Tezkiye lügatte,
temizlemek, arındırmak mânâlarının yanısıra, artırmak, geliştirmek,
bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamını da ihtivâ eder. Bu mânâ
çerçevesinde tezkiye, esâsen mânevî eğitimin bütün seyrini ifâde eder.
Nefsi
tezkiye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış îtikadlar, fenâ
ahlâklardan temizlemektir. Yâni şer’-i şerîfe aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî
ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan
sonra da, îmân, ilim, irfân, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takvâ
hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Tasavvufta
tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak
ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı
irâdeyi güçlendirecek olan riyâzât yoluyla, yâni yiyip içme, uyuma ve konuşmada
îtidâle riâyet gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta
nefsi dizginlemenin usûlü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak)
ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)’dır, denilegelmiştir. Çünkü bunlar riyâzât ile
nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usûlleri
tatbîkte de îtidâli elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allâh’ın insanlara
bir emânetidir.
Yâni kul,
nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefrîtten sakınmalı, onun azgınlıklarına set
çekeyim derken, riyâzât ve mücâhedede aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün
hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten
uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak sûrette bertaraf etmek mümkün
olmadığı gibi, bu, matlûb da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi,
nefsânî temâyüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi
demektir.
Nefsin
terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî âkıbetin felâket veyâ saâdet olarak
gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ
ilâhî irâdeye râm olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya
çalışmak îcâb eder. Her mümin, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hîçlik ve câhilliğini
idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine
bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdîrde, -Kur’ânî tâbirle- “kötülüğü
şiddetle emreden”4 nefs, mezmûm sıfatlardan arınıp makbûl bir
hâle gelir.
Nefsi
tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek,
ehemmiyetine ve zorluğuna binâen “cihâd-ı ekber” kabul edilmiştir.
Nitekim bu
tâbiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük
Gazvesi’nden dönüşlerinde bizzat ifâde ederek ashâbına:
“– Şimdi
küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz.” buyurmuşlardır.
Hâlbuki
dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zirâ seferin evvelinden
nihâyetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı.
O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Katedilen yol, oldukça
uzundu ve yaya yürümeye müsâid değildi. Meyvelerin toplanacağı hasad mevsimi de
gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu
haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi
aşan sahâbî ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medîne’ye
yaklaşırken âdetâ şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış,
saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in söylediği bu sözün hikmetini merâk eden bâzı sahâbiler, hayretler
içinde:
“– Yâ
Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?” dediklerinde
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“– Evet!
Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!”
5 buyurdular.
Diğer
taraftan bütün gazvelere katılıp sâdece Tebük Gazvesi’nden -mâzeretsiz- geri
kaldıkları için ihtilâttan men (yalnızlığa terkedilmek) ile cezâlandırılan ve
bu sebeple ashâb ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzlerine
bakmadığı, kendileriyle konuşmadığı, selâmlarına bile mukâbele etmediği üç
sahâbînin tasvîre sığmayan pişmanlık ve perişanlığı meşhûrdur.6
Şimdi insaf
ile düşünmeli ki, böyle bir cihâd, küçük cihâd addedilir ve küçük cihâddan geri
kalmak, insanı daha dünyâ hayâtında bu kadar hakîr ve hacîl bırakırsa, en büyük
cihâd olan nefislerin tezkiyesi ve kalblerin tasfiyesi husûsundaki gaflet ve
ihmâl, yarın huzûr-i ilâhîde insanı ne derece zor ve müşkil bir vaziyete dûçâr
eyler!.. Bu ürpertici hakîkat önünde her akıllı mümin, nefsini derhal derin bir
muhâsebeye tâbî tutmalıdır. Yarın çok geç olmadan ve ilâhî hesap gelmeden evvel
kendimizi, yine kendi irâdemizle hesâba çekmek mecbûriyetindeyiz.
Zîrâ yüce
Mevlâmızın âyet-i kerîmedeki şu îkâzı gâyet şiddetlidir:
“Sizi boş
yere yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn,
115)
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı
zanneder?!.” (el-Kıyâme, 36) buyurmuştur.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek
ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı
hâlde Allâh’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i
Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.
Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî
bir mes’ûliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye
çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usûllerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde
«kaş yapayım derken göz çıkarma» meselinde olduğu gibi bir hatâya düşülebilir.
Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır:
أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا
“(Ey Rasûlüm!) Nefsânî
arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi vekîl
olacaksın?” (el-Furkan, 43)
Bir hadîs-i şerîflerinde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“– Ümmetim adına en çok korktuğum şey;
nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr,
I, 12) buyurmuştur.
Bu sebepledir ki nefs tezkiyesi, her mümin için son derece hayâtî
ehemmiyeti hâiz ve büyük mes’ûliyeti mûcib bir keyfiyettir. Bu mes’ûliyeti
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ
“Muhakkak ki
nefsini tezkiye eden (kötülüklerden
arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenâlıklara gömen de ziyân etmiştir.”
(eş-Şems, 9-10) şeklinde ifâde buyurmaktadır. Yâni nefsini terbiye edip
uslandıran, selâmetle yolunu katetmiş, bunun aksine onu azgınlık ve
vahşîliğiyle başbaşa bırakan da ebedî bir hüsrân ve ziyâna dûçâr olmuştur.
Görüldüğü üzere nefs, kendisine ölçüsüzce tâbî olunduğu zaman ebedî bir felâket
sebebiyken, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden
üstün bir mevkiye yükselten bir kazanç vesîlesidir.
Diğer
taraftan infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı
olmak sûretinde görünse de, hakîkatte nefse doğruyu, güzeli ve hayırlıyı
telkîndir. Çünkü iyilikler bu sûretle benlikte yer eder ve rûh, bunlarla
ünsiyet peydâ eder. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve
en doğrusu olan Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, nasîhatlerini can kulağıyla dinlemek
ve ahkâmıyla âmil olmak da, nefsin ıslâhına en büyük vesîlelerden biridir.
Hayatını bütünüyle Kur’ân istikâmetinde tanzîm eden bir kul, nefsinin şerrinden
ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve yalnız Hakk’ın rızâsını talep hâlinde
yaşar. Kalbi ilâhî lutuf tecellîlerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul
için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zâhirî iklîmin ötesine mânevî bir
pancur açılmış ve kâinât, hikmetli ve azametli bir kitâb hâline gelmiştir.
O hâlde
hiçbir mümin, Kur’ân-ı Kerîm’deki ilâhî emir ve nehiylerden gâfil olmamalı,
ebedî saâdet ve selâmetini tehlikeye atmamalıdır.
*
Yüce
kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’de nefs tezkiyesiyle alâkalı pek çok âyet-i kerîme
mevcuttur. Bu âyetlerde “tezkiye”:
– Allâh
Teâlâ’nın tezkiye etmesi,
– Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tezkiye etmesi,
– Kişinin
kendi nefsini tezkiye etmesi şeklinde, umûmiyetle üç kısımda mütâlaa
edilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.