Sultan II. ABDÜLHAMÎD HAN
(1842-1918)
Osmanlı
pâdişâhlarının otuzdördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur.
Sadece kendi
ülkesinde değil, bütün İslâm âleminde tabiî ve sembol bir lider vasfına ulaşmış
müstesnâ bir şahsiyettir.
O, genç
yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etmişti. Şâzeliyye
tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu’l-Hüdâ
Efendi’den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de
tâçlandırmıştır.
Daha genç
yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmiş bulunduğundan amcası
Sultan Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde O’nu da yanında
götürmüştü.
Çok nâzik
idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sahipti.
Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda
sayısız misâller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark,
rivâyete nazaran:
“Dünyâda yüz
gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han’da, beş gramı bende, kalan
beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir…” demiştir.
O’nun en
büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır.
Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îmân, müthiş bir zekâ, sabır ve
büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre
etmiştir.
Sultan
Abdülhamîd Han, tahta geçtiği zaman İngiltere uzak denizlere çoktan açılmış ve
Hindistan’ı ele geçirmiş bulunuyordu. Rusya ise Türkistan’ı baştanbaşa istilâ
ederek onunla bugünkü Afgan bölgesinde karşı karşıya gelmişti. Aralarında hudud
anlaşmazlığı sürüp gidiyordu. Bu bakımdan Rusya’nın Osmanlı düşmanlığı ve bu
maksadla boğazları ele geçirerek sıcak denizlere açılması, İngiltere’nin de
işine gelmiyordu.
Diğer
taraftan Osmanlı devlet adamları, Sultan Abdülazîz merhûma karşı önce bir
ihtilâl ile tahttan indirme ve sonra da câniyâne bir surette katl hâdisesini
gerçekleştirmiş bulunan Mithat Paşa ve avanesi idi. Bunlar, halk
tarafından fevkalâde sevilen Sultan Abdülazîz’e karşı irtikâb ettikleri cinâyet
sebebiyle itibarları zedelenmiş bulunduğundan kazanılacak bir zaferle
durumlarını düzeltmek istiyorlardı. Bunun için Sultan Abdülazîz’den kalan
kuvvetli ordu ve donanmaya güvenerek bir harp çıkarmak istediler. Bu harp,
şâyet Rusya’ya karşı olursa, İngiltere’nin de Devlet-i Aliyye’ye
yardımda bulunacağını tabiî addediyorlardı. Bu keyfiyet için kâfî bahâne de
vardı. O sırada bize bağlı bir prenslik durumundaki Sırbistan’ın Ruslar’la olan
hududlarında bir ihtilâf çıkmıştı. Bunu kullanarak Rusya’ya harp açmak
istediler. Görüşmelerde uzlaşmaya yanaşmadılar.
Rusya ise, o
sırada dünyânın en kuvvetli ordu ve donanmasına sahip Osmanlı’yla harbi göze
alamıyordu. Böyle bir harpte İngiltere’nin de 1853 Kırım Harbi’ndeki gibi
Osmanlı’nın yanında yer almasından korkuyordu. Bunun için ihtilâfı bertaraf
maksadıyla tâviz üstüne tâviz verdi. Rus çarı da, Türk aleyhinde olan kendi
umûmî efkârının baskısı altındaydı. Bu sebeple mes’eleyi bir tâviz alarak
halletmiş gözükmek için talebini, bizim toprağımız olan küçücük Nikşik
kasabasının, gene bize bağlı bir prenslik olan Sırbistan’a verilmesine kadar
küçülttü. Mithat Paşa ve avanesi, buna dahî râzı olmadılar.
Sultan
Abdülhamîd, tahta yeni geçmiş bulunuyordu. Henüz devlet dizginleri tam
mânâsıyla elinde değildi. Hükûmete ihtilâlci bir kadro hâkimdi. Sultan, onlara
-zannettikleri gibi- İngiltere’nin böyle bir bâdirede bizim yanımızda yer
almayacağını isbat için İngiliz büyükelçisi Layart’ı da huzûruna
çağırarak hükûmet erkânı ile bir müzâkerede bulundu. Layart, hükûmeti nâmına bu
toplantıda İngiltere’nin Rusya’ya karşı olan siyâseti dolayısıyla şâyet bir
Türk-Rus harbi çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını
söylemekle birlikte, hiçbir surette bizim yanımızda yer almayacaklarını kat’î
bir lisanla ifâde etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer
elde edebileceklerini umarak Sultan Abdülhamîd Han’ı dinlemeyip Rusya’ya harp
îlân ettiler.
Şu husus
târihî bir gerçektir ki, ihtilâl yapan ordular, lâyıkıyla harp edemezler. Çünkü
iç düzenleri sarsılmış bulunur. Nitekim eski takvimimize göre 1293 yılına denk
geldiği için “93 Harbi” denilen bu savaşta da böyle oldu. Ruslar, beleşten bir
zafer kazanarak tâ Tuna ötelerinden İstanbul’un Yeşilköy’üne kadar geldiler.
Yeşilköy’ün o zamanki adı Ayastefanos olduğu için Rus kumandanı Grandük Nikola’nın
kılıcına dayanarak dikte ettirdiği sulh şartları “Ayastefanos Muâhedesi” adıyla
târihe geçmiştir.
Bu felâketin
bir sebebi de Mithat Paşa ve avanesinin, Osmanlı kumandanlığına Mehmed Ali
Paşa adında bir hâini tâyin etmiş bulunmalarıydı. Nazım Hikmet ve Mehmed
Ali Aybar’ın dedeleri olan Mehmed Ali Paşa, aslen bir Polonya yahûdîsi idi.
Tanzimat’ın îlânına sebep olan mâhut Mustafa Reşit Paşa, İngiltere
büyükelçiliği esnâsında elçilik ayak hizmetlerinde kullandığı bir Polonya
yahûdîsini İstanbul’a dönüşünde beraberinde getirmişti. İşte 1877-78 Türk-Rus
harbi (93 Harbi) felâketinin asıl âmili olan Mehmed Ali Paşa, bu yahûdînin
oğludur.
Sultan
Abdülhamîd, bu dehşetli hezîmet karşısında önce buna sebep olan ihtilâlci
kadroyu bertaraf ederek devlet dizginlerini eline almış, sonra da Rusya
aleyhtârı olan İngiltere’yi -hiç olmazsa diplomatik sahada- Rusya’ya karşı
kullanabilme çarelerini aramıştır. Bunun için Kıbrıs Adası’nı “hukûk-i şâhânesi
bâkî kalmak şartıyla” bir üs suretinde kendilerine vererek Ayastefanos
Muâhedesi’nin iptaliyle, onun yerine Berlin Muâhedesi’nin
gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu muâhedeyle mâruz kalınan kayıpların büyük bir
kısmı telâfî edilmiştir. Böylece ihtilâlci kadronun sebep olduğu “93 Harbi”
felâketi, O’nun dâhiyâne siyâseti sayesinde -mümkün mertebe- hafifletilmiş
oldu. Bu hâdiseden gerekli dersi almış olan Sultan Abdülhamîd, batıda Çatalca
ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarını, doğuda ise Azîziye kalelerini tahkîm
ederek sulhçu bir siyâsete yönelmiş, memleketin dâhilde kalkınmasını sağlayacak
hamlelere girişmiştir. Balkan ve I. Cihân harplerinde ehemmiyeti
ortaya çıkan bu tahkîmat, O’nun ileri görüşlülüğünün bir nümûnesidir.
Sultan
Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçı bir
siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz
etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat
çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek,
O’nun siyâsetinin temel esası olmuştur.
Bu sulhçu siyâsetin
neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kaçınarak dış borçların 300
milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd’in, Almanlar’ı
İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir surette kullanmasının çok çeşitli
ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlar’a
verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe’nin onların yardımıyla
İngilizler’den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.
Abdülhamîd
Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle çok dengesiz bir yapı arzeden ve
devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i
Mebûsân’ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878’de süresiz olarak
kapatmıştır.
Mithat Paşa
ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli’de
kaybedilen topraklardaki müslüman halkın çoğu, muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş
bulunuyordu. Ali Suâvî, bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek
etrafına birkısım işsiz-güçsüz takımı toplayıp Çırağan Sarayı’na yürüdü. Sultan
Abdülhamîd’i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murâd’ı tekrar
tahta geçirmeye teşebbüs etti.
Sultan V.
Murâd, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafından tâ şehzâdeliğinden beri hususî
bir surette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuzüç
dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini
bilmeden girmişti. Bununla beraber şerrin mümessilleri, kendisi pâdişâh olursa,
kötü emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı.
Ali Suâvî
ise, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk
siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın gücenikliği ile hareket
ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş yahûdî siyâsî emellerinin hâkim
olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti
durumundaydı.
Beşiktaş
muhâfızı Yedi-sekiz Hasan Paşa’nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali
Suâvî’nin can vermesi, bu ihtilâl teşebbüsünün bertaraf edilmesini sağlamıştır.
Sultan
Abdülhamîd, bu ve benzerî vak’alar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi
kavramakta gecikmedi. Devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine
ilâveten Rum, Ermeni ve Yahûdîler’in kaynattıkları fitne kazanı, gerçekten
üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir tehlike idi. Bunun içindir ki
Abdülhamîd Han, kendisine muhâlif olanların «istibdâd» diye
adlandırageldikleri sıkı bir dâhilî siyâset takibine mecbûr kaldı.
Abdülhamîd
Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzuru ve ülkenin selâmetini
sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede
mükemmel bir «istihbârat teşkilatı» kurmuştur. Bu teşkilâtta, kendisine karşı
bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris’i dahî
-zekâsının büyük bir mahsûlü olarak- bir istihbârât elemanı gibi kullanması,
şâyân-ı dikkattir. Hattâ İngilizler’in Madrit büyükelçileri vefât ettiğinde,
onun açılan çelik kasalarında Sultan Abdülhamîd’le muhâbere hâlinde bulunduğuna
dâir çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizler’i bu istihbârâtın
kuvvet ve şümûlü hakkında dehşete sevketmiştir. Kendisi tahttan indirildikten
sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı’nın yakılmış bulunması da,
O’nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum
katları, lebâleb Sultan Abdülhamîd’e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç
şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller,
İttihat ve Terakkî’nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi.
Sathî bir nazarla bakıldığında bile bunların, birbirleri aleyhine Sultan
Abdülhamîd Han’a jurnalcilik ettikleri kolayca anlaşılmaktadır.
Bu jurnal
keyfiyeti dolayısıyla da Sultan Abdülhamîd, kendisine muhâlif olanlar
tarafından haksız ve çirkin bir surette itham edilegelmiştir. Gûyâ O’nun, ulu
orta verilmiş saçma-sapan jurnallere dayanarak birçok insanı sürgüne gönderdiği
pek çok yazılıp söylenmiştir. Ancak bu hususdaki gerçeğin lâyıkıyle
kavranabilmesi ve Sultan Abdülhamîd Han’ın dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin
anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün
yüksek seviyede bir me’mûrun, Çırağan Sarayı önünden geçerken gûyâ:
“–Âh Sultan
Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!.” meâlinde bir söz söylemiş olduğu
yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o me’mûrun Fizan’a sürgün
edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam
Saîd Paşa’nın:
“–Efendimiz!
Bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu me’mûrun takriben altı ay önce irtikâb ettiği
hırsızlık ve rüşvet suçu sâbit olduğu halde kendisini afvetmiştiniz.. Şimdi
ise, çok hafif ve sıradan bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!.” demesi üzerine, o koca Sultan,
Sadrazam’a şu cevabı vermiştir:
“–Hayır
Paşa! Ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep,
bahsettiğin o hırsızlık ve rüşvet suçudur. Ayrıca bu jurnali de kasden kendim verdirttim.
Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım,
yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum.
Onlar da, eş ve dostlarına karşı mahcûb olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ
benim sultanlığıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler…
Böyle olmasını tercih ettim!..”
Yalnız bu
hâdise dahî, Sultan Abdülhamîd Han’ın devri için sürüp gelen haklı-haksız
tenkîdlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutmaktadır.
Sultan
Abdülhamîd’in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de şudur:
Sultan
Abdülazîz’in şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu fecî ve
çirkin hâdiseyi unutmamıştı. Kâtillerin yakalanıp cezâlandırılmasını istiyordu.
Kaynak: ABİDE ŞAHSİYETLERİ VE MÜESSESELERİYLE OSMANLI - Osman Nuri Topbas
Bu umûmî
arzu üzerine Yıldız’da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat
Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve daha bazılarının Abdülazîz Han’ın kâtili
oldukları sâbit oldu. Mahkeme, bunlar hakkında îdam cezâsı verdi. Ayrıca Plevne
kahramanı Gâzî Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi şahsiyetlerin
dâhil olduğu kırk kişilik mûteber bir hey’ete de bu karar bir kere daha tedkîk
ettirildi. Onlar da, ittifakla karârı isâbetli gördüklerini beyân ettiler.
Bütün
bunlara rağmen Sultan Abdülhamîd Han, verilen îdâm cezâlarını sürgüne çevirdi.
Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmiş bulunan Mithat Paşa’nın cebine sürgüne
giderken 800 altın harçlık koydu.
Tahayyülün
de üzerinde olan bu davranış karşısında hâdiselerin içyüzüne vâkıf olan bir
insanın, bu büyük merhametli pâdişâha karşı dil uzatanları afvedip hoş görmesi
mümkün müdür?!.
Sultan
Abdülhamîd Han’ın dünyâ çapında ithamına vesîle olan sebeplerden biri de,
devrinde baş gösteren Ermeni mes’elesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan
gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden
müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca “teb’a-i sâdıka” olarak
vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî
emellerine ulaşmak isteyen Ruslar’ın propagandalarına aldanarak sadâkatten
ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan
bütün hıristiyan batı devletlerinin alâkasını çekti ve onlar da bu ihtilâfa
dâhil oldular.
Napolyon, 1800’lü yılların başında bir
Osmanlı vilâyeti olan Mısır’a saldırdığında, ülkenin her tarafından oraya
gönüllü müdâfîler koşuşmuştu. Bunlardan biri olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa,
aslında câhil bir köylü çocuğu olduğu halde zekâsı, açıkgözlülüğü ve
çalışkanlığı sayesinde yükselmiş ve burasını babadan oğula geçen bir vâlilik
(hidiviyyet) ile ele geçirmişti. Bunları gören batılılar, onda istiklâl
hevesleri sezdiler. Osmanlı vatanını bölüp parçalamak için kendisini tahrîk,
teşvik ve hattâ askerî bakımdan takviye ettiler. Ardından da onu yıllardır
bağlı olduğu merkezî hükûmete karşı isyân ettirdiler.
Bu tahrîkler
neticesinde Kavalalı, Osmanlı’ya saldırdı. Osmanlı Devleti ise, 1826 yılında
an’anevî ordu şeklimiz yeniçeriliğin inkılâpçı bir zihniyetle imhâ edilmiş
olmasından doğan askerî bir boşluktan dolayı Kavalalı’nın isyanını durduramadı.
Böylece Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1832’de Kütahya’ya kadar geldi. Bunun üzerine
Osmanlı Devleti, Rusya’dan yardım almak zorunda kaldı ve Ruslar, bu yardımın
mukâbilinde Boğazlar’ın idâresinde söz sahibi olabildiler.
Bundan
memnun olmayan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın teşvikçileri, bu defa -takriben
yirmi yıl sonra- Osmanlı yanında yer alarak onunla birlikte Rusya’ya karşı «Kırım
Harbi» (1853)’ni gerçekleştirdiler. Bu durum Rusya’da, Boğazlar’ı ele
geçirdiği takdirde devletlerin dengesi bakımından batılıların buna râzı
olmayacakları kanâatini uyandırmış ve Ruslar, bu yüzden sıcak denizlere inmenin
başka bir yolu olup olmadığını araştırmak mecbûriyetinde kalmışlardı. Nasıl
Balkanlar’da hıristiyan unsurları bize karşı tahrîk edip ayaklandırmışlarsa,
aynı şekilde ülkemizin doğusundaki hıristiyan olan Ermeniler’e de önce istiklâl
hevesiyle bir Ermenistan devleti kurdurup, sonra da onu kendi ülkesine katarak,
bu devletin iskelesi mevkîindeki İskenderun’dan Akdeniz’e inme siyâsetini
takibe başladılar. İşte Ermeni kıyâmının ortaya çıkmasının asıl sebebi bu Rus
düşüncesidir.
Dâhî Sultan
Abdülhamîd Han, Ruslar’ın, bu maksadla Ermeniler’i silâhlandırma faâliyetini ve
bunun varacağı noktayı görmekte gecikmedi. Derhal Ermeniler’i toplu oldukları
bölgelerden sağa sola cebrî bir surette göç ettirmek gibi bir tedbire baş
vurdu. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî desteği ile de beslenerek
onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanması şeklinde neticelendi.
Nitekim kendisine Viyana’da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına,
îmâlât esnâsında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba
yerleştirildi. Bu bomba, kendisinin şeyhulislâm ile Cum’a namazı çıkışında
mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden
Yıldız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etti. Asker, sivil birçok insan öldü ve
yaralandı. Herkesin telâşa kapıldığı o hengâmede Sultan Abdülhamîd Han,
sükûnetini muhâfaza ederek:
“–Korkmayın,
korkmayın!..” diye
bağırdı ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları
arasında atları kırbaçlayıp sarayına döndü.
Devrinin
sözde münevverlerinin gafletine bakınız ki, Belçikalı Ermeni Jorris’in tertîbi
eseri olan bu suikasti alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde şâiri
Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan ‘bir anlık gecikme’ anlamındaki “Bir
Lahza-i Teaahhur” isimli şiirinde suikastçiyi ‘şanlı avcı’ diyerek
vasıflandırmakta ve suikasdin muvaffakıyetsizlikle neticelenmesinden doğan
teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultan Abdülhamîd’in kendisine
karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.
Sultan
Abdülhamîd devrinin gâilelerinden biri de o sıralarda filizlenmeye başlayan yahûdî
mes’elesidir. Teodor Hertzel, İsviçre’nin Bazel şehrinde ilk
siyonist kongresini toplamıştı. Daha önce yazdığı “Yahûdî Devleti” isimli kitâbıyla
dünyâ yahûdîlerinin Filistin’de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda
teşebbüse geçti. Bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan yahûdî
Roçilt âilesinin desteğini sağladı. Onun nâmına iki kere Türkiye’ye geldi ve
yahûdîlerin Filistin’e yerleşip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı
Devleti’nin dış borçlarını ödemek teklifini Roçilt nâmına Sultan Abdülhamîd’e
arzetti.
Ancak
Sultan’ın çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle,
yahûdîler tarafından bütün dünyâda o büyük hükümdar için geniş çaplı bir
karalama kampanyası başlatıldı.
Bu kampanya
sebebiyledir ki, Ulu Hakan Sultan Abdülhamîd Han için haksız ve mesnedsiz bir
surette kızıl sultan lâkabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir.
Çok yazık ki, yahûdîlerin îcâd edip ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ,
böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanın o gün bugündür birçok talihsiz Türk
asıllı nesilleri arasında da revaç bulmuştur. Halbuki Abdülhamîd Han, otuzüç
senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve
babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm
cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve
hattâ ermeni Jorris’i dahî afvetmiş fazîletli bir şahsiyetti.
Yahûdîler,
Filistin’e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının
Sultan Abdülhamîd tarafından mutlak bir surette redde mahkûm olduğunu gördükten
sonra artık o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine
ulaşamayacaklarını düşündüler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul’da ve sonra
da yahûdî muhiti Selânik’te boy gösteren İttihat ve Terakkî cemiyetini
kurdurarak vatanın birkısım bedbaht evlâdlarını kesif bir propaganda sisinde
boğdular. O derecede ki, bu haksız ve mesnedsiz iftiraların te’sîri, birçok iyi
niyetli kimselere kadar uzandı. Maalesef birçok iyi niyetli kimseler dahî, o
günün getirdiği gaflete dûçâr oldular.
Tehlikeyi
gören Sultan Abdülhamîd, yahûdîlerin Filistin’de toprak satın almalarını
yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek
için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak “emlâk-i
şâhâne” hâline getirdi. Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi böylece vücûda
gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki müslüman nüfusu da
artırma yoluna gitmiştir.
O sırada Rus
tahrikiyle teşekkül etmiş çeteler, Balkanlar’ı cadı kazanı hâline getirmişti.
Bunlarla mücâdele eden birliklerin birtakım subayları, İttihat-Terakkî ve onun
arkasındaki yahûdîlerce iğfâl edilmişlerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamîd
Han’ı II. Meşrûtiyet’in ilânına zorladılar.
Abdülhamîd
Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat gâyet
buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna
fırsat bulamamıştı. Mecbûren eski kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu.
Meclis-i
Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahî meb’ûs
seçilerek meclise girmişti. Hattâ ne hazîndir ki, mecliste azınlıkların
te’sîri, müslüman meb’ûslardan daha çoktu.
İttihat ve
Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın umûmî surette nefretini kazandı.
Karşılaştığı tenkîdleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya
fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyordu. Bu durum, ortaya çıkan nefreti
had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sâdık adamları
sandıkları avcı taburlarını Rumeli’den getirip Taşkışla’ya yerleştirdiler.
Fakat bunların başlarında bulunan subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle
siyâset girdabına sürüklendiler ve askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest
kalan avcı taburlarındaki askerler, halkla temas kurma imkânı buldular. Böylece
İttihat ve Terakkî’nin irtikâb ettiği mel’ûnâne zulüm ve hıyânetleri
öğrendiler. Bunun üzerine, korumaya me’mur oldukları bu kadroya karşı
ayaklandılar. İstanbul’da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazı İttihat ve Terakkî
milletvekilleri sokak ortasında katledildi. İşte 31 Mart Vak’ası denilen
hâdise budur.
Bu ayaklanma
sebebiyle iktidarlarını tehlikede görerek korkuya kapılan İttihat ve Terakkî,
Rumeli’den “Hareket Ordusu” denilen onbeşbin kişilik bir kuvveti derhal
İstanbul üzerine sevk ettiler.
Sultan
Abdülhamîd, bu çapulcu gürûhuna karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle
hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının etrafında iyi tâlim ve terbiye görmüş
otuzbin asker vardı. Lâkin koca Sultan, tâc ve tahtı için bu hengâmede bile kan
dökmeye râzı olmadı. Neticede Hareket Ordusu’na
arkalanan İttihat ve Terakkî hükûmetince hal’ olunarak tahttan indirildi.
Usûlen tanzîm edilen fetvâ ise, tamamen haksız ve mesnedsizdi. Kendisine
bulunabilen kusur ise, “kütüb-i mu’tebere-i dîniyyeyi cem’ u ihrâk”,
yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.
Bu bühtanın aslı şöyledir:
O zaman Kur’ân-ı Kerîm’in şahıslarca basım ve yayını yasaktı. Kur’ân-ı
Kerîm’i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kur’ân-ı Kerîm
tab’ında gereken ihtimâmı gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu
yasağa rağmen Kur’ân-ı Kerîm tab’ olursa, bunlar müsâdere edilip yakılır,
külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.
Diğer taraftan hal’ fetvâsı, âid olduğu makamdan sâdır olmamıştır. Bu
maksadla parlamentoya celbedilen ve kendisine baskı yapılan fetvâ emîni Hacı
Nûrî Efendi, Pâdişâh’ın hal’i için kâfî bir şer’î sebep mevcûd olmadığını
beyândan sonra şöyle dedi:
“Hal’ meş’ûmdur (uğursuzdur)! Sultan Abdülazîz
hal’ edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti. Rumeli’den milyonlarca muhâcir
İstanbul’a geldi. Medrese ve câmîler, lebâleb bunlarla doldu. Ben o zaman
medrese talebesiydim. Yetim çocukları sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü.
Mâdem ki ille de Pâdişâh’ın hal’ini arzu ediyorsunuz, kendisine arzediniz; O,
kendi kendisini azletsin!..”
Bu
münâkaşaya şâhid olan Talat Paşa, ipin ucunun elinden kaçacağını
anlayınca, bu defa ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri
için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde Sultan Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut
hal’ fetvâsı ortaya çıktı.
Hazindir ki,
bu keyfiyeti Sultan Abdülhamîd’e tebliğ için parlamentoca seçilmiş bulunan dört
kişilik hey’ete ısrarla Selânik meb’ûsu yahûdî Emanuel Karassou Efendi
kendisini de dâhil ettirmişti. O koca Sultan, bu hey’ette şu yahûdî çıfıtı da
görünce, diğerlerine dönüp:
“–Sizler
müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin
bu yahûdînin aranızda işi ne?!.” demekten kendini alamadı.
Onlar da, bu
söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultan, bütün bu olanların
mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:
ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
“Bu, Azîz ve
Alîm olan Allâh’ın takdîridir…” (Yâsîn, 38) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Hal’
edilmesinin hemen ardından Sultan, kasden bir yahûdî muhîti olan Selanik’e
gönderilip orada zengin bir yahûdî âile olan Alâtini Biraderler’in
köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve
baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı.
“Şahsî mülkler”i millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden
alındı. Hareket Ordusu İstanbul’a geldiğinde Pâdişâh’ın tahttan indirilmesiyle
birlikte Yıldız Sarayı’nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar,
bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile “orduya hediye” (!) adı altında
âdetâ büyük bir servete kondular.
Takriben on
yıl sonra Sultan Vahidüddîn merhûmun tâlimatı ile yapılan tahkîkatta
ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır:
Yağmagir ve
hırsızların listesi, Hareket Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa’dan başlayarak
en küçük zâbite kadar büyük bir yekûn teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu
hıyânetin hesâbını sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.
Koyu bir
Abdülhamîd aleyhtarı olan şâir Tevfik Fikret bile, mensubu bulunduğu
İttihat ve Terakkî’nin yaptığı yağma, zulüm, haksızlık ve benzeri aşırı derecede
menfaatperestlikler karşısında kendisinin her türlü menfî hasletlerine rağmen
yine de vicdanı rahatsız olmuş olacak ki, “ne bekledik, ne bulduk” dercesine şu
şiiri yazmak durumunda kalmıştır:
Bu sofracık
efendiler, -ki iltikama muntazır
huzûrunuzda
titriyor- şu milletin hayatıdır;
şu milletin
ki muzdarib, şu milletin ki muhtazır!
fakat sakın
çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır…
Yiyin
efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca,
tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler!
Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
yiyin,
yemezseniz bugün yarın kalır mı, kimbilir?
Şu nâdi-i
niâm, bakın, kudûmunuzla müftehir,
bu hakkıdır
gazânızın, evet, o hak da elde bir!
Yiyin
efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca,
tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu
nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say:
Haseb,
neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,
bütün sizin
efendiler; konak, saray, gelin, alay;
bütün sizin,
bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay…
Yiyin
efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca,
tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
……
bugünkü
mîdeler kavî, bugünkü çorbalar sıcak,
atıştırın,
tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin
efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca,
tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu şiir,
İttihat ve Terakkî kadrosunun, milleti ve memleketi nasıl ürpertici bir
yağmalamada bulunduğu husûsunda yine kendi içlerinden bir kimse tarafından
ortaya konulan ibretli bir tablodan ibarettir.
Memleketi
böylesine bir yağmayla talan eden İttihat ve Terakkî erkânı, Sultan Abdülhamîd
Han’ın bertarafıyla rahatça kuruldukları mevkîlerde ülkeyi câhilâne bir surette
idâre etmeye başlamışlardı. Yumuşak huylu bir pâdişâh olan Sultan Reşâd,
kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.
Felâketler
birbirini kovalamaya başladı. 1911’de İtalyanlar eski bir Osmanlı toprağı olan
Trablusgarb’a (Libya’ya) saldırdılar. İttihatçıların hâin Sadrazamı İbrahim
Hakkı Paşa burasını âdetâ işgale âmâde bir hâle getirmişti. Oradaki askeri
Yemen’e sevketmiş, askerî vâli ve kumandanı da bir bahâneyle İstanbul’a
celbetmişti. Halbuki kendisi, Roma büyükelçiliğinden sadrazamlığa intikal etmiş
bulunuyordu. İtalyanlar’ın niyetlerini, herkesten iyi bilmesi gerekirdi. Ancak
bütün bunlar bir tarafa, Trablusgarb çıkarması hakkındaki İtalyan ültimatomu
kendisine ulaştığında dahî Osmanlı ordusunda müşâvir olarak çalışmakta bulunan
İtalyan asıllı Robilan ile “briç” oynamaktaydı. Arzedilen ültimatomu:
“–Şuraya
koyun; oyunum bitsin!..” diyerek saatler sonra açmak gibi bir gaflet ve ihânet göstermişti.
İttihat ve
Terakkî hükûmetinin gaflet ve cehâletleri, bununla da bitmedi. Trablusgarb’daki
mahallî mukâvemet devam ederken Balkan Harbi çıktı.
Ordunun
hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbâratı yoktu. Düşmanın sür’atle ilerlemesi
karşısında Selânik’i tehlikede gören İttihat ve Terakkî hükûmeti, Sultan
Abdülhamîd’i oradan İstanbul’a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultan
Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul’a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine
karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selânik’e
yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâh’ın dış dünyâ ile yıllardan beri bütün
alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince
dehşete kapıldı ve:
“–Gâlibâ siz
kiliseler mes’elesini hallettiniz!..” diye hicranla haykırdı.
Ardından
bunu kendisine haber veren Rasim Bey’e büyük bir öfke ile:
“–Râsim Bey!
Râsim Bey!.. Selânik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede,
askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz?
Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?..
Birâderim Hazretleri, buranın tahliyesine râzı mı oldular? Nasıl olur? Hayır,
ben râzı değilim!.. Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin,
asker evlâdlarımla beraber Selânik’i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim…” dedi.
Fakat
kendisine Sultan Reşâd’ın selâmı ve ricâsı iletilince, bir Osmanlı hânedânı
mensubu olmanın mes’ûliyeti ile Pâdişâh’ın irâdesine boyun eğmek zorunda
kalarak İstanbul’a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Doğruydu.
Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler
mes’elesinin halledilmiş olmasıydı.
İttihat ve
Terakkî idâresinin cehâlet ve hıyânetinin lâyıkıyla anlaşılıp takdîr
edilebilmesi için kiliseler mes’elesinin kısaca îzâhı zarûrîdir:
93 Harbi
felâketinden sonra Bulgaristan bize pamuk ipliği ile bağlı, dâhilî idâresinde
serbest bir prenslik hâline getirilmişti. Onun da Yunanistan gibi ilk fırsatta
istiklâlini ilân edeceği belliydi. Bu ihtimali bertaraf etmek için Sultan
Abdülhamîd, o dâhiyâne siyâsetiyle şu tedbire başvurmuştu:
Bulgarlar da
Yunanlar gibi ortodoks mezhebine mensubdular. Ancak asırlardan beri dîn adamı
yetiştirmedikleri gibi kendilerine mahsus kiliseleri de yoktu. Sultan
Abdülhamîd, onları dînî bakımdan Yunanlılar’dan ayırmayı düşündü. Bunun için
İstanbul’da Balat’taki Rum ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum
patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukûka sahip “erksahlık” adıyla Bulgar
kilise riyâsetini te’sis etti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binâsını,
Berlin’de ve gizlice çelik parçalar hâlinde îmâl ettirip yine gizlice
İstanbul’a getirtti. Ve ustaları sabaha kadar çalıştırıp bir gecede monte
ettirdi. Sabahleyin rum papazları gözlerini açtıklarında, karşılarında
kendilerine rakip bir patrik binâsını, levhası asılmış olduğu halde görünce,
dehşete kapıldı. (Hâlâ
yerinde duran Bulgar erksahlığı, Türkiye’de ilk prefabrik binâdır.)
Bu surette
Bulgar kilisesi, Sultan Abdülhamîd’in bu siyâsî manevrası ile teessüs etmiş
oldu. Bunun bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar’ın
müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı. Rum papazların idâresinde
ayin yapan bu gibi kiliseleri Bulgar erksahlığına bağlamak için mücâdele ederek
Bulgarlar’ı ve buna karşı çıkan Rumlar’ı da yıllarca oyalayan Sultan Abdülhamîd
Han, her iki tarafa da bir mâvi boncuk vermek kabîlinden mes’eleyi devamlı bir
surette te’hir ederek kedi-köpek gibi bu iki kavmin birbirlerine karşı
gerginliğini sağlamıştı.
Gâfil
İttihatçılar, iş başına gelince, “kiliseler kanunu” denilen bir kanun
çıkardılar. Rum ve Bulgarlar’ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri
onlar arasında taksimi için nüfus ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar.
Hangi taraf çoğunlukta ise kiliseyi hükûmet kuvvetlerini kullanarak o tarafa
teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir
kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.
Bu surette
kiliseler kavgası sona erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost
oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplar’ı da yanlarına alarak Balkan Harbi’ni
başlattılar. İşte Sultan Abdülhamîd Han’ın:
“–Gâlibâ siz
kiliseler mes’elesini hallettiniz!..” diyerek işâret ettiği mes’elenin aslı budur.
İttihat ve
Terakkî hükûmetlerinin cehâlet ve hıyânetlerini saymakla bitmez:
Sultan
Abdülhamîd Han’ın artık yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı
Almanlar’ı tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan
Harbi’ni müteâkıben ortaya çıkan I. Cihan Harbi’ne de Almanlar’ın yanında
girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir yahûdî oldu bittisi ile…
Henüz Balkan
Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar’ın yükünü hafifletmek
maksadıyla Osmanlı Devleti’nin hazırlıksız bir surette harbe dâhil olması,
yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.
Harbin sonu
belli olmaya başladığı hengâmede, Sultan Abdülhamîd’i devirmekle hatâ
ettiklerini nihâyet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat
Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı’nda ikâmet etmekte bulunan tahttan
indirilmiş Pâdişâh’ı ziyâret edip fikrini sordular.
O koca
Sultan, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti.
Nüfuslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar’ın sömürgelerini sordu. Tabii
Almanlar’ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultan keder dolu bir hüzün
içerisinde:
“–Şu hesâbı
da mı yapamadınız?! Hiç İngiltere’ye karşı Almanlar’ın yanında harbe girilir
miydi? Ben Almanlar’ı, İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan
öteye birşey düşünmedim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi;
artık çok geç!..” dedi.
İkisi de
nemli gözlerle sarayı terkederlerken:
“–Bizler
böyle bir sultanın kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!..” diyorlardı.
Gerçekten o
devirde yanlıştan yanlışa koşan niceleri, sonradan çeşitli vesîlelerle
hatâlarını anlamış ve çaresiz bir pişmanlık içinde âdetâ şöyle demek zorunda kalmışlardır:
Eyvâh, bu
bâzîçede bizler yine yandık;
Zîrâ ki
ziyân ortada bilmem ne kazandık?!.
Çanakkale
harbi esnâsında düşman donanmasının Marmara denizini geçebileceği endişesi ile
tedbir olarak pâdişâh ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı.
Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesaret ve şecâatle
redderek:
“–Ben Fâtih
Sultan Mehmed Han’ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin’den
aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa
savaşa ölmüştür. Birâderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki,
o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben,
Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” dedi.
Nitekim
O’nun bu kararlılığı karşısında pâdişâh ve hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece
devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.
Son derece
yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmiş yedi yaşında
10 Şubat 1918’de rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Mekânı cennet olsun!..
Rahmetullâhi
Aleyh!..
Ulu Hâkan,
1918’de vefât ettiği zaman bütün mağdur ve mazlûm millet yas bağlamış, bütün
İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O’nu dîvân yolundaki
türbesine defnederek âhırete yolcu ederlerken bazıları:
“–Bizi
bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?” diyerek ağıt yakmışlardır.
Kendisine
karşı en çirkin ve şiddetli muhâlefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve
arkasından sökün etmiş olan nice fâciaların îkâzıyla uyanarak gönüllerini
kavuran nedâmet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan filozof Rızâ
Tevfîk’in kulaktan kulağa yayılmış bulunan Abdülhamîd-i Sânî’nin
Rûhâniyetinden İstimdâd isimli şu şi’ri, pek meşhurdur:
Nerdesin
şevketli Abdülhamîd Han?
Feryâdım
varır mı bârigâhına?..
……….
Târihler
adını andığı zaman;
Sana hak verecek
ey koca Sultan!
Bizdik
utanmadan iftirâ atan;
Asrın en
siyâsî Pâdişâhına!..
Pâdişâh hem
zâlim hem deli dedik;
İhtilâle
kıyâm etmeli dedik;
Şeytan ne
dediyse biz “belî” dedik;
Çalıştık
fitnenin intihâbına…
Dîvâne sen
değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe
hülyâ dizmişiz;
Sâde deli
değil, edebsizmişiz;
Tükürdük
atalar kıblegâhına!..
Nâdimlerden
biri olan Süleyman Nazif de, Abdülhamîd Han’dan sonra cereyan eden
içinden çıkılmaz hâdiseler karşısında Ulu Hakan’ın türbesini ziyârete giderek
nedâmet hislerini şöyle ifâde eder:
Kaç zamandır
gelmemişken yâda biz;
İşte geldik
Sen’den istimdâda biz;
Hasret olduk
eski istibdâda biz!..
Filistin’in
ilk mazlûmu Abdülhamîd Han’dır. Çünkü hal’i, O’nun, Filistin mes’elesinde
yahûdî Teodor Hertzel’e mukâvemeti sebebiyle gerçekleşmiştir.
Vefâtı ile
bütün İslâm âlemi âdetâ yetim kalmıştır. Çünkü gerçek mânâsıyla hilâfeti ayakta tutan O idi.
Kendisinden sonra -askerî gâileler sebebiyle- bir daha bu dirâyeti göstermek
mümkün olmamıştır. Gerçekten Sultan Abdülhamîd, 1900 yılında Çin’de milliyetçi
bir grup tarafından Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir batı
aleyhtarı hareket başlayınca, “Boxer İsyânı” denilen bu hâdise dolayısı ile
Wilhem’in kendisinden yardım istemesini bahâne ederek oraya bir “nasîhat
hey’eti” göndermiş ve Pekin’de uzun müddet faâliyet gösterecek olan “Hamidiyye
Üniversitesi” adıyla bir dînî tedris müessesesi kurmuştur.
Japonya’ya,
tarihimizde “Ertuğrul Fâciası” diye bilinen bir ilmî hey’et gönderip
İslâm’ı oralara kadar yaymak ve hilâfet nüfûzunu âlem-şümûl bir duruma getirmek
yolunda yürümüştür. Sultan Abdülhamîd’in bu İslâmcı siyâsetinin şümûl ve
kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere’ye kadar döşetmiş olduğu
demiryolu hattının, devlet kesesinden bir kuruş çıkmadan sırf dünyâ
müslümanlarının yardımlarıyla gerçekleşmiş bulunduğunu hatırlamak
kâfîdir.
Sultan
Abdülhamîd, son derece ileri görüşlü bir kimseydi. Amerika’da horlanan
zencilerin mâruz kaldıkları zulümlerden istifâde ile onları İslâm’a çekmek
maksadıyla oraya propagandacılar gönderdiği ve bugünkü «zenci-müslüman»
varlığının teşekkülüne âmil olduğu da bir gerçektir.
Oturduğu
yerden dünyâyı fotoğraflarla takip eden ve bundan dolayı bugün kendisinden
üçbinden ziyâde albüm kalmış bulunan Sultan Abdülhamîd, zamanında dünyâdaki
bütün gelişmeleri harfiyyen takip etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde
dünyâda hiçbir Allâh kulu Japonlar’ın gâlip geleceğine ihtimal vermezken O,
uzakdoğuya gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, geri dönmeyeceklerini
sadrazamına söylemiştir. Hattâ bu harbi meşhur Pertev Paşa vâsıtasıyla
günü gününe takip etmiş, Ruslar’ın Japonlar’a mağlûb olmasının kendi devleti
hesâbına kazançlı neticelerini devşirmekten geri kalmamıştır.
Son söz
olarak şu husûsu belirtmeliyiz ki, Sultan Abdülhamîd, O’nun mübârek şahsiyeti,
siyâsetinin incelikleri ve zamanının dâhilî ve hâricî gâileleri, böyle makale
hacimli yazılara sığmaz. O, bütün milletin âdetâ müstehak olduğu musîbetleri
bertaraf için beşer tâkatinden umulmayacak derecede gayret gösterdiği halde,
netice fâsıkların galebesi ile tahakkuk etmişse, bunu kader perspektifinden
bakmadıkça anlamak mümkün değildir.
Abdülhamîd
Han’ın dindarlığı, hizmetleri, merhameti, zekâsı ve kâbiliyeti destanlıktır.
O’nun ihlâsını şu hâtırâ ne güzel ifâde eder:
Abdülhamîd
Han, âcil bir iş zuhûr edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını
ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Es’ad
Bey, hâtırâtında şöyle demektedir:
“Bir gece
yarısı, çok mühim bir haberin imzâsı için Sultan’ın kapısını çaldım. Fakat
açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. «Acabâ
Sultan’a emr-i Hakk mı vâkî oldu?» diye endişelendim. Biraz sonra tekrar
çaldım; bu sefer kapı açılarak Sultan, elinde bir havlu ile kapıda göründü.
Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:
«–Evlâd! Bu
vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda
uyanmıştım, ancak abdest aldığım için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar
zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imzâ atmadım… Getir
imzâlayayım!..» dedi.
Ve “besmele”
çekerek evrâkı imzâladı.”
Hattâ
zevcesi, Abdülhamîd Han’ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak şöyle bir nakilde
bulunmuştur:
“O,
yatağının başında dâimâ temiz bir tuğla bulundururdu. Yataktan kalktığında
çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için bununla teyemmüm alırdı.
Sebebini sorduğumda:
«–Bunca
müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i
Muhammed bundan zarar görür!..» dedi.”
Abdülhamîd
Han bağlılarından olmayan bir mâbeyn kâtibi de, hâtırâtında şu câlib-i dikkat
hâdiseyi anlatır:
“Bir
akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektub, telgraf, rapor ve
tezkerelerin listesini tertiblemiştim. Tam huzûra çıkmak üzre iken bir telgraf
geldi. İstanbul Lâleli Postahanesi me’mûrlarından birinin Hünkâr’a çektiği bir
telgraftı bu…
Bîçâre
me’mûr, telgrafında karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli
olacağına dâir doktorların kendisini îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân
bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şâhâneye sığındığını, bildiriyordu.
Ben de bunu
pek kayda değer görmeyerek zât-ı şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım.
Ancak huzûrda, Pâdişâh, âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra
ilâve etti:
«–Başka
birşey var mı?»
«–Kayda
değer birşey yok efendim!” dediysem de Sultan, ısrarla suâlini tekrarladı ve:
«–Sen kayda
değer saymadığını da söyle!» dedi.
Bunun
üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye
almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi:
«–Hemen
getiriniz!»
Şaşkın bir
vaziyette telgrafı getirdim. Sultan, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından
düşündüğümün tam aksine derhal saray doktorunu çağırtarak bana döndü:
«–Derhal
beraberce Lâleli’ye gidiniz ve doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli
müdâhaleyi yaptırınız!» diye fermân buyurdu.
Sultan’ın bu
emri üzerine saray doktoru ile o me’mûrun evine gittik. Vazîfemizi yerine
getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince,
kapının sesinden bizi farkeden Sultan, perdeyi araladı ve eliyle “gelin” diye
işâret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ
ile meşgul olmuştu.
Hemen
huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:
«–Sultanım,
doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretleri ile hasta
kurtuldu elhamdülillâh.. Bir erkek çocuk dünyâya getirdi. Adını da Abdülhamîd
koydular. Sabaha kadar gözyaşları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine
duâ ettiler…» dedim.
Bizi ayakta
dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak
derinden bir «elhamdülillâh» dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki
rek’at şükür namazı kıldı.”
Yâ Rabb!
Sultan Abdülhamîd Han gibi nice dâhîleri, yiğitleri ve ferâgat-i nefs sahibi
has kulları yetiştirip senin yolunda fedâ eden ümmet-i Muhammed’i ehl-i nifâka
ve ehl-i küfre karşı mansûr ve muzaffer eyle! Verdiğin yüce mes’ûliyetin
ağırlığını taşıyacak güç ve kuvvet bahşet!
Âmîn!..
Îmânla
Yazılan Bir Destan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.