Yolu engin
sahrâlara uğrayan bir seyyah, dalgın dalgın yürürken vahşî bir hayvana rastladı
ve canhıraş bir telaşla kaçmaya başladı. Fakat ne kadar hızlı koşsa da
kurtulamayacaktı. Bu sebeple kendisini, karşısına çıkan bir kuyuya hiç
düşünmeden bırakıverdi. Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında büyümüş olan bir
dal gördü ve ona tutundu.
Fakat o ne;
tutunduğu dalı biri siyah, biri beyaz iki fâre hiç durmadan kemirmekteydi.
Kuyunun dibine baktı; bir ejderha ağzını açmış onun düşmesini bekliyor, ayrıca
yuvalarından başlarını çıkarmış dört yılan var!..
Bu ahvâlin
dehşet ve vehâmetini farkeden adamcağız, büyük bir korku ve endişeye kapıldı.
İçine düştüğü şu durum, ne küçük bir ihmâle ne de vakit kaybetmeye müsâitti.
Bir an evvel, yâni fareler tutunduğu dalı kemirip bitirmeden önce kuyudan
çıkmalıydı…
Garip adam,
bu vaziyetin ciddiyet ve tehlikesini düşünürken o esnâda kuyu duvarının
kendisine yakın bir yerinde iştah açıcı güzel bir petek gördü. Canı çekti ve
içinden:
“–Şu garip
yerde böyle güzel bal!.. Durumum uygun değil ama, hiç olmazsa tadına bakayım;
ondan sonra vakit kaybetmeden yukarı çıkarım!” dedi.
Bala uzanıp
ondan tattığında da öylesine bir haz aldı ki:
“–Böyle balı
bir daha nerede bulurum; hazır onu elde etmişken biraz daha yiyeyim!” demeye
başladı ve kendisini balın lezzetine kaptırdı.
Böylece
aklını, fikrini, gönlünü ve gözünü bala çeviren bîçâre, içinde bulunduğu
durumla ilgili hiçbir şey düşünmez ve kurtuluş çâresi aramaz oldu. Bir devekuşu
nasıl başını kuma sokup etrâfından ve kendisinden haberdar olmazsa, o da aynı
şekilde âdetâ başını bala gömmüş, başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Ancak onun
bu vurdumduymazlığı ne farelerin dalı kemirmesine, ne de ejderha ve yılanların
pusuda beklemesine elbette ki hiçbir şekilde tesir etmedi. Nihâyet kemirilen dal
koptu ve gâfil yolcu, kuyunun dibine düşerek helâk olup gitti…
Bu kıssadaki
kuyu ve âfetler, dünyâ hayatını; ejderha ve yılanlar, dünyevî ve nefsânî kötü
sıfatları; bal, aldatıcı fânî lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare de
gece ve gündüzü, yâni ömrü eriten zamanı temsil eder. Seyyah da, bu şartlar
içinde şu imtihân âlemine gelip geçen bir yolcudur ki, eğer gaflete dalarsa onu
bekleyen netice helâkten başka bir şey değildir.
Bu durumda
beşer için en mühim husus, birgün nedâmet tuğyânları ile ağlatacak olan her
türlü gafletten korunmasını bilmek, ebedî huzûr ve sürûra garkedici yüce
kurtuluşa nâiliyet yolunda gayret etmek olmalıdır… Zâten insanın yaratılış
gâyesi ve içinde bulunduğu ahvâl, bunu îcâb ettirmekte değil midir?
Mâlumdur ki
her mahlûkun seâdeti, kendi yaratılışındaki gâyeye uygun olarak yaşaması ile
tahakkuk eder. Cihanın en üstün varlığı insan olduğundan onun seâdeti de,
yaratılış sebebinden haberdâr olması, davranışlarını buna göre tanzîm etmesi,
içinde bulunduğu fânî âlemin ve onun gel-geç sevdâlarının nefisle el ele
vererek hazırladığı tehlikeli tuzaklara karşı uyanık olmasıyla mümkündür. Bu
da, kimin mülkünde yaşadığı ve kimin verdiği rızık ile hayâtını devâm
ettirdiğinin idrâki içinde kulluğa yakışır bir mâhiyette derin, ince, zarîf, şükrânî
ve istikâmet üzere amel-i sâlihlerle müzeyyen bir hayata bağlıdır.
Yoksa
ahsen-i takvîm (varlıkların en şereflisi) vasfıyla yaratılan insanın, Allâh’tan
uzak, kendini bilmez ve öz cevherinden lâyıkıyla haberdâr olmaksızın yaşaması,
yukarıda geçen misâldeki gibi şiddetli bir gaflet olur ki, bu, hayat adına
hüsran dolu bir sürünme ve pek acı bir sefâlettir. Hüdâyî Hazretleri, ahsen-i
takvîm olarak yaratılan kulun bu hâle düşmemesi için îkaz sadedinde şöyle der:
Gidenleri
görmez misin?
Yer altına
girmez misin?
Hakk katına
varmaz mısın?
Nic’olur
hâlin ey gâfil?
Tâat kapusın
kaparsan
Doğru yolundan saparsan
Nice bir mala taparsan
Nic’olur hâlin ey gâfil?
Nefsin hakîkatini, cihandaki durumunu, hayata doğup bir müddet sonra ölümün
girdaplarına atılmanın hikmet ve gâyesini bilmeyen gâfil bir yolcu olmak, ne
hazin bir aldanıştır. Bu aldanışa kapılmak, âhiretin tarlası olan şu dünyâdaki
ebedî kazanç fırsatını kaçırmaktır. Yûnus Emre Hazretleri, halk arasındaki
yaygın tâbirle “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kabîlinden “henüz
fırsat eldeyken uyan” dercesine nefsine şöyle seslenir:
Nice bir uyursun, uyanmaz mısın?
Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.
Çağrışır tellâllar inanmaz mısın?
Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.
Yûnus sen bu dünyâya niye geldin?
Gece gündüz Hakk’ı zikretsin dilin.
Evliyâya uğramaz ise yolun,
Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.
Meçhul bir âlemden birer birer gelen ve bir müddet imtihan şartları içinde
yaşadıktan sonra yine teker teker dünyâ sınırından çıkıp uhrevî âleme göçen
insanoğlunun bu geliş ve gidişindeki hikmet ve sırrı anlamak istemeyen gerçek
bir mütefekkir ve münevver düşünülemez.
İnsanlık hakîkatine nüfûz edebilmek, hayat ve ölümün mânâsını
kavrayabilmek, ancak bu işâret ettiğimiz vasıftaki gafletten kurtuluşun bir
neticesidir ki, bu da, ilâhî bir nûr ile parlayan selîm bir muhâkeme,
geliştirilmiş bir kalb ve ifsâd edilmemiş bir vicdan işidir.
Cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi
fıtrî temâyüller, gafletin helâk edici tezâhürleridir. Bu girdaplarda boğularak
insanlık şerefine vedâ etmek, büyük bir hüsran ve aldanıştır. Bu aldanış sebebiyledir
ki, içlerdeki nefs denilen âleme gâfilâne ve mecnûnâne bir sûrette temâyül
neticesinde meydana gelen günâhlar, Hakk ve hakîkate perde olur. İnsanlık şeref
ve haysiyetine halel gelir. Rûhlar, karanlığa bürünür. Yaratan unutulur,
günâhlara gark olunur.
Bu hâle düşenler için âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“...Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri
katılaşmış olanlara yazıklar olsun!..” (ez-Zümer,
22)
Gerçekten de vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî
derinlik kaybolur. İstikamet sahibi olabilmek husûsunda ciddî bir zaaf ortaya
çıkar. Günâhlar, tatlı bir meltem rüzgârı gibi nefislere hoş gelir. İnsan kendi
ayıplarına karşı âmâ olur. Nasıl ki, parmakları cerâhatli bir kimse yemek
yerken elindeki cerâhatler kendisini tiksindirmez ve karşısındakinin
tiksindiğinin de ekseriyâ farkına varamaz ise, nefsin sultası altında yaşayan
gâfillerin de hatâları kendilerini rahatsız etmez. Onlar, mârûz kaldıkları ve
etrâfa verdikleri zararın da farkına varmazlar. Çünkü gaflete bir zırh gibi
bürünenler, Hakk ve hakîkat karşısında sağırlaşır ve âmâlaşırlar. Cenâb-ı Hakk
onlar için:
“Onlar, sağırlar, dilsizler ve körlerdir…” (el-Bakara, 18) buyurmaktadır.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Allâh rızâsından uzak, riyâya bulanmış,
gaflet içinde ve nefsî menfaatler mukâbilinde yapılan bir hasta ziyâretindeki
gâfil ziyâretçi ve gâfil hastanın gaflarını mizâhî bir tarzda şöyle anlatır:
Anlayışlı, hâl hatır, yol yordam bilen birisi, gaflet içinde bulunan bir
sağır ahbâbına:
“–Komşun
hastalanmış, haberin yok mu?” dedi.
Gâfil sağır,
kendi kendine ziyâretinin muhâsebesini yapmaya başladı:
«Tut ki
komşumu ziyârete gittim. Bu sağır kulakla, o hasta gencin ne dediğini ben nasıl
anlarım?» dedi.
Sonra:
«Hem insan
hasta olunca, sesi de kısık, zayıf ve yavaş çıkar. Bu durumda onun sözlerini
hiç anlayamam.» diye düşündüyse de:
«Fakat
komşudur, çâresiz gitmem lâzım. Aksi hâlde herkes beni ayıplar, itibârımı
kaybederim.» diyerek gitmeye karar verdi.
Ardından da
şöyle bir plan yaptı:
«Ben onu
ziyârete gittiğimde, dudaklarının kımıldadığını görürsem, ne dediğini tahmîn
yolu ile, çeşitli kıyaslarla anlamaya çalışırım. Hastaya duymadığımı da belli
etmem. Zaten o da içinde bulunduğu ızdırabdan dolayı bunun farkına varmaz.
Evvelâ:
“–Nasılsın
ey benim dertli komşum?” derim.
O da,
karşılık olarak elbette:
“–İyiyim,
hoşum!” diyecektir.
Ben de:
“–Allâh’a
şükürler olsun!..” derim.
Sonra:
“–Ne yemek yedin?” diye sorarım.
O:
“–Şerbet içtim, yahut mercimek çorbası yedim.” der.
Ben de:
“–Sıhhatler
olsun, âfiyetler olsun!” derim.
Sonra:
“–Peki,
hekimlerden kim geliyor? Kim bakıyor?” diye sorarım.
O da:
“–Filân
geliyor.” diye cevap verir.
Ben de
kuvve-i mâneviyyesini takviye için:
“–O hekimin
ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız; o gelince işler yoluna girdi
demektir.” derim.
O gâfil
sağır adam, kıt aklınca bu tahmînî konuşma, kıyaslama ve bu suâl ve cevapları
tasarladıktan sonra kalktı, hastayı ziyârete gitti.
Aynen tasarladığı
gibi ilk önce:
“–Nasılsın
ey benim dertli komşum?” dedi.
Binbir acı
ve ızdırap içinde kıvranan hasta, inleyerek:
“–Çok
fenâyım, sanki ölüyorum.” dedi.
Ancak bunu
işitmeyen sağır, derhal daha evvel içinden kurduğu cevabı yapıştırdı:
“–Allâh’a
şükürler olsun!..”
Hasta, bu
söze son derece incindi, canı iyice sıkıldı. Komşusunun tezatlı hâlinden bir
şey anlayamadı:
«Demek ki bu
komşu, benim ölmemi istiyor!..» diye düşündü.
Bundan
habersiz olan sağır, ikinci suâlini sordu:
“–Ne yedin?”
Zaten canı
sıkılmış bulunan hasta kızgınlıkla:
“–Zehir,
zakkum!” dedi.
Sağır:
“–Âfiyetler
olsun!” deyince, hastanın öfke ve kahrı büsbütün arttı. Çünkü hasta, olgun
kişilerden değildi.
Bundan sonra
sağır:
“–Derdine
çâre bulmak için hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedâvî ediyor?” diye sordu.
Hastanın
öfkesi had safhaya geldi. Tahammül edemeyip büyük bir gazapla haykırdı:
“–Kim
olacak, Azrâîl geliyor! Haydi beni daha fazla çıldırtmadan defolup git
buradan!” dedi.
Fakat gâfil
sağır, adamın söylediklerini duymadığı gibi onun hâlinden de ne durumda
olduğunu anlamıyor, habire tasarladığı cevapları sıralıyordu. Hafif hafif
başını sallayarak hastaya bu defa:
“–Onun ayağı
çok uğurludur. O geldiği için sevin, neş’elen!” cevabını verdi ve vazîfesini
yerine getirmenin memnûniyetiyle hastanın yanından ayrıldı.
Evden
çıkarken:
«İyi ki,
böyle bir ziyareti gerçekleştirdim de itibârımı korudum. Hem de bir zavallının
gönlünü almış oldum.» diyordu.
Oysa kıt
akıllı ahmak ve gâfil sağır, bu ziyâretinden çok zararlı çıkmıştı. Ama o,
gafletinden dolayı kendisinin kârlı çıktığını zannediyordu.
Onun
ayrılmasından sonra derin bir nefes alan hasta da, komşusunun sağırlığını
düşünmeyerek gaflet içinde kötü sözler söylüyor:
«Meğer çok
iyi bir kimse olarak bildiğimiz şu komşumuz olacak adam, bizim can
düşmanımızmış! Ne yazık ki, onun bir ezâ küpü ve bir cefâ kaynağı
olduğunu bilememişiz!..» diyor, durmadan kahırlandıkça kahırlanıyor ve gâfil
sağır komşusu hakkında bedduâ ediyordu.
Kendi
kendine:
«Hasta
ziyâretine gitmek ve hâl hatır sormak, gönül almak içindir. Bu adam ise, Allâh
rızâsı değil, kul rızâsı için, hatır sormak da değil, hatır kırmak, düşmanlık
etmek ve kötülük yapmak, sanki bir hastadan intikâm almak için gelmiş!
Düşmanını hasta, zayıf ve bitkin bir hâlde görüp de kötü kalbini sevindirmek ve
memnûn etmek istemiş! Halbuki ben onu komşuluk müddetince hiçbir zaman
incitmedim!..» diyordu.
Hazret-i
Mevlânâ buyurur:
“Sağır kişi
gönül yapayım derken gönül kırdı. Tahmînî ve uydurmaca sözlerle hastanın
kalbine ateşler düşürdü. Gösteriş için hasta ziyâretine gittiğinden kendi
kendini günâha sokup yaktı.”
“O gâfilin
yaptığı bomboş kıyaslar yüzünden on yıllık komşuluk hakkı ve ahbaplığı yok olup
gitti.”
“Diğer taraftan
hasta da, hiddetine mağlûb olup sabredemedi ve ilâhî nasîblerden mahrûm oldu.
Hüsn-i zanna sarılmak sûretiyle gerçeği merak edip öğreneceği yerde sû-i zan
çukuruna dalarak kendine yazık etti.”
“Bunlar gibi
niceleri vardır ki, ibâdetleri ve beşerî davranışları Hakk rızâsı için değil,
menfaat mukâbilidir. İçine nefs karışan ibâdetleri ile sevap kazanmaya ve
dolayısıyla cenneti elde etmeğe çalışırlar.”
“Halbuki
onların ibâdet diye yaptıkları işler, birer gizli günâh ve şirk-i hafî
olmaktadır. Çünkü Hakk’tan gayrıyı hedef tutan ibâdet, suçtur. Gösteriş için
kılınan namaz, dıştan temiz ve saf görünürse de içi gizli şirkle bulanmaktadır.
Nasıl ki, içine bir damla necâset düşen bir menbâ suyu, lezzetini kaybederse,
hasta ve gâfil kalble yapılan ibâdetler de böyledir.”
Diğer
taraftan hikâyedeki sağırın kendi gâfil dünyâsına göre hastanın davranış ve
sözlerini yorumlayıp hakîkat dışı neticelerle hareketlerini tanzîm etmeye
çalışması, bugünkü mâneviyat sağırlarını tedâî ettirmektedir. Zîrâ günümüzün
böyle birtakım mâneviyat sağırlarının, Kur’ân kursları ve İmam-Hatip
mekteplerinin kapanmasına karşı duyarsız ve hissiz kalmaları başka türlü îzâh
edilemez. Ayrıca bu târihî hatâ karşısında firâset sahibi halkın feryâd ü
figânına sağır kesilerek “akı kara, karayı ak” olarak tefsîr eden gâfil
idârecilerin anlamsız tavırları da, ne müthiş bir gaflet ve hüsrân örneğidir.
Dünyâ
sofrasından şuûrsuzca istifâde edenler, fânî nîmetlerle bahtiyâr olmaya
çalışırlar. Dünyâda nefsânî yaşamayı cennet hayâtı kabûl ederler. Lâkin bu ilâhî
güzellikleri yağmalayanların acı bir muhâsebe ile karşılaşacakları mutlaktır.
Hazret-i
Mevlânâ -kuddise sirruh-, gafleti, yâni dünyâya aşırı meyli şu şekilde tasvîr
eder:
“Eğer bu
âlemde muhtelif şerbetlerin en saf ve a’lâsını içip üzerine mûtenâ yemekler
yesen, bil ki, rü’yâda yemiş ve içmiş olursun. Uyandığın vakit, bu âlemde yine
aç ve susuzsun!.. Rü’yâda içmiş olduğun o şerbetlerin ve yediğin nîmetlerin
sana aslâ bir faydası yoktur. Yâni dünyâ, uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir.
Gerçekten de dünyâ ve onun nîmetleri şuna benzer ki, bir kimse, rü’yâda bir şey
ister, ona verirler. Âkıbet uyanır ve rü’yâda nâil olduğu şeylerden hiçbir eser
kalmaz. Bu dünyâ hâli, rü’yâda istenilen ve ancak rü’yâda nâil olunan fânî
oyuncaklardan ibârettir.”
Allâh Teâlâ
buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) hevâ ve hevesini
ilâh edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Câsiye, 23)
Hikâyede
anlatılan baştaki kulak, birtakım harf ve sözleri işitip anlayabildiğini, yine
o baştaki göz, bir şeyler gördüğünü zannedebilir. Lâkin gizli sırları ve
sesleri işitmesi gereken gönül kulağı ne hâlde? İlâhî kudret akışlarını ve
esrâr-ı ilâhiyyeyi seyredecek o kalb gözü ne âlemde? Eğer o kalb sağırsa ve o
göz körse, bu durum, gâfili iki cihan bedbahtı eylemez mi?..
Rivâyete
göre Yûnus -aleyhisselâm-, bir defasında Hazret-i Cebrâîl’e:
“–Bana
yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi.
O da, bir
adam gösterdi ki, elleri ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi
ve gözü de kaybolmuştu. Şöyle demekteydi:
“Ey
Allâh’ım! Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen ancak sen verdin.
Neden uzaklaştırmış isen de, ancak sen uzaklaştırdın. Ey Allâh’ım! Benim içimde
sadece bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca sana vâsıl olmaktır.”
Görülüyor ki
kalb atışları, kul rızâsında değil de Hakk rızâsında olunca, niyetler ve
ameller farklılık kazanmakta ve cennet va’dedilen ameller meydana gelmektedir.
O hâlde
gafletten kurtuluş için kalbi tasfiye, nefsi tezkiye edip gönlü mâsivâdan
boşaltmak ve kâinattaki kudret, hikmet ve zerâfet tezâhürlerini değişik
manzaralar hâlinde gönülde seyredebilmek, zarûrîdir.
Mârifet ehli
der ki:
“Ey mârifet
yolcusu! Bu yolda; sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü
şükürle; isyânı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs
ile; ısrârı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle değiştirmedikçe
mesâfe alamazsın!..”
Aksi hâlde
insan, gafletten bir türlü kurtulamaz ve elindeki bir testi suyu bir ummân
zannederek birçok hakîkat ve nasîblere karşı gözleri perdeli olur da gönlü, iki
dünyâda da mahrûmiyyet içinde kalır. Böyleleri, daha yaşarken bile ölü
olanlardır. Rivâyet edilir ki Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri bir cenâze namazında
beş defâ tekbîr almıştı. Cenâze namazının dört tekbirle ikmâl edildiğini bilen
cemaat bu duruma şaşarak sordu:
“–Ey Cüneyd!
Cenâze namazında dört tekbirden fazlası görülmemiştir. Beşinci tekbir nereden
çıktı?”
Hazret-i
Cüneyd de şöyle buyurdu:
“–Aldığım
dört tekbir, mevtâ içindi. Beşinci tekbiri de, bu mevtâdan daha ölü bir
vaziyette bulunan şu diriler için aldım. Belki kendilerine gelip, ölüm gelmeden
uyanırlar.”
Ahsen-i
takvîm olarak yaratılan bir kulun gaflet içinde yaşayarak abeslerle meşgûl
olması ve ömrünü hebâ eylemesi, insanlık şeref ve haysiyeti adına ne kadar abes
bir hâldir.
Hüdâyî
Hazretleri, bu abesliğe düşenlere şöyle seslenir:
Hakk’ı koyup
bâtıla meyl ü muhabbet neden?
Tâbi-i şeytân olup fitne vü şirret neden?
Râh-ı salâha gidip sulh ve sülûk ehli ol,
Nefse uyup
herkese hiddet ü şiddet neden?
Mülk-i
Süleymân ile taht-ı İskender hani?
Bildin ise
bunları, fânîye rağbet neden?
Bir nefis
muhâsebesi tarzında söylenen bu ifâdeleri dâimâ tefekkür hâlinde olmak
lâzımdır. Sâlih bir zâtın, dostuna yazdığı bir mektubunda söylediği şu
hakîkatler ne kadar derin ve güzeldir:
“Nefsini
hesâba çeken kazanır; gâfil olan hüsrâna uğrar. Merhamet eden merhamet bulur.
Dikkatle bakan görür; iyice gören anlar; anlayan bilir; bilen amel eder; amel
eden de iki cihanda selâmete ulaşır.”
Şu fânî
âlemde bize düşen, beşerî tâkatler muhtevâsı içinde yaratandan gâfil, yaratılış
sebebinden de habersiz olmamak; kalbî bir hayatla Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i
seniyyeye muhabbet ve râbıta; derin bir tefekkür ve bir vicdan muhâsebesidir.
Cihânın
nîmeti olan insanın, Hâlık’ına yakın yaşaması gerekir. Hayatî kıymetleri veren,
günâhları afveden, gönülleri ve sırları bilen Rabb’imize kulluk zarûrîdir.
İbâdetlerin bir vakti vardır. Îmân ve kulluk ise, bütün bir ömre şâmildir.
Cenâb-ı
Hakk, cümlemizi sırât-ı müstakîmde yürüyen uyanık ve diri gönül sahipleri olan
dostlarının zümresine dâhil eylesin! «Dahîlek yâ Rasûlallâh!» sırrına mazhar
kılsın!
Âmîn!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.