
(1842-1918)
Osmanlı
pâdişâhlarının otuzdördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur.
Sadece kendi
ülkesinde değil, bütün İslâm âleminde tabiî ve sembol bir lider vasfına ulaşmış
müstesnâ bir şahsiyettir.
O, genç
yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etmişti. Şâzeliyye
tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu’l-Hüdâ
Efendi’den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de
tâçlandırmıştır.
Daha genç
yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmiş bulunduğundan amcası
Sultan Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde O’nu da yanında
götürmüştü.
Çok nâzik
idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sahipti.
Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda
sayısız misâller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark,
rivâyete nazaran:
“Dünyâda yüz
gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han’da, beş gramı bende, kalan
beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir…” demiştir.
O’nun en
büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır.
Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îmân, müthiş bir zekâ, sabır ve
büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre
etmiştir.
Sultan
Abdülhamîd Han, tahta geçtiği zaman İngiltere uzak denizlere çoktan açılmış ve
Hindistan’ı ele geçirmiş bulunuyordu. Rusya ise Türkistan’ı baştanbaşa istilâ
ederek onunla bugünkü Afgan bölgesinde karşı karşıya gelmişti. Aralarında hudud
anlaşmazlığı sürüp gidiyordu. Bu bakımdan Rusya’nın Osmanlı düşmanlığı ve bu
maksadla boğazları ele geçirerek sıcak denizlere açılması, İngiltere’nin de
işine gelmiyordu.
Diğer
taraftan Osmanlı devlet adamları, Sultan Abdülazîz merhûma karşı önce bir
ihtilâl ile tahttan indirme ve sonra da câniyâne bir surette katl hâdisesini
gerçekleştirmiş bulunan Mithat Paşa ve avanesi idi. Bunlar, halk
tarafından fevkalâde sevilen Sultan Abdülazîz’e karşı irtikâb ettikleri cinâyet
sebebiyle itibarları zedelenmiş bulunduğundan kazanılacak bir zaferle
durumlarını düzeltmek istiyorlardı. Bunun için Sultan Abdülazîz’den kalan
kuvvetli ordu ve donanmaya güvenerek bir harp çıkarmak istediler. Bu harp,
şâyet Rusya’ya karşı olursa, İngiltere’nin de Devlet-i Aliyye’ye
yardımda bulunacağını tabiî addediyorlardı. Bu keyfiyet için kâfî bahâne de
vardı. O sırada bize bağlı bir prenslik durumundaki Sırbistan’ın Ruslar’la olan
hududlarında bir ihtilâf çıkmıştı. Bunu kullanarak Rusya’ya harp açmak
istediler. Görüşmelerde uzlaşmaya yanaşmadılar.
Rusya ise, o
sırada dünyânın en kuvvetli ordu ve donanmasına sahip Osmanlı’yla harbi göze
alamıyordu. Böyle bir harpte İngiltere’nin de 1853 Kırım Harbi’ndeki gibi
Osmanlı’nın yanında yer almasından korkuyordu. Bunun için ihtilâfı bertaraf
maksadıyla tâviz üstüne tâviz verdi. Rus çarı da, Türk aleyhinde olan kendi
umûmî efkârının baskısı altındaydı. Bu sebeple mes’eleyi bir tâviz alarak
halletmiş gözükmek için talebini, bizim toprağımız olan küçücük Nikşik
kasabasının, gene bize bağlı bir prenslik olan Sırbistan’a verilmesine kadar
küçülttü. Mithat Paşa ve avanesi, buna dahî râzı olmadılar.
Sultan
Abdülhamîd, tahta yeni geçmiş bulunuyordu. Henüz devlet dizginleri tam
mânâsıyla elinde değildi. Hükûmete ihtilâlci bir kadro hâkimdi. Sultan, onlara
-zannettikleri gibi- İngiltere’nin böyle bir bâdirede bizim yanımızda yer
almayacağını isbat için İngiliz büyükelçisi Layart’ı da huzûruna
çağırarak hükûmet erkânı ile bir müzâkerede bulundu. Layart, hükûmeti nâmına bu
toplantıda İngiltere’nin Rusya’ya karşı olan siyâseti dolayısıyla şâyet bir
Türk-Rus harbi çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını
söylemekle birlikte, hiçbir surette bizim yanımızda yer almayacaklarını kat’î
bir lisanla ifâde etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer
elde edebileceklerini umarak Sultan Abdülhamîd Han’ı dinlemeyip Rusya’ya harp
îlân ettiler.
Şu husus
târihî bir gerçektir ki, ihtilâl yapan ordular, lâyıkıyla harp edemezler. Çünkü
iç düzenleri sarsılmış bulunur. Nitekim eski takvimimize göre 1293 yılına denk
geldiği için “93 Harbi” denilen bu savaşta da böyle oldu. Ruslar, beleşten bir
zafer kazanarak tâ Tuna ötelerinden İstanbul’un Yeşilköy’üne kadar geldiler.
Yeşilköy’ün o zamanki adı Ayastefanos olduğu için Rus kumandanı Grandük Nikola’nın
kılıcına dayanarak dikte ettirdiği sulh şartları “Ayastefanos Muâhedesi” adıyla
târihe geçmiştir.
Bu felâketin
bir sebebi de Mithat Paşa ve avanesinin, Osmanlı kumandanlığına Mehmed Ali
Paşa adında bir hâini tâyin etmiş bulunmalarıydı. Nazım Hikmet ve Mehmed
Ali Aybar’ın dedeleri olan Mehmed Ali Paşa, aslen bir Polonya yahûdîsi idi.
Tanzimat’ın îlânına sebep olan mâhut Mustafa Reşit Paşa, İngiltere
büyükelçiliği esnâsında elçilik ayak hizmetlerinde kullandığı bir Polonya
yahûdîsini İstanbul’a dönüşünde beraberinde getirmişti. İşte 1877-78 Türk-Rus
harbi (93 Harbi) felâketinin asıl âmili olan Mehmed Ali Paşa, bu yahûdînin
oğludur.
Sultan
Abdülhamîd, bu dehşetli hezîmet karşısında önce buna sebep olan ihtilâlci
kadroyu bertaraf ederek devlet dizginlerini eline almış, sonra da Rusya
aleyhtârı olan İngiltere’yi -hiç olmazsa diplomatik sahada- Rusya’ya karşı
kullanabilme çarelerini aramıştır. Bunun için Kıbrıs Adası’nı “hukûk-i şâhânesi
bâkî kalmak şartıyla” bir üs suretinde kendilerine vererek Ayastefanos
Muâhedesi’nin iptaliyle, onun yerine Berlin Muâhedesi’nin
gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu muâhedeyle mâruz kalınan kayıpların büyük bir
kısmı telâfî edilmiştir. Böylece ihtilâlci kadronun sebep olduğu “93 Harbi”
felâketi, O’nun dâhiyâne siyâseti sayesinde -mümkün mertebe- hafifletilmiş
oldu. Bu hâdiseden gerekli dersi almış olan Sultan Abdülhamîd, batıda Çatalca
ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarını, doğuda ise Azîziye kalelerini tahkîm
ederek sulhçu bir siyâsete yönelmiş, memleketin dâhilde kalkınmasını sağlayacak
hamlelere girişmiştir. Balkan ve I. Cihân harplerinde ehemmiyeti
ortaya çıkan bu tahkîmat, O’nun ileri görüşlülüğünün bir nümûnesidir.
Sultan
Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçı bir
siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz
etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat
çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek,
O’nun siyâsetinin temel esası olmuştur.
Bu sulhçu siyâsetin
neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kaçınarak dış borçların 300
milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd’in, Almanlar’ı
İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir surette kullanmasının çok çeşitli
ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlar’a
verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe’nin onların yardımıyla
İngilizler’den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.
Abdülhamîd
Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle çok dengesiz bir yapı arzeden ve
devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i
Mebûsân’ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878’de süresiz olarak
kapatmıştır.
Mithat Paşa
ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli’de
kaybedilen topraklardaki müslüman halkın çoğu, muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş
bulunuyordu. Ali Suâvî, bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek
etrafına birkısım işsiz-güçsüz takımı toplayıp Çırağan Sarayı’na yürüdü. Sultan
Abdülhamîd’i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murâd’ı tekrar
tahta geçirmeye teşebbüs etti.
Sultan V.
Murâd, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafından tâ şehzâdeliğinden beri hususî
bir surette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuzüç
dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini
bilmeden girmişti. Bununla beraber şerrin mümessilleri, kendisi pâdişâh olursa,
kötü emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı.
Ali Suâvî
ise, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk
siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın gücenikliği ile hareket
ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş yahûdî siyâsî emellerinin hâkim
olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti
durumundaydı.
Beşiktaş
muhâfızı Yedi-sekiz Hasan Paşa’nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali
Suâvî’nin can vermesi, bu ihtilâl teşebbüsünün bertaraf edilmesini sağlamıştır.
Sultan
Abdülhamîd, bu ve benzerî vak’alar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi
kavramakta gecikmedi. Devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine
ilâveten Rum, Ermeni ve Yahûdîler’in kaynattıkları fitne kazanı, gerçekten
üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir tehlike idi. Bunun içindir ki
Abdülhamîd Han, kendisine muhâlif olanların «istibdâd» diye
adlandırageldikleri sıkı bir dâhilî siyâset takibine mecbûr kaldı.
Abdülhamîd
Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzuru ve ülkenin selâmetini
sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede
mükemmel bir «istihbârat teşkilatı» kurmuştur. Bu teşkilâtta, kendisine karşı
bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris’i dahî
-zekâsının büyük bir mahsûlü olarak- bir istihbârât elemanı gibi kullanması,
şâyân-ı dikkattir. Hattâ İngilizler’in Madrit büyükelçileri vefât ettiğinde,
onun açılan çelik kasalarında Sultan Abdülhamîd’le muhâbere hâlinde bulunduğuna
dâir çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizler’i bu istihbârâtın
kuvvet ve şümûlü hakkında dehşete sevketmiştir. Kendisi tahttan indirildikten
sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı’nın yakılmış bulunması da,
O’nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum
katları, lebâleb Sultan Abdülhamîd’e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç
şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller,
İttihat ve Terakkî’nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi.
Sathî bir nazarla bakıldığında bile bunların, birbirleri aleyhine Sultan
Abdülhamîd Han’a jurnalcilik ettikleri kolayca anlaşılmaktadır.
Bu jurnal
keyfiyeti dolayısıyla da Sultan Abdülhamîd, kendisine muhâlif olanlar
tarafından haksız ve çirkin bir surette itham edilegelmiştir. Gûyâ O’nun, ulu
orta verilmiş saçma-sapan jurnallere dayanarak birçok insanı sürgüne gönderdiği
pek çok yazılıp söylenmiştir. Ancak bu hususdaki gerçeğin lâyıkıyle
kavranabilmesi ve Sultan Abdülhamîd Han’ın dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin
anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün
yüksek seviyede bir me’mûrun, Çırağan Sarayı önünden geçerken gûyâ:
“–Âh Sultan
Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!.” meâlinde bir söz söylemiş olduğu
yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o me’mûrun Fizan’a sürgün
edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam
Saîd Paşa’nın:
“–Efendimiz!
Bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu me’mûrun takriben altı ay önce irtikâb ettiği
hırsızlık ve rüşvet suçu sâbit olduğu halde kendisini afvetmiştiniz.. Şimdi
ise, çok hafif ve sıradan bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!.” demesi üzerine, o koca Sultan,
Sadrazam’a şu cevabı vermiştir:
“–Hayır
Paşa! Ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep,
bahsettiğin o hırsızlık ve rüşvet suçudur. Ayrıca bu jurnali de kasden kendim verdirttim.
Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım,
yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum.
Onlar da, eş ve dostlarına karşı mahcûb olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ
benim sultanlığıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler…
Böyle olmasını tercih ettim!..”
Yalnız bu
hâdise dahî, Sultan Abdülhamîd Han’ın devri için sürüp gelen haklı-haksız
tenkîdlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutmaktadır.
Sultan
Abdülhamîd’in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de şudur:
Sultan
Abdülazîz’in şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu fecî ve
çirkin hâdiseyi unutmamıştı. Kâtillerin yakalanıp cezâlandırılmasını istiyordu.