“Nefse ve
onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilhâm edene
yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehâlet ve günahlar ile) mâsiyetlere
gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)
Âyet-i
kerîme muktezâsınca ancak Allâh’ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz
ve takvâ ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak
Teâlâ’nın:
“(Sâlih) kullarımın arasına katıl
ve cennetime gir.” (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşâreti de yine bu mes’ûd
kullar hakkındadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى
“Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini
zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14-15) buyurur.
Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:
– Önce kalb, beden ve malı menfîliklerden güzelce temizlemek,
– Bu sâyede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,
– Sonra da helâl gıdâlarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşû
içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü rûhânî lezzetlerle tezyîn
etmektir.
Müfessir Bursevî’nin beyânı vechile:
“Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ
sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allâh’a yönelmeye, hattâ Allâh’tan
başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işâret vardır.”
Nitekim Allâh dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-’a ölüm
döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin âdetâ fiilî
bir nümûnesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukâbele etmiştir:
“– Ölümüm yakın olmasa, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden
bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allâh
Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allâh’tan
başkasını tanımaz oldum.”
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen “tezekkâ”
kelimesini, “Kişinin Lâ ilâhe illâllâh! demesidir.” şeklinde tefsir
eder. (Kurtubî, el-Câmî, XX, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür
ve şirkten temizlenmesidir.
Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni “Lâ ilâhe”
diyerek kalbden âdetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve
huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni “İllâllâh” demek
sûretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allâh Teâlâ’nın tevhîd
nûrlarıyla doldurulur.
Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan
“Gönül sarayından Allâh’tan gayrı ne varsa
hepsini çıkar. Zîrâ hâne mâmur olmadan pâdişah sarayı şereflendirmez.”
Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle
buyurur:
“– Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç
âlemine ve Hak ile hâlis bir muâmeleye de sâhip olsan, sakın benlik iddiâsında
bulunma! Sakın gurûra mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice
derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helâk oldu.”
Hâtem-i Esamm
-kuddise sirruh- da şöyle buyurur:
“Muhteşem
konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer
yoktur. Fakat Hazret-i Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz
güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyvaya
yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezâlandırıldı.
İbâdet ve
kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca kerâmete rağmen, Allâh
-celle celâlühû-’nun kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel’am bin Baura’nın7
başına gelen hazîn âkıbet, ne kadar ibretlidir.
Sen, sen ol;
ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin
başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan
olma!
Nitekim
kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle
ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
“İblis dedi ki: (Ey Rabbim!)
Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin
doğru yolunun üstüne oturacağım.” (el-A’raf, 16)
“(İblis) dedi ki: Rabbim!
Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları)
süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (el-Hicr, 39)
Âbidlerin, zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ
kuru kuruya bir berâberlik faydasızdır. Sâlebe8, Hazret-i Peygamber
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir
âkıbete uğradı.
Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nûh’un oğlu, babasının
dâvetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa dûçâr oldu.
Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helâk edilenlerden
oldu.
Hazret-i Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti
sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nûrundan nasibsiz kaldı ve gaflet içerisinde
küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa
âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine aslâ pay
çıkarma.”
Âyet-i kerîmede, “nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların
kurtuluşa ereceği” ifâde buyuruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda “tezkiye
olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa
eremeyecekleri” mânâsı ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
إِنَّمَا تُنذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَمَن تَزَكَّى فَإِنَّمَا يَتَزَكَّى لِنَفْسِهِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ
“…Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden
korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi
faydasına temizlenmiş olur. Nihâyet varış Allâh’adır.” (Fâtır, 18)
Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî âkıbetlere dâir inzâr ve
korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allâh’ın haşyeti ile dolu
olan, namaz kılan ve zâhirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere
fayda vereceği beyân buyurulmaktadır.
Günahkâr kişi, günâhının vebâlini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak
olamayacaktır. İşlenen
hayırlar da sâdece sâhibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine
temizlenecektir.
Âyetteki
“tezekkâ”, haşyetullâh ve namazı huşû ile kılmaya da şâmildir.
“Allâh’tan
gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar.” (Fâtır, 28) âyeti, kişinin gerçek
bilgiye eriştiği ölçüde, Allâh’a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde
eder. Rabbini bilmeyen ve ondan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür.
Böylelerine îkâz ve nasîhat tesir etmez. Yâsîn Sûresi’nin yetmişinci âyetinde
buyurulan “(Peygamber, Kur’ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın
diye…” beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zâhirde de dosdoğru bir
namaz olmalıdır.
Günahlardan
temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede
buyurulur:
“Kim de
sâlih amellerde bulunmuş bir mümin olarak O’na varırsa, üstün dereceler işte
sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn
cennetleri! İşte arınanların mükâfâtı budur.” (Tâhâ, 75-76)
Allâh’tan
başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir
nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allâh Teâlâ’nın târiflere
sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temâşâ edilir. Kim kendi irâde ve
ihtiyârı ile ve hakkıyla Allâh’a yönelirse, O’nun dışında bir düşüncesi kalmaz.
Allâh’ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin
hakîkatini öğrenmekle başlar. “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hakîkati, bu
mânâya tekâbül etmektedir.
İşte
insanlığın ekseriyetle maddeye râm olup nefsâniyet sultasında rûhlarını
kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî
zevâtın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak
dostu mâneviyât sultanlarının, kalbleri ihyâ eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve
onların bir nümûne-i imtisâl olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi
nâmımıza hisseler almalıyız.
Millî
târihimizin zâhir planında olduğu kadar mâneviyât âleminde de zirve
şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han’ın, yolumuzu aydınlatmaya
medâr olabilecek şu davranışı ne kadar mânidârdır:
O,
zaferlerden zaferlere nâil olduğu Mısır Seferi’nden dönerken, İstanbul halkının
kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre
yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak
hemen İstanbul’a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlib gelmiş olan Sultan,
nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla binbir endîşeye bürünerek lalası Hasan
Can’a:
“– Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a
girelim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize
mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.
Nihâyet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve
alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi
düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî
nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden
şu beyti pek meşhurdur:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş
Her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli;
mânevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişâtını kontrol altına
almalıdır. Buna rûhiyât ilminde “bâtınî tefahhus” (nefs muhâsebesi) denilir.
İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün
muhâsebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline
getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri’nin şu nasîhatlerine kulak verelim:
“Bir mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir
süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muâhedeler yapmalı ve birtakım
şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına
teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muâhedeler yapar. Bu arada ona bâzı
îkâzlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkâz ve telkînlerde
bulunmalıdır:
«– Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve
kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bu gün de
bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir
günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli
hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri
çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu
günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir
nîmettir.
İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyâmet günü insanoğlunun
önüne her gün için yirmi dört tâne kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp,
o saatte yaptığı amellerin mükâfâtı olarak, içinin nûr ile dolu olduğunu
görünce, Allâh’ın lutfedeceği mükâfâtı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu
sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz
olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu
da isyân ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet
halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi. Üçüncü bir
kutu daha açılır ki içi tamâmen boştur. Bu da uyku veyâ mübah şeylerle
geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan
o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi
ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.
O hâlde;
Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma.
Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin.»”
Bedenin âzâları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara
vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere
bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir.
Gözü; haramlara
ve kalbi meşgûl edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli,
Dili; “âfât-ı
lisân” tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftirâ, yalan, söz taşıma, kendini övme,
başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâimâ zikir ve
hayır sözlerle meşgûl etmeli,
Mîdeyi; haram ve
şüpheli gıdâlardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede istîmâle
alıştırmalıdır.
İnsan her hareketinde pek çok mübah şeylerle karşı karşıyadır. Gâyesiz
meşgûliyetleri terk etmesi ise, en muvâfık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Lüzûmsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi
müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i
Mâce, Fiten, 12) buyurmuştur.
Yâni gerçek bir müminin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür
olmalıdır.
İşte nefs, bu gibi telkînlerle dâimâ gafletten uyanık tutulmalıdır.
Nefsi hesâba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı
amelin Allâh için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan,
zaman zaman Allâh için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî
duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.
5
Nefs
tezkiyesi netîcesinde kalb, “selîm” hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç
hâl müşâhede edilir:
1- Kimseyi
incitmez. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel
ahlâk teşekkül eder.
2- Kimseden
incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin medih ve yermeleri bir
ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir
önemi olmayacağı gibi.
Şâir bu hâli
şöyle ifâde eder:
Cihân
bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin
Ne kimse
senden incinsin ne sen bir kimseden incin
3- Dünyâ
menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi
hedefler.
Bütün bu
söylediklerimizin hülâsâsı şudur:
Allâh Teâlâ,
bir imtihan âlemi olmasını murâd eylediği bu dünyada, her insanın önüne nefs
engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer
bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle
olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı
ve hem de kendisine tâbî olunduğu takdîrde bir gayyâ kuyusudur. Nefsi
tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede
muazzamdır.
Cenâb-ı Hak
cümlemizi nefsine gâlip gelenlerden eylesin!
Âmin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.