Lalegül Dergisi
A´dan Z´ye… ا´den ي´ye… Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken, kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olan ve sonu Cennete varan bir yoldur İlim✦Amel✦İhlas
İMAN VE İMTİHAN
Tasavvufun
başlıca gâyesi, ham insanı ihlâs ile tezyîn ederek kâmil insan hüviyetine
kavuşturmaktır. Çünkü insan, kendisini Rabb’ine vâsıl edecek kudret akışları ve
Rabbânî sırlarla techîz edilmiş olan şu kâinâta, ebediyyet âlemine hazırlanmak
için gelmiş ve bu maksada binâen muhtelif imtihânlara tâbî kılınmıştır. Onun,
ebedî âlemde kendisi için hazırlanmış olan nîmetlere nâil olabilmesi de, bu
imtihânları kazanarak bir kalb-i selîm elde edebilmesine bağlıdır.
Bu nükte
dolayısıyladır ki insanlar, îmân ve fazîlet dâvâsında çile, sıkıntı, ızdırap ve
elemle dolu binbir merhalelerden geçirilirler. Böylece Hakk yolunda ilâhî
dâvânın sâdıkları ile fâsıkları birbirinden ayırd edilir. Bunun içindir ki,
sadece îmân etmek kâfî değildir. Onu amel-i sâlihle süsleyerek ilâhî
imtihânlarda muvaffak olabilecek bir seviyeye yükseltmek zarûreti vardır.
Allâh Teâlâ
Kur’ân-ı Kerîm’de:
الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا
آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ
فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ
“Elif. Lâm.
Mîm. İnsanlar yalnız «inandık» demekle hiç imtihân edilmeden
bırakılacaklarını mı sandılar?”
“Şânım hakkı
için onlardan öncekileri de imtihân ettik. Elbette Allâh, (dîn ve îmân dâvâsında) sâdık
olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 1-3) buyurarak îmân ve
imtihânın âdetâ içiçe olduğunu beyân eylemiştir.
Buna göre;
îmân bir lutuf, imtihân da onun miyârı, kuldan istenilen sabır ve teslîmiyyetle
îmânı muhâfaza ise, bir bedel mesâbesindedir. Yâni Hakk Teâlâ, verdiği lutfunun
yüceliğini ve değerini idrâk ettirmek için kullarına takdîr buyurduğu
imtihânlarla -onların iktidarları nisbetinde- âdetâ bir bedel taleb etmektedir.
Âyet-i kerîmedeki:
إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ
وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ
“Allâh
mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…”
(et-Tevbe, 111) ifâdesi de, bu hakîkatin bir tezâhürüdür.
Dolayısıyla,
rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için, Hakk’ın istediği bedelleri (can, mal-mülk,
vesâireyi) seve seve O’nun yolunda fedâ etmek, îmânın kemâline vesîledir.
Mü’minlerin şu imtihân dünyâsındaki ibtilâ, mihnet ve meşakkatlerinin âhıret
kazancına bir bedel olarak kaydedildiği şüphesizdir.
Hazret-i
Hüdâyî ne güzel söylemiş:
Cân terkini
urmadan,
Cânân eline
girmez!
Zünnârını
kırmadan,
Îmân eline
girmez!
…..
Olmadan
esîr-i derd
Dermân eline
girmez!
Su gibi
erinmezsen,
Yerlere
sürünmezsen,
Taşlarla
örünmezsen,
Ummân eline
girmez!
Diğer
taraftan dünyâ ihtirasına kapılmış îmânsızların, Kur’ân’a ve dîni yaşamaya
çalışanlara yaptıkları tecâvüzler ise, onlar için ebedî ızdırap ve felâket dolu
bir cehennem azâbının kahredici bedeli hükmündedir. Zîrâ onlar, iki yönden
azâbı hak etmektedirler. Biri îmân etmemeleri, diğeri de mü’minlere
zulmetmeleridir.
GAFLET
Yolu engin
sahrâlara uğrayan bir seyyah, dalgın dalgın yürürken vahşî bir hayvana rastladı
ve canhıraş bir telaşla kaçmaya başladı. Fakat ne kadar hızlı koşsa da
kurtulamayacaktı. Bu sebeple kendisini, karşısına çıkan bir kuyuya hiç
düşünmeden bırakıverdi. Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında büyümüş olan bir
dal gördü ve ona tutundu.
Fakat o ne;
tutunduğu dalı biri siyah, biri beyaz iki fâre hiç durmadan kemirmekteydi.
Kuyunun dibine baktı; bir ejderha ağzını açmış onun düşmesini bekliyor, ayrıca
yuvalarından başlarını çıkarmış dört yılan var!..
Bu ahvâlin
dehşet ve vehâmetini farkeden adamcağız, büyük bir korku ve endişeye kapıldı.
İçine düştüğü şu durum, ne küçük bir ihmâle ne de vakit kaybetmeye müsâitti.
Bir an evvel, yâni fareler tutunduğu dalı kemirip bitirmeden önce kuyudan
çıkmalıydı…
Garip adam,
bu vaziyetin ciddiyet ve tehlikesini düşünürken o esnâda kuyu duvarının
kendisine yakın bir yerinde iştah açıcı güzel bir petek gördü. Canı çekti ve
içinden:
“–Şu garip
yerde böyle güzel bal!.. Durumum uygun değil ama, hiç olmazsa tadına bakayım;
ondan sonra vakit kaybetmeden yukarı çıkarım!” dedi.
Bala uzanıp
ondan tattığında da öylesine bir haz aldı ki:
“–Böyle balı
bir daha nerede bulurum; hazır onu elde etmişken biraz daha yiyeyim!” demeye
başladı ve kendisini balın lezzetine kaptırdı.
Böylece
aklını, fikrini, gönlünü ve gözünü bala çeviren bîçâre, içinde bulunduğu
durumla ilgili hiçbir şey düşünmez ve kurtuluş çâresi aramaz oldu. Bir devekuşu
nasıl başını kuma sokup etrâfından ve kendisinden haberdar olmazsa, o da aynı
şekilde âdetâ başını bala gömmüş, başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Ancak onun
bu vurdumduymazlığı ne farelerin dalı kemirmesine, ne de ejderha ve yılanların
pusuda beklemesine elbette ki hiçbir şekilde tesir etmedi. Nihâyet kemirilen dal
koptu ve gâfil yolcu, kuyunun dibine düşerek helâk olup gitti…
Bu kıssadaki
kuyu ve âfetler, dünyâ hayatını; ejderha ve yılanlar, dünyevî ve nefsânî kötü
sıfatları; bal, aldatıcı fânî lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare de
gece ve gündüzü, yâni ömrü eriten zamanı temsil eder. Seyyah da, bu şartlar
içinde şu imtihân âlemine gelip geçen bir yolcudur ki, eğer gaflete dalarsa onu
bekleyen netice helâkten başka bir şey değildir.
Bu durumda
beşer için en mühim husus, birgün nedâmet tuğyânları ile ağlatacak olan her
türlü gafletten korunmasını bilmek, ebedî huzûr ve sürûra garkedici yüce
kurtuluşa nâiliyet yolunda gayret etmek olmalıdır… Zâten insanın yaratılış
gâyesi ve içinde bulunduğu ahvâl, bunu îcâb ettirmekte değil midir?
Mâlumdur ki
her mahlûkun seâdeti, kendi yaratılışındaki gâyeye uygun olarak yaşaması ile
tahakkuk eder. Cihanın en üstün varlığı insan olduğundan onun seâdeti de,
yaratılış sebebinden haberdâr olması, davranışlarını buna göre tanzîm etmesi,
içinde bulunduğu fânî âlemin ve onun gel-geç sevdâlarının nefisle el ele
vererek hazırladığı tehlikeli tuzaklara karşı uyanık olmasıyla mümkündür. Bu
da, kimin mülkünde yaşadığı ve kimin verdiği rızık ile hayâtını devâm
ettirdiğinin idrâki içinde kulluğa yakışır bir mâhiyette derin, ince, zarîf, şükrânî
ve istikâmet üzere amel-i sâlihlerle müzeyyen bir hayata bağlıdır.
Yoksa
ahsen-i takvîm (varlıkların en şereflisi) vasfıyla yaratılan insanın, Allâh’tan
uzak, kendini bilmez ve öz cevherinden lâyıkıyla haberdâr olmaksızın yaşaması,
yukarıda geçen misâldeki gibi şiddetli bir gaflet olur ki, bu, hayat adına
hüsran dolu bir sürünme ve pek acı bir sefâlettir. Hüdâyî Hazretleri, ahsen-i
takvîm olarak yaratılan kulun bu hâle düşmemesi için îkaz sadedinde şöyle der:
Gidenleri
görmez misin?
Yer altına
girmez misin?
Hakk katına
varmaz mısın?
Nic’olur
hâlin ey gâfil?
Tâat kapusın
kaparsan
Doğru yolundan saparsan
Nice bir mala taparsan
Nic’olur hâlin ey gâfil?
Kaydol:
Yorumlar (Atom)




