İkinci
halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in nurlu izinden giden, O’nun yolunu sadâkatle devâm ettiren, hâl ve
davranışlarıyla âbideleşen örnek bir İslâm şahsiyetidir.
Hazret-i
Ömer, îmân ile şereflenmezden evvel, merhamet mahrumu ve hak-hukuk tanımaz
câhiliye insanlarının tipik bir misâliydi. Îmanla şereflendiğinde ise, ince,
diğergâm, hikmet ehli ve adâlet âbidesi bir insan hâline geldi. İslâm’dan
evvelki sert ve haşin mizaçlı Ömer eriyip gitti; onun yerine gözü yaşlı, gönlü
şefkat ve merhamet dolu, karıncayı dahî incitmekten sakınan, dâimâ ümmetin
saâdetini düşünen, yüksek mes’ûliyet şuuruna sâhip bir “Hazret-i Ömer”
geldi.
“Fırat’ın
kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden
korkarım.”[26] diyerek kendisini sürekli bir nefis
muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında erzak çuvalı ile, mahalleleri
dolaşıp zayıfların, muhtaçların yanıbaşında bulunmaya; yetimlerin, öksüzlerin
ve kimsesizlerin kimsesi olmaya başladı. Kırık gönülleri tesellî etmeden,
gözyaşlarını silmeden, onlara tebessüm ettirmeden gönlü huzur bulmaz oldu. Öyle
bir emânet ve mes’ûliyet şuuruna erdi ki, halîfeliği müddetince ümmetin işleri
için gecesini gündüzüne kattı. Buna rağmen, hizmetini aslâ yeterli görmedi.
Allah Rasûlü’nü örnek aldığı için, zirve seviyedeki adâlet, dirâyet ve
liyâkatine rağmen, vazîfesinin ağırlığı altında ezilen gönlünü hiçbir zaman
teskin edemedi.
Uğradığı
suikast sebebiyle ağır yaralandığında kendisine:
“–Yerinize birini tâyin etseniz!” denilmişti. O ise, hak ve adâlette kılı
kırk yaran titizliğine rağmen şöyle cevap verdi:
“–Sizin mes’ûliyetinizi sağken üstlendiğim gibi
(o mes’ûliyeti) vefat ettikten sonra da mı taşıyayım? Ben yaptığım halîfelikten
bir mükâfat beklemiyorum. Bu vazîfedeki sevaplarımla vebâlimin birbirini
dengelemesini ne kadar isterim! Ne lehime ne de aleyhime! Yeter ki (ilâhî
mahkemede) muâheze edilmeyeyim!”[27]
Yerine, oğlu Abdullâh’ı bırakması teklif edildiğinde de:
“–Bir evden bir kurban yeter!” buyurdu.
İşte o mübârek sahâbî, ümmetin mes’ûliyetini yüklendiği, dertleriyle
dertlendiği için, kendi dertlerini unutmuştu. Onun en mühim tasası, insanların
huzur ve selâmetiydi. Bu yolda yegâne örneği de, Efendimiz -aleyhissalâtü
vesselâm- idi. O’nun Allah yolunda katlandığı çile ve ıztırapları hiçbir zaman
unutmuyor, tıpkı karda yürüyen bir insanın izini takip edercesine, Efendimiz’in
mübârek izinde mesâfe alıyordu.
Zühd ve Istiğnâ
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in mübârek vücûdunda, yattığı hasırın izlerini görmüş ve içli içli
gözyaşları dökmüştü. Fahr-i Kâinât Efendimiz ona niçin ağladığını sorunca da:
“–Yâ Rasûlallah! Kisrâ ile Kayser’in ne şekilde yaşadığı mâlûm! Hâlbuki
Sen, Allâh’ın Rasûlü’sün!” karşılığını vermişti. Efendimiz -aleyhissalâtü
vesselâm- da:
“−Dünyânın onların, âhiretin de bizim olmasını
arzu etmez misin, yâ Ömer?” buyurmuştu. (Müslim, Talâk,
31)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği zamanında, Sûriye, Irak,
Filistin, Mısır gibi beldeler fethedilmiş, İran toprakları baştanbaşa İslâm
devletinin sınırlarına dâhil olmuştu. Bizans ve İran’ın zengin hazîneleri
Medîne-i Münevvere’ye akmaya başlamıştı. Toplumun refah seviyesi yükselmiş,
fakat mü’minlerin halîfesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bütün bu zenginlik
ve bolluktan müstağnî kalmıştı. Devletin ihtişâmına, beytü’l-mâlin zenginliğine
rağmen, o yine yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Makâmının şöhretinden nefsini
korumak için çok mütevâzı bir hayat yaşıyordu. Kölesiyle Şam’a girerken:
“−Sıra sana geldi, haydi deveme sen bin!” demişti. Kölesi ise:
“−Yâ halîfe! Beni halîfe zannederler.” diyerek itiraz etmek istediyse de,
köleyi deveye bindirdi, kendisi yaya olarak Şam’a girdi. Böylece İslâm kardeşliğine
dâir, hâtırası asırları aşan, müşahhas bir misâl bıraktı.
Halîfe Hazret-i Ömer, bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme
ettiriyordu. Hazîneden ancak kifâyet miktarı bir tahsisat almayı kabûl etmişti
ve bununla da zor geçiniyordu. Onun bu mütevâzı hâli sebebiyle, kendisini
tanımayan kimseler, onun, müslümanların halîfesi olduğunun farkına
varamazlardı.
Ashâbın ileri gelenleri, halîfenin bu hâline dayanamadılar. Maaşını
artırmak istediler. Fakat bunu kendisine söylemekten çekindikleri için,
Peygamber Efendimiz’in zevcesi ve aynı zamanda Hazret-i Ömer’in kızı olan Hafsa
vâlidemize başvurdular. Babasına bu teklifi arz etmesini istediler. Hazret-i
Hafsa, ashâbın bu teklifini babasına açtı. Peygamber Efendimiz’in gün boyu
açlıktan kıvranıp karnını doyuracak bir tek hurma bile bulamadığı günlerine
şâhid olmuş bulunan[28] Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı
Hafsa’ya:
“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca da
sözlerine şöyle devâm etti:
“–İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebû Bekir) ve
ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber)
makâmına vardı. Diğeri (Ebû Bekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu.
Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem,
onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” dedi.[29]
Ömer -radıyallâhu anh-’ın tek gâyesi, Allâh’ın rızâsı idi. Bu hedefe öyle
büyük bir azimle yönelmişti ki, ona ulaşma yolundaki bütün iptilâ ve musîbetler
nazarında bir hiç hâline gelmişti. Bu uğurda her türlü çile ve ıztırâbı büyük
bir sabır, rızâ ve teslîmiyetle karşılıyordu. Allah Rasûlü’nün birçok defâ
kendisini cennetle müjdelemesine rağmen, bütün hayâtını sıkı bir riyâzat
hâlinde yaşıyordu.
Allah Rasûlü’ne Muhabbeti
Birgün Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, umre için kendisinden izin
isteyen Hazret-i Ömer’e muhabbetle:
“–Bizi de
duânda unutma kardeşim!”[30] buyurmuştu. Bu iltifat karşısında son
derece duygulanan Hazret-i Ömer:
“–O kadar sevindim ki sanki dünyâlar benim oldu.” demişti. Zîrâ
Allâh’ın Rasûlü’nden gelen küçük bir iltifat, dünyâlara bedeldi. Hazret-i
Ömer’in Peygamber muhabbetini sergileyen şu misâl de câlib-i dikkattir:
Peygamber Efendimiz’i çok seven, Firâs adlı bir sahâbî vardı. Efendimiz’e
olan muhabbetinden dolayı teberrüken O’nun bir eşyâsına sâhip olmak istiyordu.
Birgün Efendimiz’in, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü ve tabağın
kendisine hediye edilmesini istedi. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Allah
Rasûlü de tabağı ona hediye etti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zaman zaman Firâs’ın evine gider:
“–Hele şu
mübârek tabağı bir getir.” derdi. Allah Rasûlü’nün mübârek ellerinin
değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne
gözüne serperdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 202)
Ömeru’l-Fârûk
-radıyallâhu anh-
Hazret-i
Ömer’in bir sıfatı da “Fârûk” idi. Yüce Rabbimiz:
“Ey îmân
edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O size furkân (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir
anlayış) verir…” (el-Enfâl, 29) buyurmuştur. Allah korkusunda da zirve
bir şahsiyet olan Hazret-i Ömer, karşılaştığı meselelerde, hakkı hak bilip ona
uymak, bâtılı da bâtıl bilip ondan sakınmak husûsunda, Allâh’ın lutfuyla büyük
bir isâbetle hüküm veriyordu. Nitekim Ömer -radıyallâhu anh-’ın pek çok husustaki
re’yinin daha sonra gelen âyetlere muvâfık düştüğü de meşhurdur.
Onun bu fazîleti, bir hadîs-i şerîfte şöyle ifade buyrulmuştur:
“Allah
Teâlâ, hakkı Ömer’in diline ve kalbine koymuştur.” (Tirmizî, Menâkıb, 17/3682)
Diğer bir
hadîs-i şerîfte de Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur:
“Sizden önce
yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Şayet ümmetim
içinde de onlardan biri varsa, şüphesiz ki o, Ömer’dir.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6)
Hazret-i
Ömer -radıyallâhu anh-’ın bu dirâyetinin pek çok tezâhürleri görülmüştür. Ancak
bunlar içinde son derece câlib-i dikkat bir hâdise vardır ki, onun apaçık bir
kerâmetidir:
Ömer -radıyallâhu
anh- minberde halka hutbe verirken:
“−Yâ Sâriye!
Dağa, dağa!” diye seslenmişti. Hazret-i Ömer, hutbedeki mevzû ile alâkası
olmayan bu sözü söylediği sırada, kumandan Sâriye, Medîne’ye bir aylık
mesâfede Allah düşmanlarıyla harbetmekteydi. Fakat Allah -celle
celâlühû-, Ömer -radıyallâhu anh-’ın sesini Sâriye’ye duyurmuştu.
(İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 3)
Allâh’ın
lutfuyla daha nice mânevî tecellîlere mazhar olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu
anh-, öyle bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet âbidesi hâline gelmişti ki, onun
olduğu yerde insanları günah ve kötülüklere sevk eden iblis barınamaz,
dolayısıyla da haksızlık ve zulüm hayat bulamazdı. Bundan dolayıdır ki Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Ömer’e:
“Nefsim
kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, şeytan sana yolda rastlamış olsa,
mutlaka yolunu değiştirir.” buyurmuştu. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 22)
Âyînesi
İştir Kişinin…
Hazret-i
Ömer -radıyallâhu anh-’ın firâset ve incelik dolu şu ifadeleri, ne muhteşem bir
nasihattir:
“Bir
kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor
mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünyâ ile
meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ,
VI, 288; Şuab, IV, 230, 326)
Zîrâ gerçek
mânâda ve lâyıkıyla kılınan namazların ve tutulan oruçların, kulu her türlü
kötülüklerden alıkoyacağı, ilâhî bir hakîkat ve müjdedir. Lâkin nefsini ıslâha
çalışmayan, ahlâkını ve davranışlarını güzelleştirmeyen bir mü’minin yaptığı
ibâdetlerde feyz ve rûhâniyet olmayacağı için, onu kötülüklerden ve
yanlışlıklardan koruyamaz.
Nitekim
çalışıp gayret etmeden işini tembelliğe terk eden, sonra da; “Biz tevekkül
ehliyiz.” diyen kimselere Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Siz Allâh’a
değil, başkalarının malına güvenen kimselersiniz. Hakîkî mütevekkil; toprağa
tohumu attıktan sonra Allâh’a îtimâd edendir!” diyerek ihtarda bulunmuştur. (İbn-i
Receb, Câmiu’l-Ulûm, I, 441)
Yine birgün,
bir kimse Hazret-i Ömer’in yanında başka birinden övgüyle bahsediyordu. Ömer
-radıyallâhu anh-:
“–Onunla hiç
yolculuk, komşuluk veya ticâret yaptın mı?” şeklinde suâller sordu. Adam her
seferinde “hayır” cevâbını verince Hazret-i Ömer:
“–Allâh’a
yemin ederim ki sen onu tanımıyorsun.” buyurdu. (Gazâlî, İhyâ, III, 312)
İşte
insanları tanıyıp değerlendirmede en çok dikkat edilecek husus budur. Yâni
ecdâdın:
Âyînesi
iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın
görünür rütbe-i aklı eserinde…
mısrâlarıyla
dile getirdikleri hakîkat, Hazret-i Ömer’in en çok dikkat ettiği hayat
düsturlarından biriydi. Buna göre kişinin sağlam bir karakter sâhibi olup
olmadığı ve mânevî seviyesi, onun beşerî münâsebetlerinde, huy ve
davranışlarında kendini gösterir.
Yine bu
meyanda Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur:
“Görmediğim
sürece sizin bana en sevimliniz, ismi en güzel olanınızdır. Gördüğümde bana en
sevimliniz, ahlâkı en güzel olanınızdır. İmtihan ettiğimde sizin bana en
sevimli olanınız ise, en doğru sözlünüzdür.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 219)
Kur’ân ile
Yücelmiş Bir Ömür
Hazret-i
Ömer -radıyallâhu anh-’ın Kur’ân-ı Kerîm’e ittibâ hassâsiyeti de çok derindi.
Nitekim onun İslâm ile şereflenmesine, kız kardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği
Kur’ân-ı Kerîm vesîle olmuştu.
Hazret-i
Ömer, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsına nüfûz edebilmek ve muktezâsınca yaşamak
için çok gayret gösterirdi. Bu hâl kendisine sonsuz bir haz ve lezzet verirdi.
Rivâyete
göre Bakara Sûresi’ni on iki senede bizzat yaşayarak ikmâl etmiş ve bitirince
de şükür niyetiyle bir deve kurban etmişti. (Kurtubî, el-Câmî, I, 40)
Velhâsıl
Hazret-i Ömer, Kur’ân ve Sünnet’e bağlılıktaki sarsılmaz sebâtı, Allah yolunda
ihlâs ve gayretteki örnek tavrı, hikmetler ve ibretlerle dolu hayâtı ile,
müstesnâ bir irşad ve irfan menbaıdır.
Nitekim
Hazret-i Ömer vefât ettiğinde Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- büyük bir
teessür içinde:
“–İlmin onda
dokuzu gitti.” demiştir.
Bunu duyan
sahâbîler kendisine:
“–Daha
içimizde âlimler var!” dediklerinde de cevâben:
“–Ben
mârifet ilminden bahsediyorum.” demiştir.
İşte o
mârifet menbaından lâyıkıyla istifâdenin lüzûmu sadedinde Hazret-i Âişe
-radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de şöyle buyurmuştur:
“Meclislerinizi
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salevât getirmek ve Ömer bin Hattâb’dan
bahsetmekle süsleyiniz.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 276)
İşte Allah
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in güzel ahlâkını, ilim ve irfânını büyük
bir firâset ve basîretle tahsîl ederek, o feyizle Allah yolunda hizmet eden
Hazret-i Ömer’in gönül dünyâsını yansıtan hikmet dolu sözlerinden bâzıları:
Hazret-i
Ömer’den Hikmetli Sözler
“Günah
işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.”
“En çok
sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s.
130)
“Çok
konuşan, çok yanılır. Çok yanılanın, hayâ duygusu azalır. Hayâ duygusu
azalanın, günah ve harama düşme endişesiyle şüphelilerden sakınma titizliği
kaybolur. Şüphelilerden sakınma titizliği kaybolanın, kalbi ölür.”
“Gaybı iddiâ
etmek olmasaydı, beş kimsenin cennet ehli olduklarına şâhitlik ederdim:
1. Çok çocuk
sâhibi (olup şükür ve sabır hâlinde) olan fakir.
2. Kocası
kendisinden râzı olan (sâliha) kadın.
3. Mehr-i
müsemmâsını (yâni nikâh esnâsında iki tarafın da rızâsıyla tâyin edilen
mehrini) kocasına tasadduk eden kadın.
4. Baba ve
anası kendisinden râzı olan kişi.
5.
Günahından (nefret ederek samîmiyetle) tevbe eden kimse…”
“Bütün
dostları gezdim, gördüm; dili muhafaza etmekten daha iyi dost göremedim.
Bütün
elbiseleri gördüm; iffet ve sakınmaktan daha iyi elbise görmedim.
Bütün
malları gördüm; kanaatten daha iyi mal görmedim.
Bütün
iyilikleri gördüm; nasihatten daha iyisini görmedim.
Bütün
yemekleri görüp tattım; sabırdan lezzetlisini görmedim.”
“İnsanlarla
güzel dostluk kurmak, aklın yarısıdır. Yerinde suâFl sormak, ilmin yarısı; iyi
tedbir almak da yaşamanın yarısıdır.”
“Âhiret
yanında dünyâ nedir ki! Ancak tavşanın bir defâ sıçraması misâli bir şeydir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef,
VIII, 152)
“Fazla
lâkırdıyı terk eden kimseye hikmet bahşedilir.
Fazla
(tecessüsle) bakmayı terk edenin kalbine tevâzû bahşedilir.
Fazla yemeyi
terk edene ibâdet lezzeti bahşedilir.
Fazla
gülmeyi terk edene heybet bahşedilir.
Mizahı terk
edene izzet bahşedilir.
Dünyâ
sevgisini terk edene, âhiret muhabbeti bahşedilir.
Başkasının
ayıbı ile meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli
bahşedilir.
(Müteâl,
yâni idrak ötesi olan) Allâh’ın keyfiyetinde araştırma ve tecessüsü terk edene,
nifaktan kurtuluş bahşedilir.”
“On şey, on şeysiz düzelmez:
Akıl, iffetsiz; fazîlet, ilimsiz; kurtuluş,
korkusuz; sultan, adâletsiz; asâlet ve şeref, edepsiz; ferah, emniyetsiz;
zenginlik, sehâvetsiz; fakirlik, kanaatsiz; yücelik, tevâzûsuz; cihâd,
tevfiksiz iyileşip düzelmez.”
“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz, kusurları
bağışlamayan bağışlanmaz, affetmeyen kişi affolunmaz, günahlardan korunmaya
çalışmayan kimse de korunup takvâya erdirilmez.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred,
s. 415, no: 371)
“Duâ, semâ ile arz arasında durur. Rasûlullâh’a
salevât getirilmedikçe, Allâh’a yükselmez.”
(Tirmizî, Vitr, 21)
“Bizim çarşımızda dîni(n ticâret kâidelerini)
bilen kimseler satıcılık yapsın.” (Tirmizî, Vitr, 21/487)
“Yüze karşı övmek, boğazlamak gibidir.” (İbn-i Kuteybe, el-Mesâil, s. 145)
Hazret-i Ömer, vâlilerine şöyle yazmıştır:
“Benim
katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse,
dînini korumuş olur; kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa
zamanda yitirir.” (Muvatta’,
Vukûtu’s-Salât, 6)
Kadı Şurayh,
Hazret-i Ömer’e mektup yazarak nasıl hükmedeceğini sordu. Hazret-i Ömer
-radıyallâhu anh- cevâben şöyle yazdı:
“Allâh’ın
kitabında olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün sünnetiyle
hükmet. Allâh’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlihlerin
verdiği hükümlerle hüküm ver. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa
istersen devâm et hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin
senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim. Ve’s-selâm.” (Nesâî, Kudât, 11/3)
“Zenginlik
de fakirlik de aynı şekilde birer binektir. Hangisine bineceğime aldırmıyorum.”
“En akıllı
kimse, insanların hareketlerini en iyi takdîr edendir.”
“Bir
kimsenin sorduğu sorudan onun akıl seviyesini anlarım.”
“Bugünün
işini yarına bırakma!”
“İş bir kere
geri kalırsa artık hiçbir zaman ilerleyemez.”
“Şerri
bilmeyen, onun tuzağına düşer.”
“Dünyâya az
meylet ki hür yaşayasın. (Nefsin esâretine düşmeyesin.)”
“İnandığınız
gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.”
“İnsanları
düzeltebilmeniz için önce kendinizi ıslah etmeniz gerekir.”
“İnsanların
en câhili (ve ahmağı), kendi âhiretini başkasının dünyâsı için satandır.”
“Bir
iyiliğin şerefi, geciktirilmeden hemen yapılmasındadır.”
“Kötü bir
işin en gizli şâhidi vicdânımızdır.” [Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyiliğin
ne olduğunu sormaya gelen birine; “Kalbine danış! İyilik, kalbinin müsterih
olduğu ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve
başkaları sana «Yap!» diye fetvâlar verse bile, içinde şüphe ve tereddüt
uyandıran şeydir.” buyurmuştur.
(İbn-i
Hanbel, IV, 227-228)]
“Sırrını
gizleyen, kendine hâkim olur.”
“Şiddet
göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.”
İşte böyle
yüce bir kalbî kıvâma ve takvâ hayâtına sâhip olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu
anh- dâimâ:
“Ey
Allâh’ım! Beni ansızın yakalamandan, gaflet içerisinde bırakmandan ve
gâfillerden kılmandan Sana sığınıyorum.” diye duâ ederdi.[31] Akşamları da,
elindeki kamçısıyla ayaklarına vurur ve; “Bugün ne yaptın ey Ömer?” diye
kendisini hesâba çekerdi.[32] Bu nefs muhâsebesini her akşam kendine
vird edinmişti.
Şüphesiz ki
bütün bu hassâsiyetler, ondan bize yâdigâr kalan en güzel irşad numûneleridir.
Bizler de o mübârek sahâbînin bu güzel hâllerini ve hatıralarını gönlümüze
nakşetmeli ve sık sık; “Bugün Allâh için ne yaptım?” diyerek kendimizi
vicdan muhâsebesine çekmeliyiz. Maddî ve mânevî vazîfelerimizde gaflet, ihmâl,
atâlet ve tembellik göstermekten titizlikle sakınmalıyız. Rabbimizin huzûrunda
hesaba çekilmeden evvel kendimizle hesaplaşmalıyız.
Rabbimiz,
âhiretteki hesâbımızı kolay getirsin. Îman ve güzel ahlâk iklîminde amel-i
sâlihlerle dolu bir dünyâ hayâtı yaşayıp ebedî hayâtın saâdetiyle gönüllerimizi
mes’ûd eylesin. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın “Fârûk” sıfatından
gönüllerimize bir nasip ihsân eylesin!
Âmîn…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.