A´dan Z´ye… ا´den ي´ye… Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken, kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olan ve sonu Cennete varan bir yoldur İlim✦Amel✦İhlas
LEDÜNNÎ İLİM (LEDÜN İLMİ)
Bu ilim,
ancak Allâh Teâlâ’nın lutfetmesiyle nâil olunan tamamen Hak vergisi, vehbî
bir ilimdir.
Kur’ân-ı
Kerîm’de bu ilim hakkında “bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir ilim” mânâsına
gelen « مِن لَّدُنَّا عِلْمًا » ifâdesi kullanılmıştır.7 “Ledünnî
ilim” tâbiri de buradan gelir.

Allâh Teâlâ
ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ edilse bile
anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i şerîflerin
mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- ashâbına:
“Şâyet
bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât,
112) buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte de:
“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki,
onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, IV, 8)
buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar,
ancak aklen ve rûhen yükselmiş, “havâs” veya “havâssü’l-havâs”8
tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu
kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu
tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir an’anedir. Zîrâ,
satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış
anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla
birlikte kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mes’ûliyeti vardır.
Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.
Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şer’î
gerçeklerdir. Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân
ve amel mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî
seviyedeki kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir
şekilde takdîr etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini
tâyin sebebine binâen, âleme ilân olunmuştur.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman
kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek
çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.9
Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması
güç birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan
sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi,
pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında
böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan
sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle
gerçekleştiği târihî bir an’anedir.
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali’ye ilâveten sahâbeden İbn-i Mes’ûd, Ebû
Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî
ilme âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır.
Allâh Teâlâ, kendisinden hakkıyla ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını
ilâhî irâdeye râm edebilen kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların
tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce Rabbimiz, böyle muttakî
kullarına husûsî bir ilim ve hikmet lutfettiğini Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle
bildirmektedir:
يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
“Ey îmân edenler! Eğer Allâh’tan ittikâ
ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırd edecek
bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar.
Çünkü Allâh, büyük lutuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)
“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve
Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında
yürüyeceğiniz bir nûr lutfetsin…” (el-Hadîd, 28)
Hadîs-i şerîfte de:
“Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ
bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ,
X, 15) buyurulmuştur.
Râbıta

Bir varlığa
duyulan muhabbet şiddetlendikçe, bu muhabbetten o varlığa herhangi bir
“nispeti”, yâni yakınlığı, benzerliği veya ilgisi olan her şeye, o yakınlığın
şiddeti derecesinde bir pay isâbet eder.
Meselâ,
mürşidini aşırı derecede seven bir mürîd, ona âit tavırlardan
-nâkıs da olsa- benzer davranışlara sâhip olanlara bile, o davranışlar
mürşidini hatırlattığı için muhabbet duyar. Mürşidinin bir yakınıyla
karşılaşsa, onu Kâbe’den henüz dönmüş bir hacıya mülâkî olmuşçasına iltifâtlara
gark eder. Mürşidinin kullandığı herhangi bir eşyâya sâhib olmak, onun rûhunda
nihâyetsiz bir sürûr meydana getirir. Bu keyfiyet, Veysel Karânî Hazretleri’nin
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından kendisine
gönderilen Hırka-yı Saâdet karşısında duyduğu sürûrun bir benzeridir.
Muhabbetin
ziyâdeleşmesine paralel olarak, sevilen varlığa “nisbet” keyfiyeti, gitgide en
kuvvetli nisbetten en zayıfına doğru bir şümûl kazanır. Burada şunu da ifâde
edelim ki muhabbetin şümûlünü, merkezinde sevilen varlık olmak üzere, yakın ve
uzak bütün nisbetleri ihtivâ edecek şekilde bir dâire gibi sonsuza kadar
genişletmenin tasavvuftaki adı “aşk-ı mutlak”tır.31 Bu keyfiyet
Yûnus’un:
“Yaratılanı hoş gör
Yaratandan ötürü”
mısralarında
ifâde ettiği gibi sıfat, mâhiyet ve amelleri her ne olursa olsun, Yaratan’ı
hürmetine bütün mahlûkâtı, muhabbet ve merhametle kucaklayabilme hâlidir. Bu,
âşığın ulaşabileceği son merhaledir. Bu merhaleye kadar bulunduğu -hemen hemen-
her noktadaki hâlinin ifâdesi ise, “aşk-ı mecâzî”dir.
Sâlik,
mürşidine aşk ve muhabbetle bağlandığı anda, bu “aşk-ı mecâzî” başlamış olur.
Bu aşk da “mecâzî”dir. Çünkü kalb, Allâh’a mahsûs bulunduğundan hakîkî mâşûk,
Allâh’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanılan hâller, bir
saraya çıkışta merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbin
muhabbetullâha hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Tâbir câizse
“Leylâ”dan “Mevlâ”ya ulaşma gayretidir. Bu gayretlerde en feyyâz merhale,
gerçek bir mürşid-i kâmile mülâkî olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin mânevî
heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli tezâhürü ise râbıtadır. Muhabbetin
böyle sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede bir şiddete
ulaşması, “râbıta”nın ta kendisidir.
Râbıtanın
lügattaki mânâsı, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir
canlı yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir.
Diğer bir
ifâde ile râbıta, varlığın özünü teşkîl eden muhabbetin bir tezâhürüdür.
Muhabbetin tâzelik ve zindeliğinin devâm ettirilmesidir.
Üç türlü
râbıta vardır:
1- Tabiî
Râbıta:
Ferdin
yakınlarına duyduğu muhabbettir. Bu, fıtrî sâiklerin eseridir. Bir annenin
evlâdına olan muhabbeti gibi.
2- Bayağı
(Süflî) Râbıta:
Men edilmiş
olan şeytânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla
meşgûl olup çoluk-çocuğunu dahî unutması gibi.
3- Ulvî
Râbıta:
Mukaddes
mefhûmlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a götüren vesîlelere râbıtadır.
Kalben tecliye (cilâlanma) ve müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselerin
rûhâniyetinden istifâde etmek için, fiilen veya mânen dâimî bir sûrette onlarla
birlikte olmaktır.
Biz burada,
râbıtanın yukarıda saydığımız bu üç nev’inden sonuncusunu anlatacağız. Bu,
sâlikin mürşidinden lâyıkıyla istifâde edebilmesi için, onun muhabbetini
gönlünde dâimî bir sûrette tâze tutmak üzere gerçekleştireceği bir mümâreseyi
ifâde eder.
Tasavvufî
eğitim metodlarından biri olan râbıta, her tarîkatte adı ve tatbik şekli az çok
farklı olmakla berâber, umûmiyetle mürîdin mürşidini gözünün önünde
canlandırması ve onun hâl ve tavırlarını hatırlayarak, ulvî duygularla hemhâl
olması demektir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ tâze
tutulması, müride mânevî bir zindelik kazandırır.
İnsan, tesire açık bir varlıktır. Bazı hastalıklarda olduğu gibi
insanoğlunun “hâl”lerinde de sirâyet özelliği vardır. Rûhlar arasındaki mânevî
alışveriş, hayatın inkâr edilemeyecek gerçeklerinden biridir. Husûsiyle faal ve
müessir şahsiyetlerdeki kuvvetli rûhî temâyüller, onların yakınında bulunanlara
istîdâdları nispetinde -az veya çok- intikâl eder. Bu intikâl, sirâyet eden
“hâl”in müsbet veya menfî olmasına da bağlı değildir. Her hâlükârda intikâl
vâkî olur. Yeter ki arada muhabbet ve ünsiyet bağları bulunsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)