gibi, zımmında vakı’ olan ibra da batıl olur.
Müstesna: Şefi’ ve müşteri, şuf’a hakkı üzerine malum bir
bedel ile anlaşsalar, burdaki sulh sahih olmadığı halde, komşunun satılan
şeydeki hakkı (şuf’a hakkı) nı ıskatı sahih olur.
53. MADDE:
اِذَا بَطَلَ اْلاَصْلُ يُصَارُ اِلَى الْبَدَلِ
Asıl batıl olunca bedele gidilir.
Aslı ifa etmek mümkün oldukça,
mal sahibinin rızası olmadıkça, bedelini ifa etmek caiz olmaz. Zira aslı ifa
etmek eda etmek olur. Bedel ile bir şeyi ifa etmek, asıl yerine olan şeyi
(halefini) ifa etmek olur ki, asıl varken halefe gitmek caiz değildir.
Mesela gasb edilen mal, gasb
edenin elinde mal mevcut ise, aynısını geri verir, aynısı dururken bedelini
ödemesi caiz olmaz.
Mesela: Birinden bir şeyi
gasbeden kişi, gasbettiği mev-cut olduğu halde mal sahibine onun kıymetini
vermek istese, mal sahibi de razı olmasa, hakimin bedel ile hükmetmesi caiz
olmaz. Usul alimleri, gasb edilen malın aynının geri verilmesini -kamil eda-
diye isimlendirirler.
Eğer gasb edilen mal helak olsa
ve aynını vermek müm-kün olmasa, bu durumda bakılır; eğer gasb edilen şey
misliy-yattan ise, gasb edenin mislini ödemesi emredilir. Buna –misli ma’kul
ile olan kaza veya kamil kaza- denir. Zira misli olan mallar, aralarında suret
ve mana bakımından benzeşirler. Misli olan şeyler kıymette eşit veya çok yakın
olurlar.
Eğer gasb edilen mal
kıyemiyyattan ise, gasb eden kıy-metini öder. Buna -kâsır kaza- denir. Zira
gasb edilen malın kıymeti olan nakitler, gasb edilen malın suret ve mana
bakı-mından benzeri değildir.
54. MADDE:
يُغْتَفَرُ فِى التَّوَابِعِ مَا لاَ يُغْتَفَرُ فِى
غَيْرِهَا
Bazı kere ibtidaen caiz olmayan
şeyler, tabi için caiz olur.
Müşteri, satıcıyı mebiyi teslim
almaya vekil tayin etse bu sahih olmaz. Ancak müşteri satıcıya bir kab verse ve
satınal-dığı şeyi o kabın içine koymasını istese, bu müşteri için teslim almak
(kabz) olarak itibar edilir. İlk durumda vekaletin sahih olmaması ve ikinci
durumda caiz olmasına gelince; ilk surette satıcı, bir anda hem teslim eden ve
hem de teslim alan olmuştu. Doğrusu akitlerde iki kişinin (satıcı ve alıcı)
akti üzerlerine alması, satıcının müşteriye mebiyi teslim etmesidir.
İkinci durumda müşteri, satıcıya
bir kab vermiştir, satıcı da onun işaretiyle amel ederek mebiyi kaba koymuştur.
Bu durum müşteri tarafından kabzetmek sayılır. Satıcının kabzı, müşteriye
tabidir ve sahihtir.
Aynı şekilde buğday satınalan
müşteri, satıcıdan onu öğütmesini istese ve satıcı da buğdayı öğütse, müşteri
buğ-dayı teslim almış olur.
Menkul olan eşyasıyla bir arazi
vakfedilse, menkul olan şeylerin vakfı örf ve adeten ilk anda caiz değildi,
ancak asıl olan gayrı menkule tabi olmakla sonradan caiz olmuştur.
Su hakkını satmak veya vakfetmek
caiz değildir, ancak su hakkının ait olduğu arazi satılırsa veya vakfedilirse,
ona tabi olarak su hakkı da satılmış veya vakfedilmiş olur.
55. MADDE:
يُغْتَفَرُ فِى الْبَقَاءِ مَا لاَ يُغْتَفَرُ فِى
اْلاِبْتِدَاءِ
Başlangıçta cevaz verilmeyen
şeye, bekasında cevaz verilebilir.
Misal: Hisseli yerdeki hissesini
hibe etmek gibi. İlk anda bu caiz olmasa da, nihayet itibarıyla caiz olur.
Mesela bir kişi, başkasına hisseli olan bir arsadaki hissesini hibe etse, bu
hibe sahih olmaz, zira hisseler ayrılmamış ve yer belli olmamıştır. Fakat
arsanın tamamını hibe etse, sonradan bir hissenin başkasının hakkı olduğu anlaşılsa,
hibe batıl olmaz. Hisse sahibi hissesini aldıktan sonra kalan, kısım hibe
edilende kalır.
Ölüm hastalığında olan birisi,
tek malı olan arsasını hibe etse, sonra vefat etse, arsanın üçte ikili kısmında
hibe batıl olur, sadece üçte birinde sahih olur. Burda hisseli olduğu halde,
hibenin sahih olmasının sebebi; hisseli olmak arizi-dir/geçicidir, hibe arsanın
tamamında olmuştur. Varislerin hakkı olan üçte iki ayrılınca, kalan üçte birlik
hissede hibe sahih olur.
Bir malı satmaya vekil olan kişi,
başkasını o mal satmaya vekil tayin edemez; fakat alakasız birisi gelip o malı
satsa, asıl vekil olan da bu satışa izin verse, (fuzuli kişinin) satışı geçerli
olur.
Henüz yetişmemiş meyvelerde ortak
olanlardan biri hissesini yabancı bir kişiye (iki ortaktan başkasına) satamaz,
zira bu diğer ortağa zarar verir; ancak iki ortak birlikte başka birine
meyveleri satsalar, sonra ortaklardan biri satın alan kişi ile anlaşarak kendi
aktini fesh etse, diğer ortağın hissesindeki satış fesh olmaz. Böylece yabancı
bir ortağa satış sahih olmuş olur.
56. MADDE:
اَلْبَقَاءُ اَسْهَلُ مِنَ اْلاِبْتِدَاءِ
Beka, başlangıçtan daha kolaydır.
Bir şeyin devam ve bekası, ilk
defa meydana gelmesin-den daha kolaydır. -ilk anda caiz olmayan şey, bekaen
caiz olabilir- kaidesi de bunun gibidir.
Misal: Hisseli olan binanın
ortakları, kendilerinden gayrı-sına binayı kiraya vermeleri sahih olmaz. Ancak
ikisi birlikte başka birine kiralamış olsalar, -binanın bir kısmı hakkında-
başka bir şahıs ‘kendi hakkı olduğunu’ dava ederek ispatla hakkını alsa, o
kısımda icare akti fesh olur, amma kalan kısımdaki icare akti devam eder.
Burada hisseli olması, icare aktinin devamına mani olmadı.
Şayet bir hakim, yerine bakması
için birini naib tayin etse, asıl hakim yok iken bu naib olan hakim bir davada
hüküm verse, bu hükmü geçerli değildir; ancak asıl hakim veri len hükmü
inceleyip geçerli yaparsa, hüküm sahih olur, aslın-da ilk anda sahih olmamakla
beraber, bekaen sahih olmuştur.
57. MADDE:
لاَ يَتُمُّ التَّبَرُّعُ اِلاَّ بِقَبْضٍ
Teberru’ ancak kabz (teslim
almak) ile tamam olur.
Bu kaide, “Hibe ancak,
kabzedilmiş olunca caiz olur” hadisi şerifine dayanır. Şayet hibe, kabz
(teslim) olmaksınız tamam olsa, hibe eden kişinin, eda etmeye mecbur olmadığı
birşeyi (kabzı), eda etmeye mecbur olması gerekirdi. Bu, teberru’ manasına
zıttır. Teberru’, verilmesi vacib olmayan bir şeyi veren kişinin, ihsan olarak
onu vermesidir.
Misal: Birisi başkasına bir mal
hibe etse, hibe edenin izni ile onu teslim almadıkça, o malda tasarruf etmesi
sahih olmaz. Aynı şekilde birisi eline bir miktar para alsa ve fakire vermek
istese, vermeden evvel vaz geçse, burda paraları faki-re vermeye zorlanamaz.
Bu kaideden şu husus istisna
edilir: Baba, küçük çocuğu-na bir şeyi hibe etse, çocuk onu teslim almadığı
halde hibe sahih olur, zira babası (velisi olması hasebiyle) onun namına teslim
almış hükmündedir.
58. MADDE:
اَلتَّصَرُّفُ عَلَى الرَّعِيَّةِ مَنُوطٌ
بِالْمَصْلَحَةِ
Teb’a üzerine tasarruf, maslahata
dayanır.
Halkın maslahatına göre tasarruf
yapılır, şahısların men-faatine göre değil. Hakimin, insanların mallarında ve
vakıflar hak-kındaki tasarrufları da maslahata dayanır.
Eğer halkın menfaatine uygun
olmazsa, teb’anın malla-rında tasarruf caiz olmaz.
Raiyye/teb’a: Umum insanlardır ki, valinin veya devlet
yetkililerinin idaresi altında bulunurlar.
Misal: Öldürülmüş birinin hiç
kimsesi (velisi) olmasa, sultan onun velisidir. Bu durumda katili kısas
ettirebileceği gibi, katilden diyet alma hakkı da vardır. Ancak diyet, şeriat
ölçüsünden noksan olmamak şartıyla.
İdarecilerin emri ile birinin
malı, değeri ile alınıp umu-mun yoluna veya ihtiyaç olunan tesislere katılır.
Maslahat yoksa hakimin tasarrufu
sahih olmaz. Misali: Hakim birine, hazine malını veya başkasının malını telef
etmekle emretse, bu izni sahih olmaz. Eğer hakim kendisi böyle malları telef
ederse, ödemesi gerekir.
Aynı şekilde hakim, vakıf
mallarını veya küçük çocuğun malını hibe edemez, zira hakimin tasarrufu
maslahatla kayıt-lıdır.
Hasılı kelam, sultanın, hakimin,
valinin, velinin tasar-rufları, maslahat üzere olursa sahihtir, değilse geçerli
olmaz.
59. MADDE:
اَلْوَلاَيَةُ الْخَاضَّةُ اَقْوَى مِنَ الْوَلاَيَةِ
الْعَامَّةِ
Hususi velayet, umum velayetten
daha kuvvetlidir.
Burdaki velayetten murad,
tasarruf yetkisi olan velidir.
Veli: Başkasının malında, onun
rızasını beklemeden tasar ruf yapabilen kişidir. Vekil böyle değildir, zira
onun tasarru-funda müvekkilinin rızası şarttır.
Hususi velilik, nikah akdinde ve
mal hususunda olur. Burda ki veli, dede veya babadır. Sadece nikahta veli
olanlar asabalar, çocuğun annesi ve zevi-l erhamdır.
Sadece malda veli, evvela
babadır, ikinci olarak baba-sının hayatında iken tayin ettiği vasiydir. Üçüncü
olarak şu tayin edilen vasiynin tayin ettiği vasiy dir. Dördüncü olarak çocuğun
dedesidir. Beşinci olarak, çocuğun dedesinin tayin ettiği vasiy dir. Altıncı
olarak ta bu vasiy nin tayin ettiği vasiy dir. Vakıf velayeti de böyle hususi
velayettendir.
Misal: Hakim, umumi velayet
hakkına binaen vakfın malı nı kiraya verse, vakfın mütevelli heyeti de vakfı
kendisine kiralasa, mütevelli heyetinin kiralaması sahihtir, hakimin de-ğil,
zira hususi velayet, umumi velayetten daha kuvvetlidir. Hususi velayet sahibi
varken, umumi velayet sahibinin tasar-rufu geçerli olmaz.
Aynı şekilde hakim, hainlik
yapmayan mütevelli heyeti mensubundan birini görevden alamaz. Aynı şekilde
vasiysi olan çocuğu, hakim evlendiremez, malında tasarruf edemez. Zira hususi
velayet sahibinin tasarrufu daha kuvvetlidir.
Bu kaidenin istisnası:
Ölünün velisi olan çocuğun
vasiysi, katili öldürtemez ve affedemez, ancak noksan olmayarak diyet üzerine
mal karşılı-ğında sulh edebilir. Hakim ise katili kısasen idam ettirebilir;
burda umumi velayet sahibi olan hakim, hususi velinin kadir olamadığı şeye
muktedir olmuştur.
60. MADDE
اِعْمَالُ الْكَلاَمِ اَوْلَى مِنْ اِهْمَالِهِ
Kelamın i’mali (manada kullanımı), ihmalinden (mana sız
bırakılmasından) daha evladır.
Kelamın manası mümkün ise, imal
ettirilir, değilse müh-mel (boş) bırakılır. Yani kelamı manasız bırakmak,
itibarsız kılmak, hakiki veya mecazi manalardan birine hamletmek mümkün oldukça,
caiz olmaz.
Akıl ve din, kişinin sözünün
boşuna olmasına cevaz ver-mez, akıl sahibi kişinin sözünü sahih kılmak
gereklidir.
Kelamda asıl olan hakikat
manasıdır. Hakikat manası özür-lenmedikçe, kelamın manasını mecaza hamletmek
caiz olmaz.
Tesis, te’kitten evladır, veya
ifade iadeden evladır.
Lafız bir manaya konduğundan, onu
o manada kullan-mayıp başka manayı tekidlemekte kullanmak, o lafzın vaz
edildiği manayı ihmal etmek olur.
Te’kid: Kendisi ile evvelki lafzın manasının takrir ve
takviyesi kasdedilen lafızdır. Buna ayrıca –iade- denir.
Te’sis: Evvelki lafzın ifade etmediği manayı ifade eden
lafızdır. Buna ayrıca –ifade- denir.
Mesela: Birisi, başkası için
üzerinde olan bir borcu ikrar etse, sonra sebeb belirtmeden başka bir borcu
ikrar etse, bu ikincisi, evvelkinin te’kidi olmaz, belki yeni bir borç olur ve
her iki borcu ikrar etmiş olur.
Birisi, hanımına “sen boşsun”
“sen boşsun” “sen boşsun” diye üç kere söylese, bununla üç talak vakı’ olur.
İkinci ve üçüncü sözleriyle, evvelkiyi te’kit ettim demekle koca, hük-men
tasdik edilmez.
Müvekkilin sözü te’kide
hamledilir: “Onu filancıya sat, sat.” Burda kelamı te’kid için hamledersek
vekil, malı o şahsa veya başkasına da satabilir. Eğer te’sis manasında olsaydı
vekil, malı ancak söylenen şahsa satabilirdi, başkasına sata-mazdı.
61. MADDE:
اِذَا تَعَذَّرَ الْحَقِيقَةُ يُصَارُ اِلَى الْمَجَازِ
Hakikat özürlenince, mecaza
gidilir.
Hakiki mananın özürlenmesi
halinde, kelam mühmel kılın maz, belki mecaza gidilir. Mehcur lafız, şer’an ve
örfen kulla-nılmayan lafız olup özürlenmiş hükmündedir. Mananın özürlen mesi üç
türlü olur:
1- Teazzürü hakiki, 2- Teazzürü
örfi, 3- Teazzürü şer’î.
Teazzürü Hakiki iki vecih olur, birincisi: Hakikat mana-sının irade
edilmesi imkansız olur.
Misal: Kendi evladı hayatta
olmayan birisi, bir miktar malını evlatlarına vakfetse, hakiki manada kendi
evladı olma-dığından, hakikat manası imkansız olur. Sözünün boşa gitme-mesi
için torunları, mecazen evlat kabilinden olduğundan vakıf onlara verilir.
İkincisi: Manayı hakikinin irade
edilmesi, büyük bir meşakkat ile ancak mümkün olur.
Misal: Birisi, “Şu hurma
ağacından yemeyeceğim” diye ağaca işaret ederek yemin etse, o ağacın
gövdesi/odunundan yemek mümkün olsa da, bu sözü söyleyenin kasdı o ağacın
gövdesinden yemek değildir, belki meyvesinden yemektir.
Teazzürü örfi: Lafzın hakiki manasının, insanlar tarafından terk
edilmiş ve kullanılmaz olmasıdır. Mesela birisi; “Ayağımı filancının evine
basmayacağım” diye yemin etmesi gibi. Bu sözün hakiki manası terk olunmuş ve
kullanılmaz olmuştur. Bur-da kullanılan mana, binaya girmek manasıdır. Yani
yemin eden kişi, kendisi içeri girmeyip kapıdan ayağını içeri sokmakla yemini
bozulmaz.
Teazzürü şer’î: Lafzın hakiki manası şer’an terk edilmiş olmasıdır.
Mesela –husumet- kelimesi gibi. Şer’an asli manası terk olununca, artık şer’an
murafaa ve müdafaa (cevap ver-mek) manalarında kullanılır oldu.
62. MADDE:
اِذَا تَعَذَّرَ اِعْمَالُ الْكَلاَمِ يُهْمَلُ
Kelamın i’mali mümkün olmazsa
mühmel bırakılır.
Kelamın hakiki ve macazi
manalarına hamledilmesi müm kün değilse, manasız/boş bırakılır. Hakikat veya
mecaz mana-ya kelamı hamletmek mümkün olmazsa, veya her iki manada müşterek
olup birini diğerine tercih mümkün değilse, bu zaru-retten dolayı kelam manasız
kalır ve onunla amel edilmez.
Kelamın ihmalini gerektiren şey
evvela, kelamı hakiki veya mecazi manaya hamledememektir.
İkinci olarak, lafzın iki manada
ortak olup birinin tercih edile memesidir.
Misal: Kendinden yaş bakımından
büyük birinin, kendi oğlu olduğunu iddia eden kişinin davası sahih olmaz. Zira
bu, hakikaten imkansızdır.
Birisi, “Filancının iki elini
kestim, onların diyeti olarak beş-yüz lira borçlandım.” dese, bahsettiği
kişinin elleri sağlam olsa, bu kişinin sözüne itibar edilmez, sözü ihmal
edilir.
İki manada müşterek olmasının
misali: Bir kişinin mu’tik (azat eden) efendisi olsa, birde mu’tak (azat ettiği
kölesi) olsa; bu kişi şöyle dese: “Malım, öldükten sonra mevlamın-dır.” Hangisi
olduğunu da tayin etmese; -Mevla- kelimesi, efendi ve köleye de
kullanıldığından, herhangi birini tercih etmek mümkün olmayınca, bu vasıyyet
sahih olmaz.
63. MADDE:
ذِكْرُ بَعْضِ مَا لاَ يَتَجَزَّأُ كَذِكْرِ كُلِّهِ
Cüzlere bölünmeyen şeyin bazısını
zikretmek, tamamını zikretmek gibidir.
Bu yüzden bütününü zikretmek
hangi hükmü gerektirir-se, cüzünü zikretmek te aynı hükmü gerektirir. Cüzün
zikri, tamamının zikri yerinde olmasa, o zaman kelamın manası mühmel kalırdı.
Misal: Bir kişi, başkasına kefil
olurken, “Ben falancının yarısına veya dörttebirine kefil oldum” dese, kişi
bölünmek kabilinden olmadığı için, bazısını zikretmek, tamamını zikret-mek
kabilinden olup kefaleti tamamı hakkında sahihtir.
Şuf’a hakkı olanın, bu hakkının
yarısını ıskat etmesiyle, şuf’a hakkınnın tamamı sakıt olur, zira şuf’a hakkı
bölünmez.
Kısasta veli olanın, katilden
kısasın bir kısmını affet-mesiyle kısasın tamamı sakıt olur, zira kısas
bölünmez. Çünkü bir insanın bazısını öldürüp, bir kısmını diri bırakmak mümkün
değildir.
Cüzlere bölünen şeyin bazısını
zikretmek, tamamını zikretmek gibi değildir. Misali: Birisini, 600 lira olan
borcun-dan 200 liralık kısmına kefil tayin etse, borç bölündüğü gibi, kefaleti
de bölünmüş olur, yani 600 liranın tamamına kefil olmuş olmaz.
Birisinden alacağının bir kısmını
ibra etse, kalan kısımda ibra tahakkuk etmez.
İstisna:
Birisi, başkasına şöyle dese:
“Benim yarım veya üçte birim, sana kefildir.” Burda kefalet akti tahakkuk
etmez, bur-da cüzün zikredilmesi, tamamının yerine kaim olmadı.
64. MADDE:
اَلْمُطْلَقُ يَجْرِى عَلَى اِطْلاَقِهِ اِذَا لَمْ
يَقُمْ دَلِيلُ التَّقْيِيدِ نَصًّا اَوْ دَلاَلَةً
Kayıtlama delili açıkca veya
delaleten yok ise, mutlak, ıtlakı üzere cari olur.
Mutlak ıtlakı üzere, mukayyed
takyidi üzere caridir. Mutlak, kemale sarf edilir. Mutlakın mukabili,
mukayyettir.
Mutlakın tarifi: Tahsis, umum, tekrar ve adet üzere delalet eden
karinelerden soyulmuş bir iştir.
Mukayyed: Şu karinelerden birine yakın olandır.
Misal: Birisi cübbe diken terzi
ile bunun üzerine anlaşsa, ancak bizzat terzinin kendisinin dikmesi şart
koşulmasa, terzi olan kişi, cübbeyi yanında çalışan başka bir ustaya
diktirebilir. Bu sıra, teaddi ve kusur olmaksızın meydana gelen telefi/zararı,
terzinin ödemesi gerekmez. Zira akit mutlak yapılmıştı.
Fakat müşteri, terzinin
kendisinin bizzat dikmesini şart koşmasında durum böyle değildir, zira burda
kayıtlanan şarta riayet edilmezse, terzi ödeme sorumluluğunda olur.
Birisi başkasına bir malı ödünç
verse ve menfaatlen-menin nevisini ve kullanacak kişiyi kayıtlamasa, ödünç
(emanet) alan kişi kendisi emaneti kullandığı gibi başkasına da verebilir. Zira
emanet verirken kayıtlamadı.
Eğer emaneti verirken kullanış
nevisini ve kullanacak kişi yi kayıtlarsa, o şartlara muhalefet sebebiyle
emaneti alan kişi öder.
Satışa vekil tayin edilen kişi,
mutlak olarak vekil olmuş-sa, malı uygun gördüğü fiyatla ve vadeyle satabilir.
Eğer müvekkil ücreti kayıtlamışsa, vekil o fiyattan aşağı satamaz.
Geride geçen misaller, nass ile
(açık ifade ile) yapılan kayıtlamaların misalidir. Delaletle olan
kayıtlamaların misal-leri de şöyledir.
Misal: Kervancılık yapan biri,
başkasına vekalet verip kendisi için at almasını istese de, vasıflarını beyan
etmese. Vekilin, müvekkilin işine ve haline itibar etmesi gerekir. Sürat için
olan binek atı alamaz, belki halin delaletiyle yük taşıyan at almalıdır.
Mutlak olarak bir şey satın
almaya vekalet verilince, vekilin misli ücretle alması gerekir, fazla fiyatla
(gabnı fahiş) alması geçerli olmaz.
Kurban bayramına yakın zamanda
birisini kendine bir koyun almakla vekil tayin etse, veya yazın buz almasıyla
veya kışın odun-kömür almakla vekil tayin etse, sözle müddetin kaydı olmasa da,
halin delaletiyle bu sayılan işler, o mevsim-lerle kayıtlanır; yani kurbandan
sonra vekil koyun almaya yetkili değildir. Yaz geçmekle buz almaya olan vekalet
biter. Kış tükenmekle kömür almaya olan vekalet biter.
65. MADDE:
اَلْوَصْفُ فِى الْحَاضِرِ لَغْوٌ وَ فِى الْغَائِبِ
مُعْتَبَرٌ
Hazırda vasıf lağv olur, gaibte
itibar edilir.
Mesela: Satıcı mecliste hazır
olan kır atını satmak istese ve –şu yağız atımı, şu kadar ücrete sattım- dese,
icab söz sahihtir, söylediği –yağız- lafzı luzumsuz olur. Eğer kır at hazırda
olmasa, -yağız- diyerek vasfederek satsa, kır at satılmış olmaz. Zira burda
gaib olan atın vasfına itibar edilir.
Yani kişi bir şeyi beyan ederek
cinsini ve vasfını açıklasa, eğer vasfedilen şey hazırda ise ve vasfedildiğinde
ona doğru işaret edilse, vasfedilen ile zikredilen aynı cinsten ise, vasfa
itibar edilmez. Eğer vasfedilen şey meclisten gaibte ise, o zaman vasıflara
itibar edilir.
Bu kaidenin hükmü nikah, satış,
icare ve diğer akitlerde caridir.
Hakimin huzurunda iddia eden
kişi, şu demirlerin yüz kilo olup kendinin olduğunu iddia etse, tartılmakla
ağırlığın yüz on kilo olduğu anlaşılsa, burdaki davası kabuldür, zira işaret
edilen şeydeki vasıf lağvdır.
Vasıf lağv olunca, iki şartın
bulunması gerekir.
1- Vasfedilen şeyin mecliste
hazır olması.
2- Vasfedilen şeyin mecliste
vasfedildiği gibi olması.
Eğer birinci şart yok ise, sadece
ikinci şart mevcut olsa, vasıf itibar edilir. İlk şart olsa, ikinci şart
olmasa, vasıf yine itibar edilir.
Hazır olup vasfedilen şey, işaret
edilenin cinsinden olma-lıdır. Yoksa kişi bir taşa işaretle -şu elması sana
sattım- derse, muhatabı kabul etse ve taş denen şeyin sırça olduğu zahir olsa,
satış akti hasıl olmaz. Ancak akti yapanlar, o taşın zaten elmas olmadığını
bilmeleri durumunda ise akit hasıl olur.
66. MADDE:
اَلسُّؤَالُ مُعَادٌ فِى الْجَوَابِ
Sual, cevabta iade edilmiş kabul
edilir.
Tasdik edilen sualde, tasdik eden
muhatab, o suali ikrar etmiş olur.
Bu kaide burda mutlak zikredilmişse
de, lakin mukay-yettir. Suale karşı cevab gelince, kelam cevabın ihyitacı kadar
ise, o kelam sual üzere kasredilir, sual cevabın zımnında iade edilmiş olur.
Eğer kelam, cevabtan daha fazlasına muhtaç ise, zahirde kelam inşa olur. Bazen
de zahirin hılafına cevab olur.
Cevab veren -ancak cevabı
kasdettim- derse, dinen tasdik edilir, hükmen değil. Misal: Fuzuli olan biri,
başkasının malını izinsiz olarak satsa, mal sahibine gidip -bana bu satışta
izin verdin mi- dese, mal sahibi de –evet- dese, bu sözü satışına izin verdim
demek olur ve satış geçerli olur.
Birisi başkasına hitaben –şu
binamı sana şu kadar liraya sattım- dese, diğeri de –evet- dese, bu sözü kabul
olur ve satış geçerli olur.
Hasta olana hitaben –malının üçte
birini hayır yollarına sarf etmek için beni vasiy tayin ettin mi- dese, hasta
olan da –vasiy tayin ettim- dese, bu sözü ile vasiy tayin etmiş olur.
67. MADDE:
لاَ يُنْسَبُ اِلَى سَاكِتٍ قَوْلٌ لَكِنَّ السُّكُوتَ
فِى مَعْرِضِ الْحَاجَةِ بَيَانٌ
Sükut edene bir söz nisbet
edilmez, lakin hacet anında sükut beyandır.
Sükut eden için şöyle dedi
denemez; ancak tekellüm gereken yerde susmak ikrar ve beyandır.
Sen birini görsen, senin iznin
olmadan bir şeyde mal sahibi gibi tasarruf ediyor, özrün olmadığı halde sükut
etsen, bu durum senden o malın senin olmadığını ikrar olur.
Birisi başkasının malını satsa,
mal sahibi onu işitip satışı-nı tasdik etmese veya men etmese, bu fiili ondan
rıza sayıl-maz, satışa izin sayılmaz.
Mal sahibi olan birine, filancı
kişi senin filan malını sattı, diye haber gelse ve bu mal sahibi sukut etse, bu
sukutu satışa izin sayılmaz.
Birisi, başkasının malını
huzurunda telef etse, mal sahibi sukut etse, bu sukutu telef etmesine izin
sayılmaz.
Birisi, vefat anında komşularını
toplasa ve onların huzu-runda kimseye borcu olmadığını söylese, orda hazır
olanlar-dan biri alacaklı olduğu halde sukut etse, daha sonra hastanın
ölümünden sonra alacak davasında bulunmasından men edil-mez.
Bu geride zikredilen misaller,
kaidemizin ilk kısmının misalleri idi.
Kaidemizin ikinci kısmının
misalleri şöyledir:
Müşteri mebiyi satıcının
huzurunda teslim alsa, satıcı (ücreti almak için) mebiyi hapsetme hakkın olduğu
halde sükut etse, müşteriyi malı teslim almaktan men etmese, bu sükutu
müşterinin teslim almasına izin olur ve bundan sonra satıcı mebiyi talep
edemez.
Birisi bir mal satınalmak istese,
sonra o sırada başkası o mebide bir ayıp olduğunu müşteriye haber verse ve
müşteri sukut etse, bundan sonra mebiyi satınalmakla onda bulunan ayıpla (ayıp
muhayyerliği ile) mebiyi geri veremez, zira aybı duyduğunda susması rızadır.
Koyun çobanı, koyunların sahibine
–bu koyunları senelik 100 lira karşılığında güdemem, belki 200 lira isterim-
dese ve koyunların sahibi sukut etse, çoban işine devam etmekle sene sonunda
200 lira isterse, koyun sahibi 200 lirayı vermelidir, zira sükutu kabuldür.
Birisi, hanımının veya bir
akrabasının huzurunda onların malını satsa, daha sonra hanımın veya akrabasının
itiraz hakkı yoktur, zira satış anındaki sukutları ikrardır.
Birisi başkasının yanına bir mal
bıraksa ve –bu mal emanettir- dese, diğeri sükut etse, o mal orda emanettir.
68. MADDE:
دَلِيلُ الشَّيْئِ فِى اْلاُمُورِ الْبَاطِنَةِ يَقُومُ
مَقَامَهُ
Batınî işlerde bir şeyin delili,
o şeyin makamına kaimdir.
Yani, işin hakikatına muttali
olunamayan yerde zahir ile hükmolunur.
Batınına muttali olunmayan
şeylerde harici zahiri delil, delaletle o şeyin meydana gelişinin delili olur,
zira batıni işler üzerine hüküm vermek, ancak zahiri, harici delilleriyle
müm-kün olur.
Delil: Kendisini bilmekle, başka şeyin bilinmesi lazım
gelen şeydir.
Mesela, kişi bir mekandan
yükselen bir duman görse, orda ateşin var olduğuna delil getirir.
Misaller: Satış akti yapanlardan
biri icab yapsa (sattım dese), diğeri kabul etmeden evvel başka bir iş yapsa
veya başka bir sözle meşgul olsa, bu durum onun icabtan yüz çevir diğine
delalet eder. Yüz çevirmesi batıni bir iştir, buna muttali olmak ancak zahiri
davranışıyla bilinir.
Birisi bir hayvan satınalsa, onda
bir ayıba muttali olsa, o ayıbı tedavi etmekle uğraşsa, bu tedavisi ayıba
rızanın delaleti olur. Daha sonra ayıb sebebiyle hayvanı geri vermez.
Yolda bir malı bulan, eğer
sahibine vermek niyetiyle alırsa emanetçi olur, kendisi için sahiplenmek
niyetiyle alırsa gasb edici olur. Bu hususlar niyetle alakalı olup o da batıni
bir iştir, zahirde bunu bilmek ya sözle veya fiille belli olur. Eğer malı
alırken sözle ilan ederek –sahibine vermek üzere aldığına şahit tutarsa-
emanetçi olur. Elinde iken telef olsa malı ödeme sorumluluğunda değildir. Eğer
böyle ilan etmeksizin kendisi için alırsa gasb edici olur ve elinde telef
olmakla ödemesi gerekir.
69. MADDE:
اَلْكِتَابُ كَالْخِطَابِ
Yazı, hitab gibidir.
İki kişi arasında sözle akitler
(satış, icare, vekalet, kefa-let v.s.) yapıldığı gibi, aynı şekilde yazışmakla
da bu gibi akitler yapılabilir.
Yazı üç nevidir:
1-Resmileşmiş olduğu açık olan
(Mühürlü, imzalı senet-ler.)
2-Resmileşmemiş (imza ve
mühürsüz) açık senetler.
3-Açıkça belli olmayan yazılar.
Birinci kısımdakiler; Kişi
yazısını ikrar eder, insanların adetlerine uygun olur, üst kısmında mühür olur.
Yani insan-ların adetine göre yazılan sahifeler, sahibi aleyhine delil sayılır.
İkinci kısımdakiler; İnsanların
adetlerine uygun olarak yazılmayan yazılardır, duvara veya ağaç yaprağına
yazmak gibi.
Bu gibi yazılar fuzuli olup
sahibi aleyhinde delil olmaz. Ancak yazıyı yazan, yazma anında şahit tutmuşsa,
bu durum şahitlik makamında olur.
Açık olmayan yazılar; Su üzerine
yazmak gibi; bunun hükmü, işitilmeyen söz gibidir. Üzerine bir hüküm terettüb
etmez. Su üzerine veya havaya –filancıya 100 lira borçluyum- yazsa, bu, borç
ikrarı olmaz.
Bu tafsilattan sonra şu misali
getirelim: Birisi, başkasına verilmek üzere bir sahifeye –filan şeyi şu kadar
ücrete sana sattım- diye yazıp gönderse, diğer kişi kağıttaki yazıyı okuyup o
mecliste kabul ettiğini söylese veya karşılık olarak yazı ile kabul ettiğini
yazsa, satış akti sahih olur.
HİTAP İLE YAZI ARASINDAKİ FARK
Şeyhu-l İslam Havahirzade’nin
Mebsutunda zikrettiği husustur:
Bir fasılda ikisi farklı olur:
Kişi hazırda olsa ve kadına nikah talebiyle hitap etse, kadın hitap meclisinde
kabul etme-se, başka bir mecliste kabul etse, nikah sahih olmaz, zira meclis
değişmekle hitab/icab batıl olmuştur.
Yazı ile olmasında; kadına nikah
talebi yazılı kağıt ulaşsa ve onu okusa, okuduğu yerde kendini yazıyı yazan
kişiye (ka-bul ederek) nikahlamasa, başka bir mecliste ve (kadının sözü-nü
işitmiş ve yazıda olanı bilmiş olan) şahitlerin huzurunda, kendini o kişiye
nikahlasa, nikahı sahihtir; zira gaibte olan kocanın yazısı, kadına hitap
olmuştur.
Yazı, ikinci mecliste de bakidir;
sanki, yazının ikinci mec-liste baki olması, şahitlerin ondaki şeyi ikinci
mecliste işitmesi, hitabın diğer bir mecliste tekerrürü mesabesinde olmuştur
70. MADDE:
َاْلاِشَارَاتُ الْمَعْهُودَةُ لِْلاَخْرَسِ
كَالْبَيَانِ بِالِّلسَانِ
Dilsizin malum işaretleri, dili
ile beyanı gibidir.
Bu kaideye göre dilsizin malum
işaretleri olan el ile veya kaşı ile olan hareketleri, dil ile beyan gibidir.
Eğer işaretlerine itibar edilmese, insanlardan hiç kimse ile bir muamele
yapa-maz olur, neticede ölüme arzolunurdu.
Dilsizin malum işareti anında
sesinin de bulunması gerek lidir denilmiştir. Malum olmayan işaretlerinde,
yanında bulu-nan akrabası veya komşuları muradını açıklar. Bu kişilerin
adaletli olması gerekir.
Dilsizin işaretleri iki türlü
olur: Başını yan tarafa doğru hareket ettirmesidir ki bu, onun inkarıdır.
İkincisi, başını yuka rı aşağı uzunlamasına sallamasıdır ki bu, onun
tasdiğidir.
Dilsiz yazıyı becerebilirse, buna
da itibar edilir.
Dilsiz olmayanın işareti itibar
edilmez. Yani birisi bir malı satsa, diğeri konuşabildiği halde başıyla hareket
ederek kabul ettiğini işaret etse, buna itibar edilmez.
Dilsizin işareti satış, icare,
hibe, rehin, nikah, talak, ibra, ikrar ve kısas hakkında itibar edilir.
Dilsizlik iki türlüdür. Asli dilsizlik, arizi dilsizlik.
Kaidemize göre kayıt
getirilmediğinden, her iki dilsizlik nevisi de buraya dahildir. Arizi olan
dilsizlik hali, şiddetli korku, hastalık veya yüksek bir yerden düşmekle
olabilir. Bu durum geçici olunca, işaretine itibar edilmez; ancak dilsizlik
hali ölümüne kadar veya bir sene devam ederse, bu durumda işareti geçer lidir.
Dilsizin işareti muameleler
hakkında geçerli olur, şer’î cezalar hakkında işareti itibar edilmez, zira
cezalarda –şehadet- sözü kullanılmalıdır.
71. MADDE:
يُقْبَلُ قَوْلُ الْمُتَرْجِمِ مُطْلَقًا
Mütercimin sözü, mutlak olarak
kabul edilir.
Mütercim, diğer lügatı tefsir
eden kişidir. İmamı A’zam ve Ebu Yusuf’ a göre bir tercümanın sözü kabul
edilir, İmamı Muhammed’e göre iki tercüman olmalıdır. Ancak İmamı A’zam’a göre
tercümanın kör olmaması gerekir.
Hakim, davacı ve davalının veya
şahitlerin lisanını bilmi-yorsa, bunların iddialarını veya şahitlerin
şahitliğini tercüman vasıtasıyla dinleyebilir. Tercümanın adil olması ve kör
olma-ması lazımdır. İhtiyaten iki tercüman olması evladır.
Tercümanın sözü akitlerde,
yeminlerde, yeminden dön-mek te, kısası, hadleri ve borcu ikrarda kabul edilir.
72. MADDE:
لاَ عِبْرَةَ بِالظَّنِّ الْبَيِّنِ خَطَأُهُ
Hatası açık olan zanna itibar
edilmez.
Zanna dayanarak bir fiil sadır
olsa, sonra bunun şeriatın hükmüne muhalif olduğu belli olsa, bu zanna itibar
edilmez.
Mesela: Kefil borcun ödenmediğini
zannederek asîlin borcunu ödese, sonradan borcun ödendiği anlaşılırsa ödediğini
geri alır.
Kendi malı zannederek başkasının
malını harcasa, sonra anlaşılınca bedelini öder.
Birisi başkasından bin lira
alacağı olduğunu iddia etse, dava edilen kişi, “Benden alacağın olduğuna dair
yemin edersen veririm” dese, davacı da yemin etse, davalı kendinin bin lirayı
vermesi lazım geldiğini zannederek parayı verse, fakat bundan sonra davacının
yemin etmesinin gerekmediği-ni, bilakis davalının yemin etmesi gerektiğini
öğrense, (davalı) verdiği bin lirayı geri alma hakkına sahiptir.
Tüccarda mal alan kişi, toplam
ödemeyi istediği anda tüccar, toplamda hata yapıp bin lira yerine iki bin lira
borcu olduğunu söylese ve müşteri de iki bin lirayı ödese, sonra hatalı olduğu
anlaşılırsa, müşteri bin lirayı geri alır.
Müstesna:
Birisi başkasına bir hayvan
satsa, satıcının komşusu olan kişi şuf’a (komşuluk hakkı) ile hayvanı taleb
etse, müşteri olan da şuf’a hakkının gayrı menkullerin haricinde de cari oldu
ğunu zannetse ve hayvanı kendi rızası ile komşu olana teslim etse, daha sonra
hatasını anlayıp hayvanı geri isteme hakkına sahip değildir, zira hayvanı
teslim etmekle komşu ile elden ele mal satışı yapmış oldu.
73. MADDE:
لاَ
حُجَّةَ مَعَ اْلاِحْتِمَالِ النَّاشِى عَنْ دَلِيلٍ
Delilden ortaya çıkan ihtimal ile
birlikte, hüccet olmaz.
Her hangi bir huccet, delile
dayanan bir ihtimal ona karşı gelse, huccetin hükmü kalmaz. Delile dayanmayan
ihtimaller yok gibidir.
Misal: Birisi varislerinden biri
için borcu olduğunu ikrar etse, eğer ölüm hastalığında ise, diğer varisler bunu
tasdik etmedikçe bu borç sabit olmaz. Zira hasta, bu ikrarıyla diğer varisleri
mahrum bırakmayı kasdetmiş olma ihtimali vardır. Zira hastalık hali bunun
delilidir.
Eğer sıhhat halinde bu ikrarı
yapsa borç sahih olur, mal kaçırma ihtimali, delile dayanmadığından itibar
edilmez.
Hastanın, varislerden başkası
için yaptığı ikrarı vasıyyet kabilinden olduğu için, onda varislerin hakkını
kaçırma ihtimali yoktur ve sahih olur.
74. MADDE:
لاَ عِبْرَةَ لِلتَّوَهُّمِ
Tevehhüme itibar edilmez.
Şer’i bir hükmün vehme istinadı
caiz olmadığı gibi, sabit olan bir şeyi, sonradan arız olan vehimle ertelemek
te caiz değildir.
Misal: İflas eden kişi ölse, malı
satılır ve alacaklılar ara-sında taksim edilir. Her ne kadar başka bir
alacaklının çıkıp gelme vehmi olsa da, malın bir kısmı onun için bekletilmez,
belki ordaki alacaklılar arasında taksim edilir, diğer bir alacaklı gelirse, şu
taksim edilen alacaklılardan şer’i dava ölçüsünde hakkını talep eder.
Satılan bir binanın iki komşusu
olsa, birisi o anda gaib olsa, hazırda olan komşu şuf’a hakkı ile binayı
alabilir. Diğeri de alma hakkına sahiptir diye hüküm bekletilmez.
Birisi kendi arsasına saman
yığını yapsa, yan komşu, ‘samanların yanıp kendi evini de yakar’ vehmiyle dava
ederek samanları ordan kaldırtamaz.
75. MADDE:
اَلثَّابِتُ بِالْبُرْهَانِ كَالثَّابِتِ بِالْعِيَانِ
Delille sabit olan, aşikâre
(gözle) sabit gibidir.
Bir şey şer’i delille sabit
olunca, hüküm gözle görülmüş gibidir.
Burhan: Hak ile batılı ayıran, sağlam ile fasidi temyiz
eden delildir.
I’yan: Bir şeyi açıkça gözle görmektir ki, onunla beraber
karışıklık şüphesi kalmaz. -Filancı falan şeyi muayene etti- denilince, ona
gözü ile baktığı kasdedilir.
Misal: Bir şahıs, başkası
üzerinde bir hakkı olduğunu iddia etse, bu hususta yaptığı ikrarı, hüküm için
onun aleyhine delil ve dayanak yapılır. Davalı inkar ettiği zaman, getirilen
şahitleri de hüküm için delil yaparak, şehadetle davacının sözünü isbat ederiz.
76. MADDE:
اَلْبَيِّنَةُ عَلَى الْمُدَّعِى وَ الْيَمِينُ عَلَى
مَنْ اَنْكَرَ
Delil davacı için, yemin inkar
eden üzerinedir.
Bu kaide, hadisi şeriften
alınmıştır. İddiacının sözü, zahi-rin hılafına olunca zayıf kalır, bunu
kuvvetlendirmesi için delile ihtiyaç duyuldu. Davalının sözü zahire uygun
olunca, takviye için yeminden başkasına ihtiyaç duymaz.
Beyyine: Adil şahit olup, davacının doğruluğunu
kuvvet-lendirir.
Dava: Hakim huzurunda birinin, hakkını başkasından talep
etmesidir.
Buna göre hak iddia eden
davacıdan hakim delil (şahit) getirmesini ister, eğer şahit getiremezse davalı
yemin ettirilir.
Bazı davalarda davalılar bir
cihetten davacı, diğer cihet-ten davalı/inkarcı olabilirler. Davacı olması
tercih edilen taraf-tan şahit/delil getirmesi istenir, getiremezse diğer taraf
delil getirir, odan delil getiremezse yemin ettirilir.
Zahirin hılafını ve ziyadeliği
iddia edenin beyyinesi/şahit-leri evladır.
77. MADDE:
اَلْبَيِّنَةُ ِلاِثْبَاتِ خِلاَفِ الظَّاهِرِ وَ الْيَمِينُ
لِبَقَاءِ اْلاَصْلِ
Beyyine, zahirin hılafını isbat
içindir, yemin aslın bekası içindir.
Asıl, zahir hali kuvvetlendirir,
başka bir teyide ihtiyacı olmaz. Zahirin hılafına olan şey, doğru ve yalan
arasında ihti-malli olur, bu yüzden birinin diğeri üzerine tercihini gerektiren
şeye (delile/şahitlere) ihtiyaç duyar.
Zahirin hılafı, aslın hılafı: Arizi sıfatların mevcut olma-sı, zimmetin borçla
meşgul olması, hadiseleri uzak vakitlerine izafe etmek gibi.
Arizi sıfatlarda asıl olan yok
olmasıdır; zimmetin beri olması, hadiseleri en yakın vaktine izafe etmek gibi.
Satış akti yapanlardan biri,
aralarındaki satış aktinin bey-i vefa olduğunu iddia etse, diğeri de kesin bir
satış olduğu nu iddia etse, zahir ve asıl, satışın kesin olduğu üzerine
olun-ca, söz satışın kesin olduğunu iddia edenin dediğidir. Satışın bey-i vefa
olması aslın ve zahirin hılafı olunca, bunu iddia edenden beyyine (şahit)
getirmesi istenir.
Birisi, başkasından alacağını
talep etse, davalı olan da bu borcu inkar etse, delil getirmek davacı için
lazımdır, zira o zahirin hılafını iddia etmektedir ki bu da zimmetin meşgul
(borçlu) olmasıdır.
Söz yeminle beraber ikinci şahıs
içindir, zira o, zimme-tinin beri olduğunu (aslı) iddia etmektedir.
İstisna:
Emanet veren kişi, emaneti
alandan emanet verdiği şeyi taleb etse, emanet alan kişi de emaneti geri
verdiğini iddia etse, veya kendi kusuru olmaksızın emanetin helak olduğunu
iddia etse, söz yeminle beraber emanet alanın dediğidir; halbuki geri vermek
veya emanetin helak olması arizi bir iştir, asıl olan arizi hallerin
olmamasıydı, bu kaidemize göre ema-neti alanın geri verdiğine veya helak
olduğuna dair beyyine getirmesi gerekirdi, zira bunlar aslın ve zahirin
hılafıdır.
78. MADDE:
اَلْبَيِّنَةُ حُجَّةٌ مُتَعَدِّيَةٌ وَ اْلاِقْرَارُ
حُجَّةٌ قَاصِرَةٌ
Beyyine, teaddi eden delildir,
ikrar kâsır delildir.
Beyyine: Hariçte sabit olan işin kendisi ile açığa çıkan
şehadettir.
Teaddi: Tecavüz eden, diğerine geçen.
İkrar: Kişinin üzerinde başkasının hakkı olduğunu haber
vermesidir.
Kâsır: Diğerine geçmeyen.
Bu kaideden anlaşılana göre
ikrar, ikrar edenin kendinde kalan ve başkasına geçmeyen bir huccettir. Beyyine
ise, baş-kasına geçen huccettir. Zira beyyine ile hakimin hükmü başkası
üzerinde geçerli olur.
Mesela bir neseb beyyine ile
sabit olunca, bu hüküm bütün insanlara sirayet eder, bunun hılafına dava
dinlenmez. Ama ikrar ile sabit olsaydı, aleyhine başkasının getirdiği bey-yine
dinlenirdi.
İkrar, ikrar edenin zannına
dayandığından kendi üzerine kasredilir, başkasına geçerli olmaz. Hasım olmasa da
kişi kendi üzerine bir hakkı ikrar edebilir; beyyinede böyle değil-dir, zira
orda hasım mevcut olmalıdır.
Mesela vasiy, ölü üzerine bir
borç olduğunu ikrar etse, bu ikrarı geçerli olmaz.
İkrar ile beyyine bir arada olsa,
ikrarı öne alınır, beyyi-neye ihtiyaç kalmazsa ikrar ile hüküm verilir.
Misal: Birisi ölünün
varislerinden birinin yanında ölünün zimmetinde şu kadar bir borç olduğunu
iddia etse, davasını beyyine ile isbat etse, hakim de zikredilen borç ile
hükmetse, bu hüküm diğer varisler hakkkında da da geçerli olur. Diğer varisler,
davacının davasını kendi huzurlarında da isbat etme-sini isteyemezler. Eğer
burdaki hüküm beyyineye değilde varisin ikrarına dayanmış olsaydı, o varisten
gayrısı üzerine geçerli olmazdı. Zira ikrar kâsır huccettir.
Bir kişi bir mala hak sahibi olsa
ve bunu beyyine ile isbat etse, hakim bu hak ile hükmetse, aleyhine hüküm
verilen kişi müşteri ise, satıcıdan ücretini dönüp almaya hak kazanır. Satıcı
mahkemede hazır olmadığını söyleme hakkına sahip değildir. Eğer hak ikrar ile
sabit olsaydı, müşteri olan kişi satı-cıya dönüp ücreti isteme hakkına sahip
olmazdı.
İstisnalar:
Kiraya veren kişi, borcunun
olduğunu ikrar ederek kiraya verdiği şeyin satılmasını taleb ederek icare
aktini fesh edebilir. Bu durum ancak, borcunu ödemek için başka bir malı
olmadığı zamandadır. Burda ikrar, başkasına teaddi etmiştir.
Kadın üzerinde bir borç olduğunu
ikrar etse, kocası bunu yalanlasa, kadının ikrarı sahihtir ve bu borç yüzünden
kadın hapsedilebilir.
Bu iki misal İmamı A’zam’a
göredir.
79. MADDE:
اَلْمَرْءُ مُؤَاخَذٌ بِاِقْرَارِهِ
Kişi, ikrarıyla sorumlu tutulur.
Ancak ikrarı, şeriat tarafından
tekzib edilirse, sorumlu olmaz.
Bir şahıs, bir malın başkasının
olduğunu ikrar etse, sonra ikrarının hata olduğunu iddia etse bu sözü
dinlenmez.
Mesela: Birisinin kendinden
alacağı olduğunu ikrar etse, sonra o borcu ödediğini iddia etse bakılır, eğer
iddiası da ikrar meclisinde ise, sözü kabul edilmez, zira ikrardan dönmek olur
ve sözünde çelişki olur. Fakat ikrar meslisinden başka bir yerde olursa, sözü
kabul edilir.
Kiraya veren kişi ücreti teslim
alsa, bunu ikrarından sonra aldığı paraların züyuf/geçmez para olduğunu iddia
etse, davası kabul edilmez.
Şeriatın tekzib ettiği ve sorumlu
olmayan ikrarın misali: Satı cı ile müşteri mebinin ücreti hakkında çekişse,
müşteri satışın bin liraya olduğunu, satıcı da iki bin liraya olduğunu iddia
etse, satıcının davası sabit olup lehine hüküm verilse, sonra şefi’ (komşu)
olan mebiyi (gayrı menkulu) almak istese, müşteri aleyhine delil getirerek
mebiyi alsa, iki bin lira vere-rek mebiyi alabilir. Halbuki müşteri, satıcı ile
olan davasında mebinin bin liraya satıldığını ikrar etmişti, fakat hakimin
hük-mü ile bu ikrarı tekzib olunmuştu. (Satıcının dediği iki bin lira-ya hüküm
verilmişti.)
Birisi falan kişinin alacaklısının
emri ile onun borcuna kefil olduğunu iddia etse ve borcun kefilden kefaleti
sebebiyle alınmasını istese, kefil de kefaleti inkar etse, davacı isbat edip
borcu kefilden alsa, kefil asıl borçludan ödediği meblağı dönüp alma hakkına
sahiptir, kefaleti inkar etmesine bakılmaz, zira şeriat onu tekzib etmiştir.
(Kefaleti sabit kılmıştır.)
İkrar edenin akıllı, baliğ olması
gerekir. Çocuğun, delinin bunak olanın ikrarı sahih değildir. İkrar edenin
rızası şarttır, zorlamayla yapılan ikrar geçerli değildir.
80. MADDE:
لاَ حُجَّةَ مَعَ التَّنَاقُضِ لَكِنْ لاَ يَخْتَلُّ
مَعَهُ حُكْمُ الْحَاكِمِ
Tenakuz ile beraber huccet olmaz,
lakin bununla beraber hakimin hükmüne halel gelmez.
Şahitler şehadetten dönse tenakuz
hasıl olur, bu yüzden şehadetleri delil olmaz; ancak ilk şehadetleri üzerine
bir hüküm verilmişse, bu hüküm bozulmaz ve bu sebeble verilen zararı şahitler
öder.
Bu kaide fıkıh kitablarındaki
–şehadetten dönmek- bah-sinden alınmıştır.
Hidaye kitabında şöyle der:
“Şahitlerin şehadetiyle hü-küm verilmeden evvel şahitler dönse, bununla tenakuz
hasıl olduğundan hüccet olmaz. Şehadetleri ile bir hüküm verilme-diğinden her
hangi bir taraf için zarar söz konusu olmadığın-dan şahitler bir şey ödemez.”
Tenakuz, ikrarın sıhhatine mani
değildir. Mesela: Bir kişi bir şeyi inkar etse, sonra onu ikrar etse, ikrarına
itibar edilir, zira ikrar eden kişi şu ikrarında töhmet altında değildir. Fakat
evvela ikrar etse, sonra inkar etse, ikinci inkarına itibar edilmez, evvelki
ikrarı geçerlidir.
81. MADDE:
قَدْ يَثْبُتُ الْفَرْعُ مَعَ عَدَمِ ثُبُوتِ اْلاَصْلِ
Bazan fer’ olan, aslın sabit
olmamasıyla beraber sabit olur.
Misal: Filancının falana şu kadar
borcu var, ben de ona kefilim, (onun emri olmadan kefil olmuş), asıl borçlu
–borcu- inkar etmekle beraber, alacaklı kişi, kefil üzerine borcu ödeme siyle
davacı olsa, kefilin borcu ödemesi lazım gelir.
Burda kefalet emirle olmadığı
halde kefilin ödemesi, asla sabit olmadığı halde fer’e ödettirilmesinin misali
oldu. Eğer kefalet asıl borçlunun emri ile olsaydı, o zaman kefil, asıl yerine
kefaletle öderdi.
82. MADDE:
اَلْمُعَلَّقُ بِالشَّرْطِ يَجِبُ ثُبُوتُهُ عِنْدَ
ثُبُوتِ الشَّرْطِ
Şarta bağlı olan şeyin, şart
sabit olunca sabit olması vacibtir.
Bir şarta bağlanan şey,
bağlandığı şart tahakkuk etme-den evvel yok hükmündedir. Eğer o şey şart sabit
olmadan evvel sabit olsa, bu durum şart olmadan meşrutun mevcut olmasını
gerektirir ki bu imkansızdır.
Muallak: Bir cümlenin mazmununun husulünü, diğer cümle nin
mazmununun husulüne bağlamaktır.
Evvelkiye –şart-, ikinciye –ceza-
denir.
Talikin hasıl olması için, talik
edilen şeyin yok olup mey-dana gelebilmesi mümkün olan bir şey olmasıdır. Bu
yüzden mevcut bir şeyin taliki yapılsa, bu talik tenciz (geçerli kılmak) olarak
itibar edilir.
Misali: Bir kişi, başkası için
“Benim senin üzerinde alaca-ğım varsa, seni ondan beri ettim.” dese, hakikatte
ondan ala-cağı olsa, borcu ibra etmiş olur.
Filancı, senin şu malını, bana şu
kadara sattı, dese, diğeri de -o şekilde sattıysa bende izin verdim- dese, o
malın söylendiği şekilde satıldığı sabit olursa, verilen izin sahihtir.
Vakı’ olması imkansız şeye
bağlanan talikler batıldır.
Birisi, başkasına hitaben dese:
“Filancı sana olan borcu-nu ödemezse, ben onu ödemeye kefilim.” Bununla şarta
bağlı kefalet sabit olur, bu sebeble kefil olan borçla taleb olunur.
Akitlere uygun olan şartlara
bağlamak sahih olur, eğer akitlere uygun olmazsa fasit olur. Bu akitler,
vekalet, ticarete izin, kadıyı görevden azletmek, kefalet, kefaletten beri
etmek, satış-tan sonra şuf’ayı teslim etmek, vasıyyet ve havale gibi.
Misal: Müvekkil vekiline dese:
“Seni her ne zaman azle-dersem sen vekilimsin.” Her ne zaman azlederse yine
vekalet akti münakit olur.
Sefihin velisi, “Halin salaha
ulaşınca ticaretine izin verdim.” derse, sefihin hali salaha ulaşınca izinli
olmuş olur.
Sultan birine derse: “Filan
beldeye ulaşınca oraya seni vali tayin ettim veya kadı tayin ettim.” Şarta
bağlanan hüküm, şart meydana gelince tahakkuk eder.
Şartın uygun olmadığı akitlerde
talik sahih olmaz. Mesela: Rüzgar esince veya filancı falancının evine girince,
sen benim vekilimsin, dese, şart tahakkuk etse de hüküm sabit olmaz.
Talikin caiz olmadığı akitler:
Satış, icare, ödünç verme, kiralama, hibe, sadaka, akde izin verme, ikrar,
borçtan ibra, mal üzerine sulh, müzaraat, müsakat, vakıf, tahkim, ikale, satıştan
evvel şuf’ayı teslim, ayıp muhayyerliği ile satışı ret hakkını iptal, şart
muhayyerliği ile satışı ret hakkını iptal, vekil azletmek, me’zunu men etmek.
Mesela: Bir kişi başkasına dese:
“Filancı seferinden gelin ce, şu evimi şu kadar liraya sana sattım veya kiraya
verdim veya onu sana hibe ettim.” Bu akitlerden biri sahih olmadığın-dan,
bunların hiç biri geçerli olmaz.
“Filancı gelirse, veya bana şu
kadar para borç verirsen, veya yarın bana elli lira vermezsen ben sana ikiyüz
lira borçlu-yum.” dese, bu borç sabit olmaz, şart sabit olsa da.
Müstesnalar:
Birisi “Ben ölürsem sen bana olan
borcundan berisin.” dese, bu sözü vasıyyete hamledilir ve (o miktar veya daha
fazla kalan malı varsa) o kişi borçtan beri olur.
Birisi “Filan ayın başında veya
Peygamberimizin doğum gününde ben sana şu kadar borçluyum.” dese, bu sözü
müec-cel bir borcu ikrara hamledilir ve vakit geldiğinde ödemesiyle emredilir.
İleriye dönük zamana izafeti
sahih olan akitler: İcare, icareyi
fesh, müzaraat, müsakat, mudarebe, vekalet, kefalet, vasıyet, vasıy tayini,
kaza, imaret, vakıf, iare, muhay yerliği iptal.
Mesela: Binamı sana yarından
itibaren bedeliyle kiraya verdim, demesiyle kira akti sahih olur.
Filan tarihten itibaren bahçemde
ziraat etmen üzere sana kiraya verdim, sözüyle de ziraatçılık akti sahih olur.
İlerki zamana izafeti sahih
olmayan akitler: Satış, satışa
izin vermek, satışı feshetmek, taksim, şirket, hibe, mal üzerine sulh, borçtan
beri etmek.
Misal: Gelecek ayın başı
itibarıyle şu şeyi sana sattım demekle, satış akti sahih olmaz.
83. MADDE:
يَلْزَمُ مُرَاعَاةُ الشَّرْطِ بِقَدَرِ اْلاِمْكَانِ
İmkan miktarınca şarta riayet
lazımdır.
Meşru’ olan ve aktin gereğinden
olan bir şarta mümkün oldukça riayet edilir, fasit ve lağv olan şartlara riayet
edilmez.
Şartlar üç kısımdır: Caiz olan,
fasit olan ve lağv olan. Burda riayet edilen şart caiz olanıdır, yani şer’i
şerife uygun olanıdır. Bu kaidede zikredilen şart, kendisinde şart edatı olma
yanlardır. Şart edatı olanlar, geri de talik kaidesinde geçmişti.
Satışın iktizasından olan şartla
yapılan satış geçerli olup şart itibar edilir.
İcarelerde akit yapanların
getirdiği şartlara itibar edilir.
Emanetlerde emanete faideli olan
şartların icrası müm-kün olursa, onlara itibar edilir.
Ortaklıkta mal sahibinin koştuğu
şartlara riayet edilir.
Vakıflardaki şartlar nass gibi
olunca, onlara riayet vacib olur; ancak şartın şeriata uygun olması gerekir.
1-İtibar edilmeyen şartların
Misali: Satış aktinde koşulan ve akit yapanların menfaatine olmayan şart lağv
olur, satış sahih olur.
Mesela: Atını birisine satsa ve
bunu kimseye satmayaca-ğını şart koşsa, satış sahihtir, şart lağvdır. Müşteri
aldığı atı istediğine satabilir.
Vekalet, karzı hasen, hibe,
sadaka, rehin, vasıy tayini, ikale, me’zunu men gibi akitler bu kısımdandır.
2- Fasit şartlarla sahih olmayan
akitler: Satış, taksim, icare, akte izin vermek, borçtan ibra, müzaraat,
müsakat, vakıf, maldan karşılık olarak inkardan veya sukuttan veya ikrardan
sulh.
Misal: Sana atımı, kendimin bir
ay binmem şartıyla sattım demesi gibi. Bu şart sebebiyle satış fasit olur, zira
bu şart satışa uygun değildir, belki akit yapanların birinin menfa-atinedir.
Evimi sana kiraya verdim, senin
bana şu kadar borç vermen şartıyla veya bir hediye vermen şartıyla, sözünde
yine icare akti fasittir.
84. MADDE:
اَلْمَوَاعِيدُ بِصُوَرِ التَّعْلِيقِ تَكُونُ لاَزِمَةً
Vaadler, talik suretleriyle lazım
olurlar.
Bu durumda, iltizam ve teahhüd
(üzerine alma) manası açığa çıkar.
Mesela “Sen filancıya malını sat,
eğer parasını alamaz-san ben vereceğim.” Dese, müşteri parayı vermezse, vaad
edenin vermesi gerekir.
Eğer vaad sırf vaad olursa, yani
talik suretinde olmazsa, bu durumda lazım gelmez.
Mesela: Birisi başkasına misli
ücretle bir malı satsa, satış tamam olduktan sonra müşteri, satıcıya ücreti
geri verirse ikale (anlaşmayı fesh) etme vaadinde bulunsa, satıcı sonradan malı
geri almak isteyerek müşteri den ikale yapmasını talep etse, müşteri mecbur
değildir, zira şu vaadi, mücerred (talik-siz) bir vaad idi.
Müstesna:
-Vaadi mücerred bir şey lazım
getirmez- demiştik, lakin bu hükümden, şu mesele istisna yapılır: Birisi
başkasına misli ücretten çok düşük fiyatla bir mal satsa, müşteri insanların
huzurunda “Satıcı ücreti geri verirse, mebiyi kendisine red edeceğini” vaad
etse, bu vaadin yerine getirilmesi vacib olur, zira bu bey-i vefa
kabilindendir. Bey-i vefanın hükmü rehin hükmünde idi, bu yüzden her iki taraf
ta fesh edebilir.
85. MADDE:
اَلْخَرَاجُ بِالضَّمَانِ
Haraç (hasıl olup meydana gelen
şey), zaman (ödeme) iledir.
Haraç: Burda, kişinin mülkünde çıkan/hasıl olan şeydir.
Yavru, gelirler, hayvanın sütü, kira bedelleri, arazi gelirleri gibi şeylerdir.
Zaman: Masraflar manasındadır. Hayvana yapılan harca
malar, akarın tamir masrafları gibi.
Yani, bu hususlarda bir şey
harcayan, mukabilindeki gelirlerden istifade eder. Mesela müşteri hayvanı ayıp
sebe-biyle geri verse, yanında onu kullandığı halde bunun için ücret ödemesi
gerekmez, zira hayvan yanında telef olsaydı, kendi mülkü olarak telef olacaktı.
Ömer İbni Abdul Aziz r.anhu bu
meselede satıcıya ücret verilmesiyle hükmetmişti, sonra hadisi şerifi (haraç
zaman iledir) görünce, evvelki hükmünü bozdu.
Satılan malın tesliminden evvel
onda hasıl olan fazlalık-ların aslında satıcıya ait olması lazım iken müşteriye
verilmek-tedir, niçin?
- Teslimden evvel mebi ile
faidelenmek mülk sahibi olmak iledir, teslimden sonra mülk sahibi olmak ve
ödeme/za-man iledir. Müşteri mebiye akitle malik olmuş ve teslim aldıktan sonra
da masraflarını üzerine almıştır.
Gasb edenin, malı sahibine
ödemesi vacibtir, buna göre gasb ettiği maldaki fazlalıkların da gasb edenin
olması lazım-dır, halbuki bu fazlalıklar da asıl mal sahibinindir, niçin?
- Gasbedenin ödemesi sorumluluğu
hususi bir ödemedir, yani bununla zamanı mülk kasdedilir. Netice; bir şeyin
menfa ati, o şey kim adına telef olursa o kişiye aittir. Gasb eden kişi, gasb
ettiği mal onun ödemesi altında olsa da, lakin mülkiyyet ona ait değildir.
86. MADDE:
َاْلاَجْرُ وَ الضَّمَانُ لاَ يَجْتَمِعَانِ
Ücret ve zaman, bir arada olmaz.
Ödenme sorumluluğu olan yerde
ücret vermekte gerekli olmaz. Mesela kişi bir hayvan kiralasa, kusuru
olmaksızın hayvan telef olsa, sadece kira ücretini öder. Hayvanı gasb etse ve
telef olsa, sadece kıymetini öder, ücret gerekmez.
Misal: Hayvanı binmek için
kiralasa, üzerine yük yüklese ve hayvan telef olsa, hayvanın kıymetini öder,
ayrıca ücret ödenmesi istenmez.
Hayvanı gasb etse ve kullansa,
hayvan elinde helak olsa, sahibine hayvanın kıymetini öder; eğer hayvanı helak
olma-dan sahibine geri verirse, kullandığından dolayı ücret vermesi gerekmez;
ancak hayvan yetim çocuğun ise veya vakıf ise veya gelir getirmek için
hazırlanmış bir yer ise bu durumlarda ücretini ödemesi gerekir.
Ücret ve ödemenin bir arada
olmaması için şart, sebeb ve mahallin bir olmasıdır. Değilse iki şey de gerekli
olur.
Misali: Birisi, başkasına sadece kendisinin
belli bir yere kadar binmesi için bir hayvan kiraya verse, o kişi kendisi bindi
ği halde arkasına (terikesine) başka birini oturtsa, eğer hay-van konuşulan
mesafeye vardıktan sonra telef olsa bakılır; eğer hayvan iki kişiyi taşıyacak
güçte ise, konuşulan ücret ve hayvanın kıymetinin yarısı gerekli olur. Burda
maksud mesafe ye ulaştığından ücret gerekti, arkasına başkasını aldığın dan
haddi aşmakla hayvanın değerinin yarısına zamin oldu. Zira burda, iki şeyin
sebebleri değişiktir.
87. MADDE:
اَلْغَرْمُ بِالْغَنَمِ
Ödeme, menfaat karşılığındadır.
Bir şeyin menfaatine nail olan,
zararını da üzerine alır. Mesela: Bir maldaki ortaklardan herbiri için, malın
zararından kendi hissesi miktarınca lazım gelir; nasıl ki kârdan da kendi
hissesince istifade ederse.
Satışlarda yazılan senedin yazma
ücreti müşteriye aittir, zira bunun menfaati müşteriye döner.
Ortak olan malın tamirine ihtiyaç
duyulsa, her bir ortak kendi hissesince masrafa katkıda bulunacaktır.
İki komşu arasında ortak olan
duvarın tamirinde, her ikisi de masrafı ortak olarak karşılar.
Vakıf binasında oturan kişi,
tamirini yapmaya mecbur-dur.
88. MADDE:
اَلنِّعْمَةُ بِقَدَرِ النِّقْمَةِ وَ النِّقْمَةُ
بِقَدَرِ النِّعْمَةِ
Nimet, külfet miktarıncadır.
Külfet te, nimet mikta-rıncadır.
Bu kaidenin ilk kısmı, evvelki
kaidenin manasındadır.
Misal: Yolda bulunan ve
babası-velisi bilinmeyen çocu-ğun masrafları hazineden ödenir, adam öldürse
diyet yine hazineden ödenir. Aynı şekil de bu çocuğun malı olsa ve ölse,
malları hazineye kalır.
89. MADDE:
يُضَافُ الْفِعْلُ اِلَى الْفَاعِلِ لاَ اْﻵمِرِ مَا
لَمْ يَكُنْ مُجْبِرًا
Fiilin hükmü, failine izafe
edilir, mücbir olmadıkça amirine izafe edilmez.
Misal: Birisi, başkasına
“Filancının malını telef et.” dese ve diğeri bunu yapsa, ödeme sorumluluğu
telef edene aittir, zira emreden kişi burda şer’an cebredici değildir. Hemde
emredenin, başkasının malında bir tasarrufu da yoktur.
Bir kimseye, satılan koyunun
kesilmesini emretse ve emredilen de, bunun satıldığını bilerek koyunu kesse,
asıl müşterinin, koyunu kesen kişiye ödettirmesi hakkı vardır. Emredene
ödettiremez. Yani emreden kişi, mecbur bırakacak şekilde zorlama (ikrah) ile
emretmemişse, (sadece sözle emretmişse), ödeme sorumluluğu emredene ait
değildir.
Müstesna:
Akıl baliğ birisi, bir malı telef
etmekle bir çocuğa emret-se, çocuk malı telef ederse, ödeme çocuğun malından
olur; ancak çocuğun velisinin, ödenen miktarı almak için emredene dönme hakkı
vardır. Fakat emreden kişi de çocuk ise, velinin asla ödenen meblağı dönüp alma
hakkı yoktur.
90. MADDE:
اِذَا اجْتَمَعَ الْمُبَاشِرُ وَ الْمُتَسَبِّبُ اُضِيفَ
الْحُكْمُ اِلَى الْمُبَاشِرِ
İşe mübaşeret edenle sebeb olan
bir arada topla-şırsa, hüküm mübaşeret edene izafe edilir.
Bir şeyi yapan mübaşirdir. Sebeb
olan, o işin vukuuna götüren şeyi yapandır. Sebeb olanın işi mutlaka kötü
neticeye götürmez. Bu yüzden işin vukuunda ödeme sorumluluğu, bizzat işi yapan
(mübaşir olan) failedir, sebeb olana değil.
Mübaşir: İşin meydana gelmesinde bizzat fiili vakı’ olan,
araya başkasının fiili girmeyendir.
Misal: Birisi umumun yolunda bir
kuyu kazsa, diğer birisi başkasının hayvanını o kuyuya atsa ve hayvan telef
olsa, hayvanı kuyuya atan kıymetini öder, kuyuyu kazan ödemez. Zira sadece
kuyunun kazılması, hayvanın telef olmasını gerek-tirmez, belki mübaşir olanın
fiili ile hayvan telef olmuştur.
Ancak birisi şöyle bir itiraz
getirebilir; eğer kuyu kazılma saydı asla hayvan oraya düşmeyecekti? Cevaben
deriz ki; telef olma işi son fiille hasıl oldu ki o da kuyuya atma işidir,
hüküm ona izafe edilir.
Eğer hayvan kendisi gelip kuyuya düşmüşse
bakılır; eğer kuyu idarecilerin izni olmadan kazılmışsa, ödeme işi kuyuyu kazan
kişiye döner.
Mesela birisi bir hırsıza yol
gösterip başkasının malını haber verse, hırsız da onu çalsa, yol gösterenin
ödemesi gerekmez.
Birisi başkasının ahırının kapısını
açsa ve atın ipini çözse, hırsız gelip atı götürse, ödeme sorumluluğu hırsıza
aittir.
Eğer sebeb telefe götürür cinsten
olursa, o zaman ödeme sorumluluğu sebeb olana döner. Misali: İki kişi tartışsa
ve birbirlerinin elbiselerini çekince birinin cebinden saati düşse ve kırılsa,
düşürmeye sebeb olan kişinin ödemesi gerekli olur.
Mesela, birisi zeytinyağı dolu
tulumu delse, veya asılı olan kandilin ipini kesse, yağ veya kandil telef olsa,
sebeb olan kişi öder.
Müstesna:
Emanetçi olan kişi, yanında olan
malı hırsıza haber verse ve hırsız malı çalsa, emanet yanında olan kişi öder,
zira emaneti korumakta kusur işlemiştir. Emanet yanında olan, ödediği miktarı
işe mübaşir olan hırsızdan alma hakkına sahiptir.
Şahitler, hakimin onlar sebebiyle
verdiği hükmünden sonra şehadetten dönseler, ödeme sorumluluğu hakime değil de
sebeb olan şahitlere gerekli olur. Zira hakim, şehadetin edasından sonra hüküm
vermeye mecburdur, sanki şahitler şehadet etmekle onu hüküm vermeye zorlamış
gibidir. Haki-min ödemesi gerekli olsaydı, hiç kimse hakimlik vazifesini yük
lenmezdi. Bu durumda insanların pek çok işleri âtıl kalırdı. Bu yüzden ödeme
sorumluluğu, hükme sebeb olan şahitlerin üze-rine yüklendi.
91. MADDE:
اَلْجَوَازُ الشَّرْعِىُّ يُنَافِى الضَّمَانَ
Şer’î cevaz, ödemeye zıtt olur.
Kişiye şeriatın cevaz verdiği bir
işi yapmak, bir zarara sebeb olsa da caiz olur.
Mesela kendi mülkünde kuyu
kazmakla, oraya bir hay-van gelip düşse, kuyuyu kazanın bir şey ödemesi
gerekmez. Zira kişinin kendi mülkünde tasarrufu, selamet şartıyla kayıtlı
değildir. Fakat umumun yoluna izinsiz olarak kuyu açarsa, telef olan şeyi öder.
Zira, kendine ait olmayan yerde izinsiz kuyu açma hakkına sahip değildir.
Yük taşımak için hayvan kiralasa,
hayvana mutad miktar veya daha az yük yüklese ve hayvan telef olsa, kiralayan
bir şey ödemez.
Emanete bırakılan hayvanın
masraflarını, emanet alan kişi hakimin emriyle hayvan sahibinin parasıyla
ödese, sonra-dan emanetçinin, hayvan sahibine bu miktarı ödemesi gerek-mez.
Bir kimseye yemek ikram etse,
sonrada ücretini talep etse, ücret gerekli olmaz.
Müstesna:
Açlıktan helak olacak kişinin,
başkasının malından bir miktarı izinsiz yemesi caizdir, fakat ücretini
ödeyecektir.
92. MADDE:
اَلْمُبَاشِرُ ضَامِنٌ وَ اِنْ لَمْ يَتَعَمَّدْ
Mübaşir, kasdetmese de zamin
olur.
Başkasının malını telefi kasdetse
de kasdetmese de, mübaşir olan verdiği zararı öder. Sebeb olan ile bunun farkı,
sebeb olanda kasıtlı olması şarttır, mübaşirde değil. Zira mübaşirde fiil,
bizzat mübaşeret edenin fiili ile olmaktadır ve fiilin müstakil illeti
mübaşeretidir, hükmü ona dayandırmak-tan kurtulamayız. Sebeb olmak müstakil
illet değildir, burda fiilin meydana gelmesi için kasıt lazım geldi ki ödeme
lazım gelsin.
Misal: Birisi bir bakkala girse,
ayağı kayıp bal küpünü kırsa, kıymetini öder.
Demircinin körüğünden veya kaynak
kıvılcımlarında sıçra yan alevler birinin elbisesini yaksa, demirci öder.
Oduncu odun kırarken sıçrayan bir
parça, komşunun camını kırsa, oduncu öder.
Birini, duvarını yıkmak için
ücretle çalıştırsa, duvardan kayan bir taş başka birini öldürse, çalışan kişi
diyeti öder.
Burdaki işlerde mübaşeret
bulunduğundan, kasıtlı olup olmamasına bakılmaz.
93. MADDE:
اَلْمُتَسَبِّبُ لاَ يَضْمَنُ اِلاَّ بِالتَّعَمُّدِ
Sebeb olan, ancak kasıtlı olmakla
öder.
Sebeb olanın ödemesinde iki şart vardır.
1- Kasıtlı olması.
2- Haddi aşması/tecavüz etmesi.
Kişinin elinden hayvanı kaçıp
birine zarar verse, hayvan sahibi kasıtlı olmadıkça bir şey ödemez.
Birisi kendi arsasında kuru
otları yaksa ve ateş başka-sının bir şeyini yakıp zarar verse, ateşi yakan kişi
ödemez; ancak kasıtlı olarak ateşi yakmışsa; mesela rüzgarlı bir günde ise,
verdiği zararı öder.
Bunun gibi, izinsiz olarak umumun
geçtiği yola kuyu kaz-sa, içine bir hayvan düşüp helak olsa, kuyuyu kazan
haksız olduğundan öder.
Kendi arazisini mutad şekilde
sulasa, suyun bir kısmı yan araziye akıp oraya zarar verse, sulayan kişi bir
şey ödemez. Eğer adetin hılafına bir sulama yapmışsa, bu durumda verdiği zararı
öder.
94. MADDE:
جِنَايَةُ الْعَجْمَاءَ جُبَارٌ
Hayvanın verdiği zarar hederdir.
Hayvanın verdiği telef, heder
olup sahibi bir şey ödemez. Ancak sahibinin kastı ve noksanlığı olmamalıdır.
Mesela: İki kişi hayvanlarını
hususi bağlanan yere bağla-salar, birinin atı, diğerinin atını helak etse,
telef eden at sahi-binin bir şey ödemesi gerekmez.
Birinin kedisi, başkasının kuşunu
telef etse, kedi sahibi bir şey ödemez.
Fakat hayvan sahibinin kasdı ve
kusuru olmamalı demiş-tik; mesela:
Kişi hayvanlarını başkasının
ekili arazisine salıverirse, verdikleri zararı öder. Kendi hayvanlarının başkasının
arazisi-ne girip ekinlere zarar verdiğini görse ve men etmese, verilen zararı
öder, zira men etmekte kusurlu olmuştur.
Umumun geçtiği yola hayvanını
salıverse, bu gibisinin yola salıverilmesi adet olmasa, hayvan yolda birini
öldürse veya bir zarar verse, hayvan sahibi ölünün diyetini veya verdi ği
zararları öder.
Saldırgan köpek, köye veya
mahalleye gelenler tarafın-dan sahibine seslenip; “Bunu muhafaza et, tut” dense
de köpek sahibi köpeği tutmasa, verdiği zararı köpek sahibi öder.
95. MADDE:
َاْلاَمْرُ بِالتَّصَرُّفِ فِى مِلْكِ الْغَيْرِ بَاطِلٌ
Başkasının mülkünde tasarrufla
emretmek batıldır.
Başkasının malında tasarruf
etmekle olan emre itibar edilmez. Bunun üzerine bir hüküm terettüb etmez. Bu
emir batıl ve sahih olmayınca sanki bir meşvere veya nasihat gibi olup,
emredenin bu yüzden bir sorumluluğu olmaz.
Geride geçen mübaşirle alakalı
kaideye göre, başkasının emri ile bir işi yapanın kendisi, verdiği zararları
öder.
Ancak, emredenin kendi malı
zannedip kişi o malı telef etse ve sonradan bunun başkasının malı olduğu
anlaşılsa, em-redilen kişi zararı öder ve ödediğini emredenden dönüp alır.
Birine şu duvara bir kapı yap
dese, emredilen de duvarı delip kapı yapsa, sonra duvarın emredenin olmadığı
anlaşılsa kapıyı yapan zararı öder.
Fakat duvarın olduğu binadan bir
kişi bunu emretse veya emreden benim için kapı yap demişse, bu durumlarda
kapıyı yapan zararı ödese de emredenden dönüp alır.
Emrin batıl olması iki şeye
dayanır:
1- Başkasının mülkü olması.
2- Emredenin velayetinin
olmaması.
96. MADDE:
لاَ يَجُوزُ ِلاَحَدٍ اَنْ يَتَصَرَّفَ فِى مِلْكِ
الْغَيْرِ بِلاَ اِذْنِهِ
Bir kimse için, başkasının
mülkünde, onun izni olmadan tasarruf etmek caiz değildir.
Birisi, başkasının duvarı
hizasına kadar yükselen bir duvar yapmak istese ve komşunun duvarını kullanmak
istese, komşunun izni olmadan duvarını kullanamaz. Komşu kullan-maya izin verse
ve sonra izninden dönse caizdir.
Başkasının arazisine veya
binasına izinsiz girmek te caiz olmaz.
Ortakların birinin, diğerinin
izni olmadan ortak hayvana binmesi veya üzerinde bir şey taşıması caiz olmaz.
İzin bazan açık olur: Birini
vekil tayin etmek gibi.
Bazen izin delalet üzere olur:
Helak olmak üzere olan bir koyunu çobanın kesmesi gibi. Çoban açıkça koyunu
kesmeye izinli değildir, fakat istihsanen izinli sayılır.
Geride geçen kaidelerde veli ve
vasiy olan kimselerin, maldaki tasar ruflarının geçerli olduğu zikredilmişti.
Mesela yangın esnasında, yangını
durdurmak için idare-ciler, yakında olan binaları, sahiblerinin izni olmadan
yıktıra-bilirler. Zira idarecilerin umuma ait velayetleri vardır.
Eğer zaruret olursa, başkasının
malında izinsiz tasarruf caiz olur.
Mesela, birinin elbisesi komşunun
bahçesine düşse, kom şunun izni olmasa da oraya girip elbisesini alabilir.
Hasta olan kişinin tedavisi için,
onun malından oğlu veya babası harcayabilir, buna izin adet cihetinden
sabittir.
Seferde olanlardan biri ölse,
arkadaşları onun kefen ve mezar masraflarını malından harcarlar ve kalan malını
varisle-rine verirler.
97. MADDE:
لاَ يَجُوزُ ِلاَحَدٍ اَنْ يَأْخُذَ مَالَ اَحَدٍ بِلاَ
سَبَبِ شَرْعِىٍّ
Hiçbir kimse için, başkasının
malını şer’î bir sebeb olmaksızın almak caiz olmaz.
Şaka maksadıyla veya kızdırmak
için birinin malını almak la kişi, gasb edici veya hırsız olmaz fakat, şeriatın
izin vermediği bir fiil olduğundan günah işlemiş olur.
Bu sebeble bulunan malın veya
rüşvet olarak alınan veya gasb edilen malın aynen sahibine iadesi gerekir; eğer
telef olduysa kıymetinin verilmesi gerekir.
İki kişi bir borç üzerine bir mal
ile anlaşsalar, sonradan böyle bir borcun olmadığı açığa çıksa, malı alanın
diğerine onu geri vermesi gerekir.
Satıcı ile müşteri malda olan bir
ayıp hakkında davalaş-salar, neticede ayıp sebebiyle ücretten bir miktar
düşülse, daha sonra ayıbın olmadığı veya kendi kendine yok olduğu anlaşılsa,
müşterinin aldığı miktarı satıcıya geri vermesi gere-kir.
Birisi hakime rüşvet verse ve
sonra buna pişman olsa, hakimden verdiği rüşveti geri isteyebilir.
Unutarak başkasının malını alan
kişi, hatırlayınca onu sahibine vermelidir, zira unutmak, kul haklarında özür
değil-dir.
98. MADDE:
تَبَدُّلُ السَّبَبِ الْمُلْكِ قَائِمٌ مَقَامَ تَبَدُّلِ الذَّاتِ
Mülk sebebinin değişmesi, zatın
değişmesi yerine kaimdir.
Bir şeyin malik olma sebebi
değişince, hükmen o şeyin zatının da değiştiği sabit olur.
Mesela: Birisi başkasına bir at
hibe etse ve ona teslim etse, bu kişi de atı başkasına hibe edip teslim etse,
ilk hibe eden hibesinden dönemez, zira at el değiştirmekle sanki kendi hibe
ettiğinden başka bir at olmuştur. Hatta son hibeyi alan kişi, atı ilk hibe
edene ücret karşılığında satabilir. Burda, hibe edenin hibesinden dönmesine
mani olmak için, hile yapılmış oldu.
Mülk sebebi üçtür:
Satış ve hibe – Miras – Mubah
olarak elde etmek.
Üçüncüsünün misali, avlanmak,
yağmur suyunu topla-mak, kimsenin arazisi olmayan yerlerde ot veya çiçek
topla-mak gibi. Kişi böyle bir şeyi alınca, artık onun mülkü olur, başkası onu
izinsiz kullanamaz.
Sadaka ve hediyelerde durum
aynıdır. Kişi damadına zekat verse, sonra onun evinde bir şey yemesi veya
içmesi caiz olur, zira damadının teslim almasıyla malın hükmü değiş-miştir.
99. MADDE:
مَنِ اسْتَعْجَلَ الشَّيْئَ قَبْلَ اَوَانِهِ عُوقِبَ
بِحِرْمَانِهِ
Her kim bir şeyi vaktinden evvel
acele elde etmek isterse, ondan mahrum olmakla cezalanır.
Birisi müverrisini (babasını),
mirasa konmak için öldürse, mirastan mahrum olur. Zira vakti gelmeden evvel
mirasa sahib olmak istemiştir, bu yüzden mirastan mahrum edilir. (Ayrıca ya
kısas edilir veya keffaret öder.)
Vasıyyet edilen kişi de, kendine
vasıyyet edeni bu sebeb le öldürse, vasıyyetten mahrum edilir.
Eğer öldürme işi kısas veya
keffaret gerektirmeyen şekil-de olursa, bu durumda mirastan mahrum olmaz.
Mesela çocuğun veya delinin
öldürmesi, kocanın veya mahremlerden birinin, zina sebebiyle kadını öldürmesi
gibi. Bunlarda mirastan mahrum edilmez.
Ölüm hastalığında hanımını
mirastan mahrum etmek isteyen koca onu üç talakla boşasa, kadın iddet içinde
iken koca ölse, kadın mirastan mahrum olmaz.
Müstesna:
Borçlu kişi, alacaklıyı öldürse,
borcun müddeti olsa da hemen ödenmesi lazım gelir.
100. MADDE:
مَنْ سَعَى فِى نَقْضِ مَا تَمَّ مِنْ جِهَتِهِ
فَسَعْيُهُ مَرْدُودٌ عَلَيْهِ
Her kim, kendi tarafından tamam
olan şeyi bozma-ya sa’y ederse, bu sa’yi (gayreti) red olunur.
Kişi kendi tarafından tamam olan
şeyi bozmaya kalksa, bu fiili geçersiz olur.
Mesela: Malını birisine satsa,
akit yapanlardan biri satışın fuzuli satışı olduğunu iddia etse, burda söz,
sıhhati ve aktin geçerli olduğunu iddia edenin sözüdür.
Birisi emanetçiye gelip, emanet
verenin vekili olduğunu söyleyerek emaneti istese, emanetçi de ona emaneti verse,
daha sonra vekaletin sabit olmadığını iddia ederek vekilden emaneti geri
isteyemez.
Buluğ haline ihtimali olan
mümeyyiz çocuk bir malı satsa veya satınalsa, buluğ çağında olduğunu itiraf
etse, daha sonra baliğ olmadığını iddia etse, bu iddiası geçerli olmaz, satışı
veya satın-alışı geçerli olur.
Müstesnalar:
Çocuğun babası veya vakıf
mütevellisinden biri veya çocuğun malındaki vasiy, çocuğun veya vakfın malını
başka-sına satsa, sonra (baba veya vasiy) satışta aldanma olduğunu iddia etse,
bu durum sabit olursa satış fesh edilir.
Müşteri, satıcının sattığı şeyi
daha evvel mescid yapmış veya kabristanlık yapmış veya vakfeylemiş olduğunu
iddia etse, isbat edilirse satış akti bozulur.
Not: Mecelenin tamamı 1851 madde olup biz bu
eseri-mizde sadece umumi olan 100 tanesini zikrettik. İnşaallah, okuyucularımız
tarafından anlaşılması kolay olmuştur.
Aksi takdirde, ilmi-fıkhi
seviyenizi biraz daha yükselt-meniz gerekmektedir, zira bu kaidelerin en güzel
izahı, yine arapça olmasıyla mümkündür.
İslamın şu değişmez kaideleri,
zamanımızda kullanıldığı gibi kıyamete kadar daim olacaktır. Bunlara tabi
olanlar, dünya ve ahıret saadetine nail oldukları gibi, ahıret sorumlulu-ğundan
da kurtulmuş olacaklardır.
Allahu teâlâ’ya sonsuz hamd,
Sevgili Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve tabileri üzerine,
sürekli salat ve selam olsun.
www.ihvanlar.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.