Bu ilim,
ancak Allâh Teâlâ’nın lutfetmesiyle nâil olunan tamamen Hak vergisi, vehbî
bir ilimdir.
Kur’ân-ı
Kerîm’de bu ilim hakkında “bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir ilim” mânâsına
gelen « مِن لَّدُنَّا عِلْمًا » ifâdesi kullanılmıştır.7 “Ledünnî
ilim” tâbiri de buradan gelir.
Esâsen,
Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği
hakîkatler, üç kategori teşkil eder. Bunların birinci kategorisindeki
gerçekler, ancak nûr-i nübüvvetle idrâk olunabildiğinden, bunlar, Allâh Teâlâ
ile O’nun yüce Peygamberi arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından hiç kimseye ifşâ
etmemiştir.
Allâh Teâlâ
ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ edilse bile
anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i şerîflerin
mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- ashâbına:
“Şâyet
bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât,
112) buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte de:
“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki,
onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, IV, 8)
buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar,
ancak aklen ve rûhen yükselmiş, “havâs” veya “havâssü’l-havâs”8
tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu
kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu
tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir an’anedir. Zîrâ,
satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış
anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla
birlikte kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mes’ûliyeti vardır.
Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.
Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şer’î
gerçeklerdir. Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân
ve amel mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî
seviyedeki kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir
şekilde takdîr etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini
tâyin sebebine binâen, âleme ilân olunmuştur.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman
kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek
çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.9
Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması
güç birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan
sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi,
pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında
böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan
sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle
gerçekleştiği târihî bir an’anedir.
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali’ye ilâveten sahâbeden İbn-i Mes’ûd, Ebû
Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî
ilme âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır.
Allâh Teâlâ, kendisinden hakkıyla ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını
ilâhî irâdeye râm edebilen kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların
tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce Rabbimiz, böyle muttakî
kullarına husûsî bir ilim ve hikmet lutfettiğini Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle
bildirmektedir:
يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
“Ey îmân edenler! Eğer Allâh’tan ittikâ
ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırd edecek
bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar.
Çünkü Allâh, büyük lutuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)
“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve
Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında
yürüyeceğiniz bir nûr lutfetsin…” (el-Hadîd, 28)
Hadîs-i şerîfte de:
“Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ
bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ,
X, 15) buyurulmuştur.
Kaynak: İMANDAN İHSANA TASAVVUF - Osman Nuri Topbas
Cübbeli Ahmet Hoca-1997-05-13-Musa ve Hizir (a.s.) Ledün Ilmi
Bir hadîs-i kudsî de şu mealdedir:
“Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse,
ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha
sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara
ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu
severim. Kulumu sevince de ben (âdetâ) onun işiten kulağı, gören
gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm,
bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)
Görüldüğü
üzere farzları âdâb ve erkânına riâyet ederek ihlâsla edâ ettikten sonra, aşk,
şevk ve vecd ile gönülden yapılan nâfile ibâdetler, Cenâb-ı Hakk’ın böyle
muhteşem lutuf ve ikrâmlarına birer vesîle teşkîl etmektedir. Bunun için nefsin
süflî arzularına karşı koyarak haram ve şüphelilerden sakınmalı, sünnet-i
seniyyeyi hayat tarzı edinmelidir. Bu lutuflara nâiliyyet için bedenî hazları
hadd-i lâyığında (gerektiği ölçüde) tutup, rûhî âlemi inkişâf ettirmelidir.
Çünkü bu öyle büyük bir lutuftur ki Cenâb-ı Hak, insanın beşerî zaaflarıyla
perdelenen idrâkini, doğruya, gerçeğe, hikmete açıverir. İnsan her hâl ve hareketinde ilâhî irâdeye göre adım atar. Teşhis ve
tahminlerinde isâbet eder. Sebep ve bahâneler, zâhirî görüntüler, irâdesi
Hakk’ın irâdesinde erimiş böyle bir kulu aldatamaz. Kul, hâdisâtın içyüzünü
keşfetmeye ve ileri görüşlülüğe nâil olur.
Kalbe gelen ilhâmlarla isâbetli tahmin ve teşhiste bulunmanın yanısıra bir
de akla gelen ve zihne doğan hoş ve ince fikirler vardır ki bunlar kelimelerle
değil, çoğu zaman işâret ve rumuzlarla ehline bildirilen, kalb ahvâline dâir
rakîk mânâlardır. Bunlara “latîfe” veyâ bunun çoğulu olan “letâif”
tâbir olunmuştur. Bu mânâlar, Hak Teâlâ’nın mâneviyat yolundaki sâlih kullarına
lutfettiği işâret ve rehberlerdir.
Ayrıca, Cenâb-ı Hak, sâlih kullarına düştükleri müşkil durumlarda gâibden
gelen seslerle îkâz etmek sûretiyle de yardımda bulunabilir. Buna “hâtif”
denilmiştir ki sâhibinin görülmediği, gizliden gelen sesler demektir.10
Sâlikin kalbinde ortaya çıkan ve onu Hakk’a dâvet eden seslerdir.
Şu hâdise, hâtiften ses işitmenin bir hakîkat olduğuna delâlet eder:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra O’nu
gasletmek isteyen ashâb, acabâ diğer ölülerimiz için yaptığımız gibi Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i elbisesini çıkarıp da mı gasledelim, yoksa
elbisesi üzerindeyken mi yıkayalım, diye ihtilâfa düşmüşlerdi. Bu ihtilâf
üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, elbisesi çıkarılmadan
yıkanacağı, gâibden gelen bir sesle bildirilmiştir.11
Allâhu Teâlâ, peygamberleri vâsıtayla insanlara, “Kitâb”ı, “Hikmet”i ve
diğer bilmediklerini öğretmiştir. Bu tâlim, bazen açıktan, bazen de ledünnî
olarak doğrudan kalbe gelen ilhâmlar şeklinde gerçekleşmiştir. Ancak bu hâller,
yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi çoğu zaman insan idrâkiyle kavranması güç bir
keyfiyette tezâhür ettiğinden, insanların ekserisine meçhûl kılınmıştır. Fakat
ledünnî ilmin hak ve hakîkat olduğu Kur’ân ve sünnetle sâbittir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de12 ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in bâzı hadîs-i şerîflerinde anlatılan, Hazret-i Mûsâ
-aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm- arasında cereyan eden şu hâdise,
ledünnî ilmin muhtevâsından muhteşem pırıltılar aksettirmektedir:
Hazret-i Mûsâ ve ona inananların peşine düşmüş olan Firavun ordusu,
İsrâiloğulları’nın gözleri önünde Kızıldeniz’e garkolmuştu. Bu ilâhî lutfun
ardından Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- kavmini topladı. Onlara çok fasih, belîğ
ve ateşli bir vaaz verdi. Öyle ki dinleyenlerin kalbleri yumuşadı, gözleri yaş
döktü. Kavmi, Hazret-i Mûsâ’nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı.
İçlerinden biri, bu sohbetin feyziyle mest olarak:
“– Ey Allâh’ın peygamberi, dünyada senden daha âlim bir kimse var mı?” diye
sordu.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ise hoşuna giden bu suâle “Allâh bilir”
demeksizin:
“– Hayır, böyle bir kimse bilmiyorum.” diye cevap verdi. Bu sûretle bir
zelle13 işlemiş oldu. Allâh Teâlâ bu cevâbı hoş görmedi ve o esnâda
Hazret-i Mûsâ’ya vahyederek:
“– İki
denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, o senden daha âlimdir. Ona, husûsî
bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir.” buyurdu.
Mûsâ
-aleyhisselâm- bu ilmi öğrenmek arzusuyla:
“– …O iki
denizin birleştiği yere kadar durup dinlenmeksizin gideceğim, (gerekirse) senelerce yürüyeceğim
dedi.” (el-Kehf, 60)
Daha sonra
kızkardeşinin oğlu Yûşâ bin Nûn ile yola çıktı. Seyahat esnâsında bâzı
tecellîler yaşandı. Nihâyet aradıkları şahsı buldular. Kur’ân-ı Kerîm’de bu
buluşma şöyle bildiriliyor:
“Derken,
kullarımızdan bir kul buldular ki, ona nezdimizden bir rahmet vermiş, yine ona
tarafımızdan bir ilim (ledünnî ilim) öğretmiştik.” (el-Kehf, 65)
Mûsâ
-aleyhisselâm-’a vahiyle işâret edilen bu zât, bir kayanın üzerinde yeşil bir
hırkaya bürünmüş vaziyetteydi. Hazret-i Mûsâ yaklaşıp selâm verdi ve:
“– Ben
Mûsâ’yım.” dedi.
Hızır14
-aleyhisselâm- da:
“– Demek
Benî İsrâil peygamberi Mûsâ sensin.” dedi.
Mûsâ
-aleyhisselâm-:
“– Bana
Allâh tarafından, insanların en âlimi olarak bildirilen zât sen misin?” diye
sordu.
Hızır
-aleyhisselâm- cevâben:
“– Yâ Mûsâ,
Allâh sana bir ilim vermiştir, o bende yoktur; bana bir ilim vermiştir, o da
sende yoktur.” dedi.
Mûsâ
-aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’a:
“– Allâh’ın
sana öğrettiği rüşd’ü (hakîkate ulaştıracak ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için sana tâbî
olabilir miyim?” (el-Kehf, 66) dedi.
Mûsâ
-aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’dan bu ilmi tahsîl etme arzusunu böylece
bildirdi. Görülüyor ki bu ilmin tahsîli için âyet-i kerîmede geçtiği üzere
“tâbî olmak” gerekiyor. Zîrâ bu ilim sadırdan sadıra intikâl edecektir. Bunun
için de bir maiyyet, yâni maddî-mânevî berâberlik mecbûriyeti vardır.
Mûsâ
-aleyhisselâm- zâhiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâip ve garâipten
görülen bâzı hakîkatlerin hikmetini Hızır -aleyhisselâm-’dan öğrenmek
istiyordu. Hızır -aleyhisselâm- ise Musâ -aleyhisselâm-’a:
“– Doğrusu
sen benimle berâberken sabretmeye aslâ muktedir olamazsın! İç yüzünü bilmediğin
bir bilgiye nasıl sabredeceksin?” (el-Kehf, 67-68) dedi.
Hızır
-aleyhisselâm-, aslında daha bu sözüyle, Hazret-i Mûsâ’nın psikolojik durumu
hakkında ilk keşfi yapmış, O’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu hâl sonunda
gerçekleşecekti. Çünkü bu ilim büyük bir sabır istiyordu ve Mûsâ -aleyhisselâm-
ise çok hareketli bir hayattan geliyordu. Burada Hazret-i Mûsâ’nın alacağı
ders, ilâhî hakîkat ilmi karşısında kendi mevkîini ve acziyetini görmekti.
Mûsâ
-aleyhisselâm- ise ısrarla:
“– İnşâallâh
beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.” (el-Kehf, 69) dedi.
Hızır
-aleyhisselâm-:
“– Mâdem
bana uyacaksın, ben sana bir şey söylemedikçe, hiçbir konuda bana suâl sorma!” (el-Kehf, 70) dedi.
Bunun
ardından sâhilde berâberce yürüdüler. Nihâyet iki kardeşe âit bir gemiye
bindiler. Hızır -aleyhisselâm- kendilerinden ücret bile almayan bu sâlih
kimselerin gemisini delmeye başladı. Mûsâ -aleyhisselâm- heyecanla:
“– Gemi
halkını boğmak mı istiyorsun! Niye deldin gemiyi? Bu geminin sahipleri zâten
fakir kimseler, buradan ekmek paralarını çıkartıyorlar. Bu gariplerin
gemisinden ne istedin? Doğrusu çok şaşılacak bir iş yaptın!” dedi.
Hızır
-aleyhisselâm- ise evvelki îkâzını hatırlatarak:
“– Ben sana,
benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” cevabını verdi.
Mûsâ
-aleyhisselâm-:
“– Unuttuğum
bir şeyden dolayı beni hesâba çekme; bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma.”
dedi.
Tam bu
sırada bir serçe kuşu gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla
su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı
Mûsâ -aleyhisselâm-’a
göstererek şu teşbihte bulundu:
“– Allâh’ın
ilmi yanında senin, benim ve diğer mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla
aldığı su kadardır.”
Bir müddet
sonra gemiden indiler ve birlikte yürümeye başladılar. Nihâyet bir erkek çocuğa
rastladılar. Hızır -aleyhisselâm-, hemen o çocuğu öldürdü.
Mûsâ
-aleyhisselâm-:
“– Tertemiz
bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten çok fena bir şey
yaptın!” dedi.
Hızır
-aleyhisselâm- ise yine aynı şekilde mukâbele etti:
“– Ben sana,
benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?”
Mûsâ
-aleyhisselâm-, verdiği sözde duramamanın büyük mahcûbiyeti içinde:
“– Eğer
bundan sonra da bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten, sana
ileri sürebileceğim mâzeretlerin sonuna ulaştın.” dedi.
Yine
yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek bir şeyler istediler.
Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındığı gibi, üstelik onlara bir de
kötü muâmelede bulundu. Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhimesselâm- köyden çıkarken
orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar gördüler. Hızır -aleyhisselâm-, kerpiçle
o duvarı yeni baştan örüp doğrulttu. Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–
Kendilerine geldiğimiz hâlde bize ilgi gösterip ağırlamayan, açlığımızı
dindirecek bir-iki lokmayı bile bize çok gören şu insanlara sen bedâva iş
yapıyorsun. Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin.” dedi.
Hızır
-aleyhisselâm- ise şöyle dedi:
“– Artık
birbirimizden ayrılma vakti geldi. Şimdi sana, sabredemediğin üç hâdisenin
içyüzünü haber vereceğim:
O deldiğim
gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu göstermek istedim. Çünkü
onların arkasında, bütün sağlam gemileri gasbetmekte olan bir kral vardı.
Erkek çocuğa
gelince; yarın âsî biri olacaktı. Onun ana-babası ise, sâlih kimselerdi. Bunun
için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden, onlara eziyet etmesinden
korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz
ve daha merhametlisini versin.
Doğrulttuğum
duvar ise, köydeki iki yetim çocuğun idi. Altında da onlara âit bir hazine
vardı. Çocukların babası, sâlih bir kimseydi. Rabbin murâd etti ki, o iki
çocuk, güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerinden bir rahmet olarak hazinelerini
çıkarsınlar. Ben, bunu da
kendiliğimden
yapmadım. İşte,
sabredemediğin hâdiselerin içyüzü budur.”15
Bu kıssadaki
hikmetli, ibretli ve esrarlı noktalara dâir pek çok şey ifâde edilmiş ve
şerhler yapılmıştır. Bu mevzudaki hikmet dolu nüktelerden birkaçını şöyle ifâde
edebiliriz:
Ledünnî
ilim, hâdisâta, zâhirî şartların, beşerî kıstasların ötesinde, keyfiyeti çoğu
insanlara meçhul bir nizâmın ölçüleriyle bakıştır.
Meselâ bütün
ilimlerde “suâl”, öğrenmenin en mühim anahtarı kabul edilirken; bu ilimde ise
suâl, îtiraz, münâkaşa ve münâzara yoktur. Buna mukâbil, sükût, sabır ve
teslîmiyet vardır. İşlerin nihâyetine ve netîcesine bakılır. Erzurumlu İbrahim
Hakkı Hazretleri ne güzel söyler:
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler!
Deme niçin şu şöyle
Yerincedir o öyle
Var sonunu seyreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler!
Kıssada geçen gemi seyahatinde sâlih gemici kardeşler, Hazret-i Mûsâ ve Hızır
-aleyhimesselâm-’dan ücret almamışlardı. Bu sûretle Hak dostlarına yapılan
küçük bir iyiliğin büyük bereketiyle karşılaştılar. Gemileri, telâfisi mümkün
küçük bir zarar ile gasbolunmaktan kurtuldu. Yâni kendisiyle ihsânda bulunulan
helâl sermâye, zâyî olmadı.
Yine geminin kusurlu kılınarak kralın gasbına mânî olunması, işârî mânâda,
kişinin ömür deryâsında yüzen gemisi mevkiindeki nefsini kusursuz gördüğü
takdîrde kibir ve ucub girdabında mânen helâke sürüklenebileceği, bu sebeple de
dâimâ acziyet ve kusurunu îtirâf hâliyle mânevî kayıplardan sakınması gerektiği
şeklinde şerh edilmiştir.
Hızır -aleyhisselâm-’ın mâsum bir çocuğu öldürmesinde de hikmetler vardır:
İnsanoğlu, kalbindeki çoluk-çocuk, ana-baba, kardeş ve arkadaş sevgileri
gibi beşerî fakat mâsum sevgileri, lâyık olduğu kıvamda tutup Allâh sevgisinin
ötesine geçirmemelidir. Aksi hâlde bunlar, insanı aslî maksadından alıkoyar,
hattâ onu yoldan çıkarır.
Cenâb-ı
Hakk’ın yüce isimlerinden biri de “er-Rakîb”dir. Bu ise Allâh Teâlâ’nın,
sevdiği kullarının kalbindeki Allâh sevgisinin üstüne başka sevgilerin
gölgesinin bile düşmesine râzı olmaması demektir. Yâni Allâh’a muhabbet, ortak
kabul etmez.
Hâlbuki
vaktiyle Yâkub -aleyhisselâm- da, oğlu Yûsuf’un alnındaki nübüvvet nûrunu
sezmiş ve kalbinde ona karşı şiddetli bir muhabbet akışı olmuştu. Yâkûb
-aleyhisselâm-’ın, oğluna aşırı muhabbet ve düşkünlüğü gayretullâha dokundu. Bu
sebeple Allâh Teâlâ, ona bir iptilâ vermeyi murâd etti. Netîcede ise mâlûm
olduğu üzere oğluyla arasına uzun ayrılık yılları girdi. Fazla muhabbet,
ardından acı bir firâk getirdi.16
Bâzı büyük
hakîkatler, sosyal verâset yoluyla halkın harc-ı âlem malı hâline gelir ve
topluluğun müşterek kültür mahsullerine akseder. Aslında putlaştırılan
sevgilerle ilgili olan bu nükte de, bir halk türküsüne “çok muhabbet tez
ayrılık getirir” şeklinde aksetmiştir.
Gerçekten
çok ibretli ve hikmetlidir ki Hızır -aleyhisselâm-’ın öldürdüğü çocuğun
anne-babası da, elbette çocukları doğduğunda sevince garkolmuş, öldüğü zaman
ise büyük bir mâteme bürünmüşlerdi. Hâlbuki çocuk yaşasa kendisiyle beraber
ana-babasının dünyâ ve âhiretini mahvedecekti. Karar, anne-babaya bırakılsa
ölmesini hiç istemezlerdi. Fakat merhameti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, o sâlih
kullarını, bir ana-babanın evlâdına beslediği sevgiden daha çok sevdiği için, o
çocuğun ölümünü takdîr buyurup yerine sâlih bir evlâd vermekle onları aslında
lutuflandırdı. Ölen çocuk, mâsum olarak bu âlemden âhirete intikâl ettiği için
onun fânî dünyâ hayatına mukâbil, ana-babasıyla birlikte ebedî bir âhiret
hayatı da korunmuş oldu. Yâni kahır sûretinde gelen bir lutuf ile zararın
küçüğü, büyüğüne tercih edilmişti.
Demek ki
kulların hâdiseleri değerlendirmesi, ilâhî hikmete vâkıf olamadıkları için
ekseriyetle yanlıştır.
Yüce
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:
وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ
وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ
لاَ تَعْلَمُونَ
“… Hoşunuza
gitmeyen bir şey çoğu kere sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey
de çoğu kere hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Günahsız,
mâsum bir insanın katli, pek tabî ki büyük bir cürümdür ve şer’an kısas
gerektirir. Fakat bu kıssadaki gibi bir örneğin, şer’î hükümlerin tasvip
etmediği bir şekilde ve sırf bâtın ilmine dayanılarak gerçekleştirilmesi,
zâhirle mükellef olan ümmet-i Muhammed hakkında mümkün değildir. Bu yüzden
kalbî ilme sâhib büyük zâtlar da, zâhirî sebepler teşekkül etmeksizin harekete
geçmez, sebepler dünyâsından ayrılmazlar. Şer’î hükümlerin sınırları herkes
için vazgeçilmez ölçülerdir.
Mûsâ
-aleyhisselâm- şeriat sahibi bir peygamberdir ve onu tatbîk etmekle
vazîfelendirilmiştir. Hızır -aleyhisselâm- ise Allâh’ın bildirdiği bir ilim
dâhilinde hareket etmektedir. Yâni yaptıklarını kendi arzusuyla değil, Rabbinin
emriyle yapmaktadır. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın, Hızır -aleyhisselâm-’a îtiraz
etmesi ise, Allâh’ın koyduğu hudutları gözetmek içindir. Bu kıssayı Kur’ân-ı
Kerîm’de insanlara bildiren de yine Yüce Rabbimizdir. Demek ki kıssadaki
hâdiseler, zâhiren şer’î gerçeklere muhâlif gibi görünse de hakîkatte birbirini
tamamlayan farklı tezâhürlerdir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu tecellîlerin
sırrını öğrenince îtirazı bıraktı. Anladı ki şeriat beden, hakîkat de rûh
gibidir. Şer’î kâideler herkese şâmil olduğundan, insanların ekseriyetinin
bâtınî gerçeklere vâkıf olamamaları sebebiyle mükellefiyetleri de sırf zâhirî
sebeplere göredir.
Diğer
taraftan köylülerin tardetmelerine rağmen Hızır -aleyhisselâm-’ın muhatab
oldukları bu kötü muâmeleye bakmadan ve hiçbir maddî menfaat ummaksızın köyde
yıkılmak üzere olan bir duvarı tâmir etmesi, aslında yetimlerin himâyesinin ne
derece mühim bir vecîbe ve yüksek bir fazîlet olduğunu tebârüz ettirmek
içindir. Ayrıca helâl kazancın da zâyî edilmeyeceği hikmetinin ifâdesidir.
Hakîkaten sâlih kulların helâl kazançları, Allâh tarafından korunur, zâyî
olmaz.
Hazret-i
Osman -radıyallâhu anh- duvarın altından çıkan bu hazine hakkında şu bilgileri
vermektedir:
“Hazîne,
altından yapılmış bir levha idi. Üzerinde şu yedi satır yazılıydı:
1. Ölümü
bilip de gülen kimseye şaşarım.
2. Dünyânın
fânî olduğunu bilip de ona rağbet eden kimseye şaşarım.
3. Her şeyin
bir kader ile tâyin edildiğini bilip de elden çıkan şeye üzülen kimseye
şaşarım.
4. Hesâba
tâbî tutulacağını bildiği hâlde mal toplayan kimseye şaşarım.
5. Cehennem
ateşini bildiği hâlde günâh işleyen kimseye şaşarım.
6. Allâh’ı
yakînen bildiği hâlde, O’ndan başkasını anan kimseye şaşarım.
7. Cenneti
yakînen bildiği hâlde dünyâda istirahat ümid eden kimseye ve şeytanı düşman
olarak bildiği hâlde ona itaat eden kimseye şaşarım.” (İbn-i Hacer el-Askalânî,
Münebbihât, 29)
Yine bu
kıssada işârî mânâ ile, Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm-’ın buluştukları
iki denizin birleştiği yerden maksad, zâhir ilminde Hazret-i Mûsâ’nın, bâtın
ilminde de Hızır -aleyhisselâm-’ın derin bir deryâ misâli olmalarıdır.
Hazret-i
Mûsâ’nın ledünnî ilmi tahsîl maksadıyla Hızır -aleyhisselâm-’a tâbî olması,
tasavvuftaki mürîd-mürşid münâsebetlerine benzerlik bakımından da hayli dikkat
çekicidir. Bu bakımdan denilebilir ki bir kimse, ilimde Hazret-i Mûsâ
-aleyhisselâm- kadar derin olsa dahî, kendisinde bulunmayan bir ilmi tahsîl
için tevâzû ve mahviyet içerisinde mânâ sultanı Allâh dostlarının önünde diz
çökebilmeli, onların irşâdını taleb edebilmelidir.
Sevgili
Peygamberimiz’e:
“– Yâ
Rasûlallâh! Kur’ân’da ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle
karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorduklarında o Varlık Nûru:
“– Onu,
fakihlere ve âbidlere (sâlihlere) sorun ve onların istişâresine arz edin. O
konuda şahsî
görüşünüzle
amel etmeyin.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid,
I, 178) buyurmuştur.
Büyük fıkıh
âlimi, müctehid, İmâm Şâfiî Hazretleri, gönül ehli bir kimse olan Şeybân-ı Râî
Hazretleri’nden mânevî istifâde için önünde bir talebe gibi büyük bir edeple
diz çöker, bâzı hususları istişâre ederdi. Talebeleri:
“– Yâ İmâm!
Sizin gibi bir âlim nerede, Şeybân nerede? Bunca hürmet ve iltifâtın hikmeti
nedir?” diye sorduklarında, o büyük İmâm:
“–
Evlâdlarım! Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir!” derdi.
Ahmed bin
Hanbel ve Yahyâ bin Main de, bazı meseleleri Mârûf-i Kerhî’ye başvurup ondan
sorarlardı.
Mânâ
üstadlarına zâhirî ilimleri değil, kalbî ilimleri tahsîl için gidilir. Çünkü
onlar, Allâh’a ulaştıran yolların rehberleridir. Nitekim, nice büyük tefsir,
hadis, fıkıh âlimleri, tasavvufa intisâb etmiş, bilmedikleri incelikler
husûsunda Hak dostlarını rehber edinmişlerdir. İbn-i Âbidîn, Âlûsî ve diğerleri
gibi…
Dünyanın en
büyük hukukçularından biri olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri de, Câfer-i
Sâdık Hazretleri’nin sohbetinden tefeyyüz etmiştir.
Ebû Hanîfe
Hazretleri’nin mâneviyat ehline büyük hürmetini ifâde eden şu hâdise de pek
mühimdir:
Anlatıldığına
göre, birgün Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam
Hazretleri’ne uğradı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler İbrahim bin Edhem’e
küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam bu hâli gördü ve İbrahim
bin Edhem’e:
“– Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.
İbrahim bin Edhem mahcûb bir edâ ile selâm verip geçti. İbrahim bin Edhem
oradan ayrılınca, İmâm-ı Âzam’a etrâfındaki talebeleri sordu:
“– Bu kimse efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi
bir zât ona nasıl efendimiz der?”
Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu cevâbı verdi:
“– O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgûl, biz ise işin kîl u kâliyle…”
Öte yandan her hususta olduğu gibi ledünnî ilmin tahsîlinde de ilâhî tâyinle
konulmuş olan âdâb ve erkâna riâyet etmek gerekir. Bu âdâbın en mühimlerinden
biri, kulun acziyet ve hiçliğinin şuurunda olarak tevâzua bürünmesidir.
Nitekim, «Kelîmullâh» şânına mazhar ve “ülü’l-azm” bir peygamber
olan Mûsâ -aleyhisselâm-, “Kavmimle uğraşmam lâzım, bana Tevrat kâfîdir, zâten
vahye muhâtab biriyim, Cenâb-ı Hak’tan istesem O, bana bu ilmi doğrudan
öğretmeye kâdirdir…” dememiş; yüksek bir tevâzû sergileyerek murâd-ı ilâhîye
tâbî olmuştur. Böylece, gelecek insanlığa bu husûsta bir ölçü ve davranış
mükemmelliğinden bir örnek sunmuştur.
“– O âlimi bulmak için gerekirse yıllarca
yürümeye kararlıyım.” demesi de bunun açık bir
delîlidir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır’a karşı gösterdiği bu tevâzu,
ilim ve mârifet tâlibi herkese güzel bir nümûnedir.
Cenâb-ı Hak dileseydi Hızır ile Musâ -aleyhisselâm-’ı hemen
karşılaştırabilirdi. Hâlbuki onları, meşakkatli bir yolculuk sonunda
karşılaştırmayı murâd etti. Demek ki bu yolda, aşk ve istiğrak içinde bir azim,
kararlılık ve gayret ile “lutf-i ilâhî” gerekiyor.
Aynı zamanda Hazret-i Mûsâ ile Hızır arasındaki bu hâller, bâtın ilminin de
sebeplere ve usûle uygun olarak, bir üstaddan alınması gerektiğine işârettir.
Yâni bu ilme ekseriyetle, sebebsiz, rehbersiz ve mürşidsiz olarak ulaşılamaz.
Ancak Veysel Karânî Hazretleri gibi “Üveysî meşreb” olanlar istisnâdır.
Bu yolda maksada ulaşmak için büyük bir azim ve yüce bir himmete ihtiyaç
vardır.
Öte yandan Hazret-i Mûsâ’nın Hızır -aleyhisselâm-’dan ilim tahsîl etmek
istemesi; “Nasıl olur da bir velî, büyük bir peygambere ders verebilir?”
şeklindeki bir suâli akla getirebilir.
İşte bu durumda şu husûsa dikkat edilmelidir ki, Hazret-i Mûsâ
-aleyhisselâm-’ın Hızır -aleyhisselâm-’dan ilim tahsîl etmek istemesi, onun
hiçbir ilim ve mârifete sahip olmadığı, kendisine keşf ve ilhâmdan hiçbir nasîb
lutfedilmediği mânâsına gelmez. Bu hâl, herhangi bir hususta daha kâmil
olandan, o husûsun tahsîli gibidir.
Meselâ Mîmar Sinan’ın mîmârîdeki ilmî dirâyet ve kâbiliyeti, Süleymâniye
Câmii inşâsında çalışan bütün sanatkârlardan hiç şüphesiz daha üstündür.
Sinan’ın o câmîdeki bir mermerci kadar mermeri işleme sanatını bilmemesi, onun
için bir kusur olamaz. Çünkü o sanatkârlar da Sinan’ın tâlimâtı altındadır.
Bu itibarla Hızır -aleyhisselâm-’ın Musâ -aleyhisselâm-’a belli bir müddet
üstad olması sebebiyle Musâ -aleyhisselâm-’dan üstün olduğu söylenemez. Haddi
zâtında burada bir üstünlük mukâyesesi de söz konusu olamaz. Çünkü Mûsâ
-aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm-, kıyas kabul etmeyecek şekilde farklı
vâdîlerdedir. Buradaki hikmet, ilâhî ilim karşısında peygamberler de dâhil
bütün mahlûkâtın acziyet içinde olduğu gerçeğinin bütün insanlığa
gösterilmesidir.
Peygamberler de bir beşer olmakla birlikte, ilâhî vahye mazhar olmuş,
seçilmiş kimselerdir. Cenâb-ı Hakk’ın bu müstesnâ kulları günah işlemezler.
Ancak onlar da âciz birer beşer olmak itibâriyle nâdiren “zelle” denilen
hatâlara düşerler. Cenâb-ı Hak bu sûretle onlara da, kâh ahkâm zâhir olsun
diye, kâh insanlığa emsâl olsun diye beşer olmanın acziyetini tattırır ve onları
çoğu kez bize meçhûl bir keyfiyette terbiye eder. Burada da Mûsâ -aleyhisselâm-
ilâhî ilmin sonsuzluğu karşısında beşerin sâhib olduğu ilmin acziyetini
anlayacak, kendisine bildirilmeyen daha nice ilimlerin mevcûd olduğunu
görecektir. Kıyâmete kadar gelecek olan insanlık da onun kıssasından birçok
ibretler alacaktır.
Gerçekten Peygamberler bile nübüvvet gibi büyük bir kudret ve salâhiyete
sâhip olmalarına rağmen, kendilerine bahşedildiği kadar ilme vâkıf olmuş ve Hak
Teâlâ’nın lutfettiği nisbette de gayba muttalî olabilmişlerdir. Ledünnî ilim
vehbî olduğundan, onlar bile Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiğini bilir, bildirmediğini
bilemezler. Nitekim Şeyh Sâdî’nin Gülistan’ında geçtiği üzere bir kişi Hazret-i
Yâkûb’a:
“– Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu
Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken Yûsuf’u
göremedin?” diye sorar.
Yâkûb -aleyhisselâm- ise cevâben:
“– Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb,
çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı murâd-ı ilâhîye bağlı olarak gerçekler
bize bâzan ayân olur, bâzan kapanır!..” buyurur.
Nitekim, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır -aleyhisselâm-’dan ilim taleb ederken
kullandığı tâbir de, “sana verilen ilim” şeklindedir. Yâni ilim, kullara
değil, Hak Teâlâ’ya izâfe edilmelidir. Bütün ilimlerin mutlak menbaı Allâhu
Azîmuşşân’dır. O, dilediğine, dilediği kadar bundan ihsân eder. Bâzı ilimlerin
tahsîli için birtakım zâhirî sebepleri vâsıta kılar, bâzı ilimleri ise bizzat
kulunun kalbine lutfeder.
Diğer taraftan bir kul, oruçluyken sehven (unutarak) bir şey yese, orucu
bozulmaz. Tıpkı bunun gibi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır
-aleyhisselâm-’a verdiği sözü unutarak ona îtiraz etmesi, beraberliklerinin
devâmına mânî olmamıştı. Fakat Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilimden gelmesi
muhtemel nasîbini -mecbûr olmadığı hâlde- bir mahcûbiyet heyecanıyla:
“Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni
yanında bulundurma.” (el-Kehf, 76) diyerek şarta
bağladığı için, netîcede nasîbi bu kadarla mahdud kaldı.
Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh,
Mûsâ’ya rahmet buyursun. Eğer o sabredebilseydi, Allâh Teâlâ onlar vasıtasıyla
bize (daha pek çok esrârengiz ve acâib) hâdiseler bildirecekti.” (Müslim, Fezâil, 170; Buhârî,
Tefsîr, 18/2)
buyurmuştur.
Demek ki bu yolda
sabır ve temkin ehli olmak esastır.
Tasavvuf
ehlinin bu kıssayla ilgili değerlendirmelerinden biri de şöyledir:
Rivâyet
edildiğine göre, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a bu seyahatinde refâkat eden
genç, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kız kardeşinin oğlu ve kendisine îmân edenlerin,
yâni ashâbının önde gelenlerinden Yûşâ bin Nûn idi. Bu zât, Mûsâ
-aleyhisselâm-’ın vefâtından sonra da halîfesi olmuştur.
Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hicret yolculuğunda,
hakkında hadîs-i şerîfte “üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi”
(Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 2) buyurulan ve ümmetinin en fazîletlisi olan Hazret-i
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı yol arkadaşı olarak tercih etmişti. Bu misâller,
mânevî yoldaki Allâh rızâsı için olan hakîkî dostlukların ehemmiyetini tebârüz
ettirmektedir.
Binbir sır
ve hikmetlerle dolu olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu kıssası bile, bize ledünnî
ilmin muhtevâsından sadece birkaç misâl sergilemektedir.
Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Şüphesiz
ben, sizin görmediklerinizi görürüm ve işitmediklerinizi işitirim. Gök (âdetâ)
gıcırdadı ve gıcırdaması da hakkıdır. (Çünkü) gökte dört parmak yer yoktur ki
bir melek Allâh’a secde etmek üzere (o yere) alnını koymasın. Allâh’a yemin
ederim ki benim bildiğim gerçekleri siz bilseydiniz, az gülerdiniz ve çok
ağlardınız… (Evlerinizden) sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle yakarışta
bulunurdunuz.”
Hadîsi
nakleden Ebû Zerr-i Gıfârî -radıyallâhu anh- bu sözler üzerine:
“– Vallâhi ben kesilen bir ağaç olmamı cidden temennî ettim!..” demiştir.
(İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Ledünnî hakîkatler karşısında bazı sahâbîler de, düştükleri hayret ve
dehşet okyanusundaki acziyet duygularını, şu kelimelere yüklemişlerdir:
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“Kuşların gagaladığı bir hurma tanesi olsaydım!”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Keşke bir ot olsaydım! Keşke hiçbir şey olmasaydım!” buyurmuşlardır.
Müminlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-
ise:
“Keşke şu ağaçta bir yaprak olsaydım!” demiştir.
Allâh’ın kudret ve azameti karşısında onları iki büklüm yapan bu durum, acz
ve havf makâmıdır.
Ashâb-ı kirâmdan Hâris bin Mâlik el-Ensârî -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde vecd ile dolar ve istiğrak hâlinde
yaşardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sabah ona:
“– Yâ Hârise, nasıl sabahladın?” diye sorduğunda Hârise -radıyallâhu anh-:
“– Hakîkî bir mümin olarak!” cevâbını verdi. Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu
defâ:
“– Yâ Hârise! Her hâl ve hakîkatin bir delîli
vardır. Senin îmânının hakîkatinin delîli nedir?” buyurdu.
Hârise -radıyallâhu anh-:
“– Yâ Rasûlallâh! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim
uykusuz hâle geldi. Rabbimin arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini
ziyâret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür
gibiyim.” dedi.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“– Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhâfaza et! Sen
Allâh’ın, kalbini nûrlandırdığı bir kimsesin.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid,
I, 57) buyurdular.
Yine Hârise -radıyallâhu anh- hakkında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-:
“Bir kimse Allâh’ın kalbini nûrlandırdığı bir
şahsı görmek isterse Hârise’ye baksın.” (İbn-i
Hacer, el-İsâbe, I, 289) buyurmuşlardır.
Hazret-i Mevlânâ, beyitlerinde bu hâdiseyi gönül lisânıyla temsilî olarak
şöyle anlatır:
“Hârise -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den:
«– Gördüklerimi anlatayım mı?» diyerek izin
ister ve anlatmaya başlar:
«– Yâ Rasûlallâh! İnsanların yarın olacak diye
inandıkları mahşer gününü bugün ortaya koyayım. Haşr ve neşrin bütün sırlarını
açığa vurayım. Emret, bu sırların perdelerini yırtayım. İçimdeki ilâhî
hikmetler cevheri, göklerin güneşi gibi parlasın!»
«Yâ Rasûlallâh! Emret, kimler dünyanın kir ve
çirkinlikleri arasında hâlis altın ve pırlantalar gibi kalmayı bildi; kimler
küfrün kızıl ve kara rengiyle paslandı, anlatayım.»
«Nübüvvetinin zâil olmaz ışığında nifâkın yedi
uçurumunu ayân edeyim.»
«Âhirette şakîlerin giyeceği elbiseyi halka
göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak davul ve kösün sesini de
duyurayım.»
«Coşkun ve taşkın bir hâlde bulunan kevser
havzını göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına
değsin!»
«Susamış kimselerin o havuz etrafında
koştuklarını açıkça göstereyim! Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor.
Bağrışmaları kulağıma geliyor!»
«Cennetlikler sevinçlerinden gözümün önünde
kucaklaşarak birbirleri ile musâfaha ediyorlar.»
«Cehennemliklerin de âh-vâh âvâzeleri ile
inleyip feryâd ü figân etmeleri âdetâ kulağımı sağır edecek!»
«Bunlar
derinden söylediğim birtakım işâretlerdir. Daha da söyleyeceğim, ama Allâh
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in azarlamasından korkuyorum!..»
O, sekr-i
mânevîye müstağrak olarak böyle söylüyordu. Görülmemiş bir vecd ile kendinden
geçmiş, (âdetâ) şuûrunu kaybetmiş, bütün sırları açığa vuracak hâle gelmişti.
Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu bu hâlden uyandırmak için:
«– Kendini
topla! Sus!» diyerek Hazret-i Hârise’nin yakasını çekti ve şöyle buyurdu:
«– Kendine
gel! Dilinin dizginini tut ki, söylenmeyecek sözleri söyleyecek hâle geldin.
Rûhunun aynası ten kılıfından dışarı fırladı. Ancak unutma ki, nâil olunan
sırları açığa vurmak, onları hazmedemeyiştendir. Allâh’ın isimlerinden biri de
Settâr’dır. Bunu bil ve bu sıfatla vasıflanmanın saâdetini kuru bir
hazımsızlığa kurban etme!»”
Kâinâtın her
zerresinde ilâhî bir denge olduğu gibi, rûhî âlemdeki tecellîler karşısında da
kul, muvâzene ve îtidâli muhâfaza etmek mecbûriyetindedir. Her hususta ümmetine
en güzel bir numûne olan Fahr-i Kâinât
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, rûhâniyetin zirve noktasında bile
ölçülerin dışına çıkmamış, istikâmetten ayrılmamıştır.
Bazı
zamanlarda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir mânevî feyz ile
dolardı ki, bu hâle uzun süre tahammül etmek mümkün olmazdı. Hâssaten vahyin
nüzûlü esnâsında fevkalâde ızdırap çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Feyz
ve istiğrâkının had safhaya vardığı bazı anlarda:
“Yâ Âişe,
rûhâniyet beni istilâ etti. Gel biraz benimle konuş!”17 diyerek beşerî iklîme rücû ederdi.
Bunun aksine
dünya gâlib gelince de:
“Yâ Bilâl!
Haydi namaza çağır da ferahlayalım!” (Ebû Dâvud, Edeb, 78) buyurarak beşeriyet ve
rûhâniyet iklîmleri arasındaki dengeyi sağlardı.
Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iç âleminde son derece ölçülü olduğu gibi, dışa
karşı da dâimâ îtidâl üzere davranmıştır. Allâh Teâlâ’nın kendisine lutfettiği
akıl üstü yüksek hakîkatleri ehlinden gayrısına bildirmemiştir. Bu hususun
ehemmiyetine binâen Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da:
“İnsanlara
anlayacakları şekilde konuşunuz.” (Buhârî, İlim, 49) buyurmuştur ki bu, kendi aklınızın
erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söyleyin,
demektir.
Ebû Hureyre
-radıyallâhu anh-, bu sırlı mânevî hakîkatlerle alâkalı olarak, halkın
anlayamayacağı endişesiyle bir kısım hadîs-i şerîfleri rivâyet etmediğini şöyle
ifâde eder:
“Ben,
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den iki kap (dolusu ilim) belledim. Bunlardan
birini halka yaydım. Ötekine gelince, şâyet onu yaymış olsaydım şu boynum
kesilirdi.” (Buhârî, İlim, 42)
Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurmuşlardır:
“Hikmeti
ehlinden gayriye verirseniz, zulmetmiş olursunuz.” (Dârimî, Mukaddime, 34)
Bu cümle,
mefhûm-ı muhâlifiyle şu mânâyı da ifâde eder:
“Hikmet ve
esrârı ehlinden men ederseniz, bu takdirde yine zulmetmiş olursunuz.”
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allâh hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet
verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp
ibret alırlar.” (el-Bakara, 269)
Temkin ehli büyükler, bu ilimden kendilerine verilen nasîbi, sığ idrâklere
teklîf etmemişlerdir. Zîrâ aklın kavramakta âciz kaldığı bu mahrem sırlar, ehli
olmayanlardan gizlenmelidir. Nitekim Allâh’ın bazı kullarına lutfettiği bu
müstesnâ sırlara sahip olanlardan Hallâc-ı Mansûr, kalbindeki tecellîlerden
ufacık bir huzmeyi fâş ettiği için kanı heder edilmiş, îdamla
cezalandırılmıştır.
Vahdet deryâsına dalan Hallâc, derin bir vecd ve sekr hâlindeyken,
üzerindeki tecellîlerin şiddetli girdabına kapılmış ve “Ene’l-Hak” diye feryâd
etmiştir. Mahrem bir sırrın böylece dile dökülmesi, insanların akıl kıstası ile
ölçmelerine sebep olmuş ve akıl, bu nezâketi tartamamıştır.
Hallâc’daki bu hâl, birçok velîde de görülmüştür. Fakat bu, ne bir tesbît
ve ne de bir teşhîstir. Bu, sâdece geçici bir hâldir ki fenâfillâh
makâmındayken temkin hâlini muhâfaza edemeyip, akla riâyeti kaybeden velîlerde
zuhûr eder. Aklın zâhirî kıstas ve kıyaslar âlemini terkettiği, yâni tükendiği
bu hâlde, sâhibine şer’an bir teklif yoktur. Zîrâ ilâhî ölçüyle, şer’î
mes’ûliyetin ilk şartı “akıllı olmak”tır. Aklın ise böyle sözlerde hiçbir
hissesi yoktur. Bu hâllerin akılla idrâk edilmesi mümkün değildir.
Böyle hâller cezbenin galebesiyle vâkî olduğundan, böylelerine tasavvuf
tâbiriyle “meczûb”18 denilir. Onların zâhir ölçülerine sığmayan bu
gibi hâlleri, ehlince mâzur görülürse de avâm-ı nâs tarafından takbîh edilmesi
de kınanmaz. Bunun için Hallâc-ı Mansur’un misâlimizdeki zikrettiğimiz sözü ve
âkıbeti hakkında; “Hallâc da haklı, onu öldürenler de.” sûretinde
hükmedilegelmiştir. Bu sebepledir ki tasavvufta “temkin” çokça tavsiye edilmiş
ve meczup değil, câzip olmaya gayret etmek makbûl sayılmıştır.
Rivâyete göre
cellât Ebu’l-Hâris, infaz için Hallâc’ın önüne geçmiş ve şiddetli bir darbe
indirmişti. Öyleki Hallâc’ın burnu, yüzü paramparça olmuştu. O anda Şiblî de,
etrafındakilere meçhûl bir sâik ile çığlık atarak cübbesini parçalamış ve
bayılmıştı.
Hallâc’daki bu tecellî bir hâldir. Bu hâl geçince Hak Hak’tır, eşyâ da
eşyâdır. Şeyh Şiblî
der ki:
“– Biz,
Hallâc ile aynı merhalelerden geçtik. Bana mecnun dediler ve kendi hâlime
bıraktılar, ona ise akıl nisbet ederek îdâm ettiler.”
Yine Şiblî
şöyle anlatır:
“Hallâc îdâm
edilince gece vakti mezarının başına gittim. Sabaha kadar namaz kıldım. Seher
vakti olunca münâcaatta bulundum:
“– İlâhî!
Bu, Sen’in mümin, ârif ve muvahhid bir kulun idi. Bu kuluna verdiğin
musîbetlerin hikmeti nedir?”
Bu esnâda
bana uyku galebe çaldı. Rüyamda kıyâmetin koptuğunu gördüm. Orada Hakk’ın şu
hitâbını işittim:
“–
Sırrımızı, nâ-ehiller arasında yaydığından, onun başına bu iptilâyı getirdik!”
Bu
ifâdelerden de anlaşılacağı üzere, Hak’ta fânî olarak hakîkat sırrına nâil
olmak değil; nâil olunan sırrın sürükleyebileceği mânevî sarhoşluk hâlinde ehil
olmayanlara fâş edilmesi mahzurludur. Bu ölçüye riâyet etmemekten kaynaklanan
bâzı heyecan taşkınlıklarını ve istisnâî misâlleri şümûllendirerek, gerçek
tasavvuf ve Hak dostları hakkında ileri-geri konuşmak, son derece mahzurludur.
Allâh’ın sevgili kulları hakkında kötü söz söylemek ve onların kıymetini takdîr
edememek, cehâlet ve basîretsizlikten ileri gelir. Bir müminin onları
reddetmesi ise aslâ düşünülemez.
Bu itibarla
mânevî yolda en temel esas, mukaddes ölçülere sımsıkı bağlanmak; lâkin ebedî
esrârı da reddetmemektir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak ile kulu arasındaki mahrem
sırlardan kelimelere aslâ pay çıkarmamak îcâb eder.
Bütün
bunlar, rûhî istiğrak hâllerinde ve aklın verâsında (ötesinde) yaşanan
tecellîlerdir. Nitekim böyle husûsî hâller aşılıp tekrar akl-ı selîme avdet
edildiğinde, bu tip taşkınlıklar yerini sükûnete terk eder.
Bâzı Hak
dostları da rûhlarına gâlib gelen müstesnâ tecellîlerin tesiriyle mûtad dışı
birtakım davranışlara sürüklenmişlerdir. Fakat akıl ve irâdenin elden gittiği o
âlemden uyanınca yine aslî istikâmetlerini devâm ettirmişlerdir.
Bir defâsında Cüneyd -kuddise sirruh-’a şöyle soruldu:
“– Bâzı evliyâullâh, vecd hâline girerek mûtadın dışına çıkıyorlar. Onların
bu hâli hakkında ne dersiniz?”
Cüneyd -kuddise sirruh- şöyle cevap verdi:
“– Onları kendi hâline bırak, Allâh ile huzur bulup rahata erişsinler.
Şeriatin açıkça yasakladığı hususlar hâriç, onların hâllerini kınama. Dikkat et
ki bu yol, onların ciğerlerini yakıp kavurmuş, sa’y ü gayret kendilerini yormuş
ve birçok iptilâlara katlanmışlardır. Bunları, içinde bulundukları hâlleri
aşmak için yaparlar. Bunda da bir mahzur yoktur.”
Rivâyete göre Hallâc-ı Mansur’un, idam edilmeden önce yaptığı şu duâ, aynı
zamanda onun mânevî seviyesini ve ihlâsını da sergilemektedir:
“– Allâh’ım! Sen’in kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine
bağlılıklarından dolayı beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla. Çünkü
Sen, bana lutfettiğin sırları, onlara da nasîb etseydin, hakkımda böyle
düşünmeyeceklerdi. Şâyet onlardan gizlediğin şeyleri, benden de gizlemiş olsaydın,
böyle ifşaatta bulunmazdım. Yâ Rabbî onları affet! Çünkü onlar, beni Sana
kavuşturuyorlar.”
Hallâc’ın hâlini mânâ âleminde seyredenlerden nakledilir ki, onu
darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve:
“– Bir «ene»19
sen dedin, bir «ene» de ben dedim. Nasıl oluyor da bu yüzden senin
üzerine rahmet, benim üzerime ise lânet yağıyor!” diye sordu.
Hallâc,
İblis’e şöyle cevap verdi:
“– Sen,
«Ene» demekle kendini Âdem’den üstün gördün. Kibrini ortaya koydun. Ben ise
«Ene’l-Hak» dedim, kendimi Hakk’ta ifnâ ettim. Benliği ortaya koymak olan
kibir, cehennem alâmetidir. Benliği ortadan kaldırmak, yâni Hak’ta fânî olmak
ise «hîç»liğin ifâdesidir. Bu sebepten bana rahmet, sana ise lânet ve zillet
indi.”
İbrahim bin
Fâtik, Hallâc’ı ziyaret için gittiğinde, kendisine şu nasihatte bulunduğunu
nakleder:
“– Ey oğlum!
Bazı insanlar benim küfrüme inanıyorlar, bazıları da velâyetime kâil oluyorlar.
Küfrümü ilan edenler, velî olduğumu söyleyenlerden Allâh katında ve benim
nazarımda daha sevimlidir.”
Ben:
“– Niçin böyle
söylüyorsunuz?” dediğim zaman o:
“– Velî
olduğuma inananlar, bana olan hüsn-i zanlarından dolayı; küfrüme kâil olanlar
ise, dinlerine olan bağlılıkları sebebiyle böyle yapıyorlar. Dînine sadâkat
gösteren kimse, sadece hüsn-i zan besleyenden Allâh katında daha sevimlidir.”
buyurmuştur.
Hallâc’daki
tecellîlerin çok daha ötesine geçen Hazret-i Mevlânâ ise:
“Eğer
Hallâc, benimle Rabbim arasındaki tecellîlerden haberdâr olsaydı, o da beni
taşlardı.” buyurmuştur.
Bu ve
benzeri hâller, Hak’ta fânî olmanın zâhire taşan ifâdeleridir. Mevlânâ
Hazretleri fenâfillâhı beyitlerinde şu teşbîh ile îzâh eder:
“Sonsuz olan
hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yâni şu fânî ömrünü, sonsuzluk nehrine
kat! Su hiç nehirden kaçar mı?”
“Kâsedeki
su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir suyu olur.”
“Böyle
olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık bundan
sonra o ne eksilir, ne kirlenir, ne de kokar.”
Mevlânâ ve
emsâlleri gibi mânevî kıvâma ermiş bir kalbe sâhib olanların, her his ve fikri
ilâhî hikmete müteveccih bulunduğu için, Cenâb-ı Hak onların âdetâ gören gözü,
tutan eli… olur.
Mevlânâ
âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâllerin idrâkinde insanların ekserisinin
acziyet içinde olduğunu ifâde sadedinde şöyle der:
“Biz, Mevlânâ
Celâleddîn’in vecdinin feryadlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin
derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun
yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil,
sadece aşkının dile gelen feryadlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya
çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin
fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”20
Aşk, vecd ve
istiğrak hâli öyle bir ummandır ki ancak ehline mâlum olan bir cilve-i
Rabbânî’dir.
Yine bu sır
ilminden bir kısmını, rumuzlu bir şekilde de olsa satırlara aksettiren
Muhyiddîn ibn-i Arabî’ye, ehlullâh büyük değer vermiş, ifâdelerinin derûnundaki
kâbına varılmaz sırların hakîkatlerini seyretmişler, onu “Şeyh-i Ekber” diye
yâd etmişlerdir. Bâtınî âlemden uzakta olanlarsa bu nükteyi çözemedikleri için,
onu küfürle ithâm etmişlerdir.
Eğer sırlara
tahammül edecek dost ve sırdaş bulunmazsa, susmak evlâdır. Çünkü herkese
aklının erebileceği ölçüde söz söylemek gerekir. Yoksa hâlden anlamayana hikmet
ve mârifetten bahsetmek, hakîkate zulmetmektir.
Bu itibarla Muhyiddîn ibn-i Arabî -kuddise sirruh-:
“Hâlimize âşinâ olmayanlar, eserlerimizi okumasınlar.” buyurmuştur.
Hazret-i
Mevlânâ da şöyle der:
“Ben bu esrârı,
kapalı ve muhtasar söyledim. Çünkü geniş beyân etmeye çalışanın dili,
dinleyenin de idrâki yanardı.”
Yine Mevlânâ
Hazretleri, birbirinden çok farklı istîdâd ve kabiliyetlere takdîm
edilen Mesnevî’sinde, sığ idrâklerin yanlış yollara düşmemesi için,
anlaşılması güç ilâhî esrârı ve mücerred hakîkatleri, ya basit ve müşahhas
kıssalarla anlatmış, ya da rumuzlarla örterek yalnız ehline mâlum kılmıştır. Bu
sâyede kalbî derinliği bulunmayanlara Mesnevî’nin mânâsındaki
incelikleri setretmiştir.
Mevlânâ -kuddise
sirruh- şöyle der:
“Benim
beyitlerim, beyit değil, bir mânâ cihânıdır. Hezlim de hezil değil, te’dîbdir.
Kıssalarım, basit ve sıradan sözler değil, tâlimdir. Sırları îzah ve idrâk
ettirmek içindir.”
Hazret-i
Ömer -radıyallâhu anh-, şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Birgün
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girdim. Hazret-i Ebû Bekir
-radıyallâhu anh- ile tevhîd-i ilâhî hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında
oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiçbir şey
anlayamadım. Ebû Bekr’e:
“– Bu hâl
neyin nesidir? Siz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi
sohbet edersiniz?” diye sordum.
Hazret-i Ebû
Bekir -radıyallâhu anh-:
“– Evet,
bazen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile başbaşa iken böyle sohbet
ederiz.”21 buyurdu.
Hazret-i
Ömer gibi dehâsından şüphe edilemeyecek derecede bir insan, öz lisânıyla vâkî
olan bir mübâhasede idrâk güçlüğü çekerse, sıradan insanların ne durumda
olacağı buna kıyâsen kolayca anlaşılabilir.
İşte böyle
sohbetlerde ifâde olunan hakîkatlerin satıra dökülmeleri ve bu sûretle umûma
intikalleri arzu edilmemiş ve son derece mahzurlu görülmüştür. Ancak bu
sâyededir ki böyle gerçeklerin avâma sır olarak kalıp sırf ehil kimselere
intikâli sağlanmıştır. Bundan dolayı, mazannadan (kemâle erdiği zannolunan
kimselerden) bahsedilirken; « o√sôp°S oˆG n¢Ssónb
» yâni “Allâh Teâlâ, onun sırrını (iç âlemini) her türlü mânevî lekelerden
arındırsın.” ifâdesi kullanılır.
Gâyesi
itibâriyle tasavvuf, insanların kalb âlemiyle meşgûl olduğu için kâinâtın
yaratılış sebebi olan muhabbeti de tabiî olarak kullanmaya mecburdur. Bu
yüzden o, “aşk ve muhabbet yolu” olarak da vasıflandırılmıştır. Ancak
aşk, bir coşkunluk olduğundan, irâdenin zaafa uğraması, cezbe, vecd ve
heyecanın kontrol edilememesi gibi bir netîceyi de beraberinde getirebilir.
Nitekim
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Câfer-i
Tayyar -radıyallâhu anh- arasındaki engin
muhabbetten bir misâl şöyledir:
Câfer
-radıyallâhu anh-, bir grup sahâbi ile Habeşistan hicretinden dönüp Medîne’ye
geldi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hayber’de olduğunu
öğrenince, durup dinlenmeksizin, hasretle yoluna devâm etti. Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Câfer -radıyallâhu anh-’ı karşısında görünce sevince
garkolarak:
“Hayber’in
fethi ile mi, Câfer’in gelmesi ile mi sevineyim?..” (İbn-i Hişâm, es-Sîre, IV,
3) buyurdu.
Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- “umretü’l-kazâ”22 dönüşünde,
Seyyidü’ş-şühedâ Hazret-i Hamza’nın yetim kızı Fâtıma’nın bakımını kimin
üstleneceği konusunda yakınlarıyla müzâkere neticesinde onu, Câfer-i Tayyâr’a
emânet etmiş ve Câfer -radıyallâhu anh-’ı alnından öperek ona:
“Yaratılış
ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar da benziyorsun.” (Buhârî, Megâzî, 43) iltifatında
bulunmuştu.
Câfer
-radıyallâhu anh-, bu nebevî iltifat karşısında öyle heyecanlandı ki,
sevincinin şiddetiyle kendinden geçti. Mâsum bir çocuk gibi oynamaya,
pervâneler gibi vecd içinde dönmeye başladı. (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
I, 108)
İşte
insanoğlu, nâil olduğu böylesine ulvî bir iltifatla kendinden geçip sermest
olabileceği gibi, ilâhî tecellîlerle ikrâm ve lutuflara nâil olduğunda da dış
âlemden sıyrılıp istiğrak hâline bürünebilir. Bu gâyet tabiîdir. Mühim olan, o
heyecan seli içinde dahî, beşer olmanın gerektirdiği şartların dışına taşmamak,
denge ve istikâmeti muhâfaza edebilmektir.
Bu dengenin
muhâfazası için tasavvufî yollarda zâhirî ilimler ile mânevî hayatı
birleştirmiş olan kimselerin rehberliğine ihtiyaç vardır.
İrşad
vazifesiyle mükellef olanlar, zâhirî ilimlerde lüzumlu bir kudret ve seviyeye
ulaşmadığı takdîrde, aşk ve muhabbet yolundaki tehlike yine büyüktür. Bunu
bertaraf etmek için “Nakşibendiyye” gibi bazı tarîkatlarda mürşidler zâhirî
ilimleri de bilen kimselerden olagelmiş ve böylece işâret edilen tehlikeden
kendilerini muhâfaza edebilmişlerdir.
Evliyâullâhtaki
terbiye usûlleri farklı farklıdır. Tasavvuf yollarının büyüklerinden Nakşîlik,
sâliki cezbe hâline düşürmeden terbiye eder. Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri:
“Eğer
Hallâc, bizim zamanımız ve terbiyemizde olsaydı, onu sekr hâline düşmekten
Allâh’ın izniyle korurduk.” buyurmuştur.
Bâzı
tarîkatlerde ise zaman zaman cezbe ve coşkunluğun şiddeti sebebiyle görülen
heyecan taşkınlıkları, şeriat nazarında bir ayak sürçmesinden ibârettir.
Bunlar, aslında makbûl olan heyecan ve coşkunluğun aşırılıkta doğurabileceği
tehlikeyi göstermektedir.
Peygamberlerin
müşterek vasıflarına ilâveten kendilerine has fârik birtakım husûsiyetleri
bulunduğu âşikârdır. Evliyâullâh zümresi de birbirlerine karşı aynen
böyledirler. Meselâ celâlî veya cemâlî mizaçta olabilirler. Fakat bunların
hepsi kalb âleminde Cenâb-ı Hakk’ı sıradan insanın idrâk ve ihâtasından daha
farklı bir sûrette bilir ve bütün fânî ve fânîliklerden vazgeçerek O’na
yaklaşma gayreti içinde olurlar. Bu uçsuz bucaksız mârifetullâh sahasında dâimî
bir sûrette aczini idrâk hâlinde bulunurlar. Böyle olmakla berâber bunların
hepsi, aynı merhalede olmadığı gibi aynı vazîfeyle de mükellef değildirler.
Bâzıları seyr u sülûkün nihâyetinde halka döner. Bunlar irşadla mükelleftirler.
Evvelce de ifâde etmiş olduğumuz gibi bir çocuğa tedrîcî bir sûretle ders veren
bir muallim gibi vâkıf oldukları hakîkatlerin çoğunu beşerî münâsebetlerinde
bilmez gibi davranırlar. Bu hâlden kinâye olarak bir şeyi bilip de bilmezden
gelmeye, “tecâhül-i ârifâne” tâbir olunur.
Diğer
bâzıları ise irşadla mükellef olmadıklarından, onlar, hayret makâmında kalır ve
dâimî bir sûrette sükût hâlinde olurlar. Böyleleri ilâhî kudret akışları
karşısında lâl (dilsiz) gibidir. İnsanlara karşı vazifeli olan bâzılarıysa
âdetâ çağlayanlara döner. Dillerinden ve gönüllerinden ilâhî sır ve hikmetler
taşmaya başlar.
Kimilerinde
ise bu hâller, dâimî olmayıp değişkendir. Hayatlarında muhtelif safhalar olur.
Bu hâllere bir misâl olarak Muhammed Pârisâ Hazretleri’ndeki tecellîlerden biri
de şöyledir:
Muhammed
Pârisâ Hazretleri yatsı namazından sonra mescidin avlusunda bir miktar tevakkuf
eder, kısa bir sohbetten sonra hânesine doğru yoluna devam ederdi. Bazen de
kendisinde öyle bir hâl tecellî ederdi ki, sabah ezanına kadar mescidin
avlusunda âdetâ donakalır, derin bir hayret hâli yaşardı. Sabah ezanıyla
beraber tekrar mescide girerdi.
Bu velîlerin
yaşayış ve duyuşları gibi, ölüme karşı tavırları da farklı olmuştur. Hazret-i
Mevlânâ, aşk-ı ilâhî ile kavruluşundan dolayı, ölümü “vuslat” ve “şeb-i arûs”
olarak telakkî etmiş; Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh- ise, “haşyetullâh”
tecellîsinin galebesi sebebiyle, dâimâ son nefeste ne hâlde olacağı endişesi
taşımıştır.
Ledünnî ilim
hakkında bildiğimiz bütün mâlumat, bu ilmin evveliyetle peygamberlerdeki ve bir
nebze de olsa, nasîbi olan velî kullardaki muhtelif tecellîlerinden, kelâma
inkılâb edebildiği kadarıyla kırıntı kabîlinden nasiplerdir. Bu ilmin mutlak
hakîkati, Cenâb-ı Hak katında olduğundan, onu gerçek manasıyla kavrayabilmek,
idrâk sınırlarımızın üzerinde bir keyfiyettir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.