Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh-, kimseye nasîb olmamış bir mazhariyetle, Kâbe-i Muazzama
içinde dünyâya geldi.[46] Ailesi kalabalık olduğundan, Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm- onu himâyesine aldı. Beş yaşından itibâren Peygamber
Efendimiz’in terbiyesi altında yetişti. Bu yüzden câhiliye döneminin kötü
âdetleri ona hiç bulaşmadı. Çocuklardan ilk îmân eden kimse oldu.
Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-, kendisine risâlet vazîfesi verildikten sonra, her
sene hac için Mekke civârındaki panayırlarda toplanan kabîlelere İslâm’ı tebliğ
etmeye gider, Hazret-i Ali’yi veya Hazret-i Ebû Bekir’i de yanında götürürdü.
Hazret-i Ali’yi geride bıraktıkları zaman, o da tenhâ kalan Kâbe’ye gider,
oradaki putlardan birkaçını kırıp dönerdi.
Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in hicreti esnâsında da pek mühim
hizmetler gördü. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın müşrikler tarafından
kuşatılmış bulunan hâne-i saâdetlerinde, suikastçilere hedef şaşırtmak için
Efendimiz’in yeşil hırkasına bürünüp yatağına korkusuzca uzandı.
Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh-, Mekkelilerin, Peygamber Efendimiz’e bıraktıkları emânetleri
sâhiplerine teslim ettikten sonra, hasretle Medîne istikâmetinde yola çıktı.
Gece yürüyüp gündüz dinlenmek sûretiyle meşakkatli bir yolculuğun ardından;
yürümekten şişen ayaklarından kan damlar vaziyette, Medîne’de Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-’a kavuştu.
Hicretin
ikinci senesi, Allâh’ın emri üzerine Fâtıma vâlidemizle izdivaç şerefine nâil
oldu. Böylece Peygamber Efendimiz’in muhterem dâmâdı ve “Ehl-i Beyt”i
olma bahtiyarlığına erdi. Turuk-ı Aliyye’den on bir mübârek zâtın Fahr-i Kâinât
Efendimiz’e nisbeti, onun vesîlesiyle hâsıl oldu. Zevce-i muhteremeleri Fâtıma
vâlidemizle zâhidâne yaşayışları, ferâgat ve fedâkârlıkları, dâsitânî bir ufka
ulaştı. Bu bakımdan Ehl-i Beyt, İslâm tasavvufunda güzîde isimler hâline geldi.
Cömertlerin
Sultânı
Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh- nebevî terbiye neticesinde hiçbir zaman dünyâya meyletmedi.
Bu yüzden hayâtı, İslâm kardeşliğinin ve diğergâmlığının misli görülmemiş
tezâhürlerine sahne oldu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“Allah, bir
kuluna hayır murâd ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda
istihdâm eder.” buyurmuştu.
(Süyûtî, II, 4/3924)
Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh- da bu nebevî müjdeye nâil olabilme heyecanı içinde şöyle
buyurmuştu:
“İki nîmet
vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir
adamın ihtiyacını karşılayacağımı sanarak bana gelmesi, bütün samimiyetiyle
benden yardım istemesidir.
Diğeri de, o
kimsenin arzusunu Allâh’ın benim vâsıtamla yerine getirmesi yahut
kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın işini görmeyi, dünyâ dolusu altın ve gümüşe
sâhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049)
Bu yüce
ahlâkın fiilî misâllerinden birkaçı şöyledir:
Birgün
Hazret-i Ali, zevce-i muhteremesi Fâtımatü’z-Zehrâ’ya:
“−Çok
acıktım, evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hazret-i Fâtıma, evde
yiyecek bir şey bulunmadığını, yalnız altı akçelerinin olduğunu söyledi.
Hazret-i Ali bu altı akçeyle yiyecek almak üzere çarşının yolunu tuttu. Yolda
giderken birinin, bir müslümanın yakasına yapışmış:
“−Ya hakkımı
ver ya da yürü mahkemeye gidelim!” dediğini duydu. Borçlu adam biraz mühlet
istiyorsa da alacaklı müsâade etmiyordu. Adamların çekişmelerini gören Hazret-i
Ali:
“−Münâkaşanız
kaç para içindir?” diye sordu.
“−Altı akçe
için.” cevâbını alınca, kendisinin de muhtaç olduğu o altı akçeyi vererek,
borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Ardından Hazret-i Fâtıma’ya ne cevap
vereceğini düşünmeye başladı. Sonunda; «Nasıl olsa Fâtıma, kadınların
seyyidesi, Rasûlullâh’ın kızıdır, anlayış gösterir.» diyerek evine döndü.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- yaptığı îsârı Fâtıma vâlidemize anlattı. O da:
“−Çok iyi
yapmışsın, el-hamdü lillâh, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak Teâlâ bize
kâfîdir.” buyurdu. Fakat biraz da mahzun oldu. Hazret-i Ali, onun üzüntüsünü
sezip, iki oğlunun da açlıktan ağladığını görünce gönlünde bir kırıklık
hissederek dışarı çıktı. «Bâri Rasûlullâh’a gideyim de O’nun mübârek yüzünü
seyrederek üzüntümü unutayım.» diye düşündü. Bu düşünceyle yürürken, elinde
besili bir deve olan bir kimseye rastladı. O şahıs Hazret-i Ali’ye:
“−Bu deveyi
satıyorum, alır mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali parasının olmadığını
söylediyse de adam veresiye olarak deveyi yüz akçeye sattı. Hazret-i Ali,
elinde deve ile biraz uzaklaşmıştı ki, yolda rastladığı başka bir adam:
“−Bu deveyi
bana üç yüz akçeye satar mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali
kabûl etti ve deveyi o şahsa sattı. Üç yüz akçeyi peşin alınca da çarşıdan
yiyecek bir şeyler alıp evine götürdü. Hazret-i Fâtıma’ya, olup biteni anlattı.
Yemeklerini yiyip Allâh’a hamd ü senâlar ettiler. Daha sonra Hazret-i Ali,
evinden çıkıp Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Efendimiz -aleyhissalâtü
vesselâm-:
“−Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın
biliyor musun?” buyurunca:
“−Allah ve Rasûlü bilir.” dedi. Peygamber Efendimiz:
“−Sana deveyi satan, Cebrâil -aleyhisselâm-;
satın alan da İsrâfil -aleyhisselâm- idi. Deve de cennet develerinden idi. O
müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ dünyâda bire elli verdi.
Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez.” buyurdu.[47]
*
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyetle Atâ -rahimehullâh- der ki:
“Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir
hurmalığı sulamıştı. Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi.
Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek
pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi
yoksula verdiler. Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek
pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime
verdiler ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar. Yemek
piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de
ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler.
Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve
esire vererek su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler
nâzil oldu:
“Kendileri de muhtâc oldukları hâlde
yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve
esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz.
Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir
günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.»
(derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine
nûr, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl,
s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)
İşte bu güzel ahlâkından dolayı Hazret-i Ali hakkında Rasûl-i Ekrem
Efendimiz; “Sultânü’l-Eshıyâ” yâni “Cömertlerin Sultânı” buyurmuştur.
Hazret-i Ali, ashâb-ı kirâm içinde fedâkârlık ve îsârı, engin ilim ve
irfânı, isâbetli kararları kadar, cesaret ve yiğitliğiyle de temâyüz etmişti.
Allâh’ın Gâlip Arslanı
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bütün gazvelere katıldı ve büyük kahramanlıklar
gösterdi. Yalnız Tebük Gazvesi’ne iştirâk edemedi. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü
vesselâm- onu, Medîne’deki müslümanların ve Ehl-i Beyt’in muhâfazasına nezâret
etmek üzere geride bırakmıştı. Hattâ cesaret ve şecaati herkesçe mâlum olan o
yiğit sahâbî:
“−Yâ Rasûlallah! Beni kadınların ve çocukların başına mı bırakıyorsunuz?”
deyince Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“−Yâ Ali! Mûsâ’ya göre Hârun ne ise, sen de bana
osun! Ancak benden sonra peygamber yoktur.” buyurarak
onu taltif ve tesellî etmişti.[48]
Arap âdetleri gereğince savaşlarda ordunun en namlı cengâverleri er
meydanına çıkar, karşısına çarpışmak için en yiğit ve asil kimseleri çağırırdı.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da ekseriyetle Hazret-i Ali’yi er meydanına
çıkarırdı. Hazret-i Ali, karşısına çıktığı bütün cengâverlere Allâh’ın lutfuyla
gâlip gelirdi. Bu yüzden onun, Allâh’ın inâyetiyle mazhar olduğu bu vasfını
ifade etmek üzere kendisine “Esedullâhi’l-Gâlib” (Allâh’ın gâlip
arslanı) unvânı verilmişti.
Hiç şüphesiz ki, onun zâhirdeki bu kahramanlığının temelinde, Allah
Rasûlü’nün nebevî terbiyesi altında vâkıf olduğu yüksek mânevî değerler
bulunmaktaydı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuşlardı:
“Gerçek babayiğit, güreşte rakîbini yenen değil,
öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” (Müslim, Birr, 107)
İşte asıl cengâverlik ve pehlivanlığın, nefse karşı cihaddaki gâlibiyete
bağlı olduğu şuuruyla yaşayan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bu hadîs-i
şerîfin de canlı bir misâli oldu.
Nitekim bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, tam onu
öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde
iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.
Allâh’ın gâlip arslanı Hazret-i Ali, o an nefsinin galebesinden endişe
ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yere indirip düşmanını öldürmekten
vazgeçti.
Bu hâl, tam öldürüleceği anda serbest kalan kâfirin gönlünde büyük bir
muammâ oldu. O hengâmede savaşı, kavgayı unuttu, Hazret-i Ali’ye niçin
kendisini serbest bıraktığını sordu. O Hak âşığı şöyle buyurdu:
“−Bizim gazâmız iki türlüdür: Biri, senin gibi
kâfirle gazâ etmektir ki, Allah rızâsı için olur. Diğeri de nefsimizle gazâdır
ki, nefsânî arzuları köreltmekle olur. Seninle savaşmam, Allah rızâsı içindi.
Fakat sen benim yüzüme tükürdüğünde seni öldürseydim, nefsimin öfkesini tatmin
etmek için öldürmüş olurdum ve nefsim beni mağlûb etmiş olurdu. Bu yüzden seni
âzâd ettim. Nefsimi zaptedip gazâ-yı ekber etmiş oldum. Zîrâ bir mü’minin,
nefsinin arzularına esir olması, senin gibi bir kâfirin zararından daha büyüktür.”[49]
O gönül erinin bu ârifâne cevâbı karşısında, kâfirin gözünden gaflet
perdeleri kalktı, gönlü îman nûruyla aydınlandı. Daha sonra Hazret-i Ali’yle
birlikte nice gazâlara katıldı. Hak uğrunda öfke ile nefsinden gelen öfkeyi
birbirine karıştırmadan, önce nefsine, sonra da düşmana karşı kahramanca
savaştı.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- cenk meydanlarında eşsiz kahramanlıklar
sergilerken, diğer taraftan ibâdet hayâtında da müstesnâ bir huzur ve huşû
iklîminde yaşardı. Bir muhârebede ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının
şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.
Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i
Ali selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “–Çıkardık!”
dediler.
Zîrâ Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın vücûdu, namazın huşûu ve mânevî
hazzı ile âdeta kendinden geçmiş, dünyâdan tecerrüd etmişti…
Kâbe’den Kûfe Mescidi’ne…
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın
âhirete irtihâlinden sonra iş başına gelen halîfelere gücü yettiğince yardımcı
oldu. Onların istişâre meclislerinde hazır bulundu, firâset ve basîret dolu
görüşleriyle, isâbetli kararlar almalarına yardımcı oldu.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın Medîne’de âsîler tarafından şehîd
edilmesinin ardından, ashâbın ısrarları neticesinde hilâfeti kabûl etti.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ilk icraatlerinden biri, hükûmet merkezini
Medîne-i Münevvere’den Kûfe’ye taşımak oldu. Zîrâ Allah Rasûlü’nün aziz
hâtıralarıyla dolu o mübârek beldenin siyâsî mücadelelere sahne olması, bütün
mü’minlerin gönlünü yaralıyordu. Bu yüzden orayı lâyık olduğu âsûde iklîm
içinde bir ilim ve irfan ocağı olarak muhâfaza etmek için, bu kararı aldı.
Nitekim gittiği Kûfe’de, ömrünün kalan kısmı, fitne, fesat ve karışıklıklarla
mücâdele içinde geçti.
Bir defâsında Hazret-i Ali’ye:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! (İzin verin) size bekçilik yapalım?” denilmişti. O
ise:
“–Kişinin bekçisi ecelidir.” buyurdu.
Şehîd olmasına birkaç gün kala, âdeta vefât edeceğini hissederek,
yeme-içmeden kesildi. Niçin yemediğini soranlara:
“Emr-i ilâhînin, ben aç iken gerçekleşmesini
arzu ederim.” buyuruyordu. Nitekim çok geçmeden Kûfe
Mescidi’nde sabah namazını kıldırırken, İbn-i Mülcem tarafından şehîd edildi. O
sırada 63 yaşında idi.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ağır yaralıyken Cündeb bin Abdullah ona:
“−Ey mü’minlerin emîri! Allah bize senin eksikliğini göstermesin ama, şayet
sana bir hâl olursa, biz oğlun Hasan’a bey’at ederiz.” dedi. Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh- ise vaktiyle Hazret-i Ömer’in gösterdiği firâsetle:
“−Bu hususta size ne emrederim ne de nehyederim.
Siz işinizi daha iyi bilirsiniz.” diyerek sözü kesti. Ardından
Hasan ve Hüseyin Efendilerimize şu vasiyette bulundu:
“Size takvâyı vasiyet ederim. Dünyâya rağbet
etmeyiniz. Zâyiiniz için ağlamayınız. Dâimâ doğru söyleyiniz. Allâh’ın Kitâbı
ile amel ediniz. Zâlimin hasmı, mazlumun yardımcısı olunuz. Dînin hükümleri
husûsunda kınayanın kınamasına aldırmayınız.”[50]
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, daha sonra kelime-i tevhîd getirdi. Son
nefesiyle hayat kitâbını hatmeyledi. Hayâta, Kâbe-i Muazzama’da açtığı
gözlerini, yine bir mescidde kapama şerefiyle yüce makâmına erdi.
Hazret-i Ali’ye karşı girdiği mücâdelelerden büyük pişmanlık duyan
Muâviye’nin, ömrünün son demlerinde söylediği şu sözler, onun bu ıztırâbını çok
açık bir şekilde ifade etmektedir:
“Âh keşke Kureyş’ten Zî-Tuvâ Vâdisi’nde (kendi hâlinde yaşayan, sıradan)
bir kimse olsaydım da şu işlere (idâreciliğe) hiç girmeseydim.” (İbn-i Esîr, el-Bidâye,
VIII, 135)
Büyük Hak dostu Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki:
“Eğer Hazret-i Ali muhârebelerden biraz fırsat
bulsaydı, bize Kur’ân ilimlerinden neler neler öğretirdi. Zîrâ o, âriflerin
reisidir. O hiç kimsenin söylemediği ve benzerini de kimsenin söyleyemeyeceği
sözler söylemiştir.”[51]
İşte Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ilim, irfan ve hikmet hazinesi gönül
iklîminden, her biri hayat düstûru kıymetindeki birkaç ifade:
Hazret-i Ali’den Hikmetli Sözler
“Düşündürücü ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı
dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”
“Huşûsuz kılınan namazda, dilin âfetlerinden ve
boş şeylerden sakınmaksızın tutulan oruçta, Kur’ân’ı tefekkürsüz okumakta,
kalbe nakşolmayan ilimde, infâk edilmeyen malda, zor günlerde gösterilmeyen
kardeşlikte, şükredilmeyen nîmette, gönülden edilmeyen ihlâssız duâda hayır
yoktur.”
“İnsanlar bilmedikleri şeyin düşmanıdır.”
“Cennet cömertlerin, cehennem câhillerin
yeridir.”
“Âlimlere; «Niçin öğretmediniz?» sorusu
sorulmadan câhillere; «Niçin öğrenmediniz?» sorusu sorulmayacaktır.”
“Cenneti arzulayan, hayırlara koşar. Ateşten
korkan, şehvetlerden sakınır. Öleceğine inananın, nefsânî ve şehvânî lezzetleri
yıkılır. Dünyâyı bilene, musîbetler zâhir olur.”
“Namus, güzelliğin sadakasıdır.”
“Dinde edep ve mürüvvet, akl-ı selîmin
meyvesidir.”
“Aklı tam olanın, sözü az olur.”
“Sözlerinin amellerinden sayıldığını bilen
kimse, az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler.”
“Soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar
söylemekten hayırlıdır.”
“Alçakça söylenen söze karşılık vereyim deme,
çünkü o sözün sâhibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabına yine
onlarla cevap verir.”
“Câhil ile sakın latîfe etme. Dili zehirli
olduğundan gönlünü yaralar.”
“İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz.”
“Eğrinin gölgesi de eğri olur.”
“Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan sâhibi ol.
Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.”
“Yanında Allâh’ın, Rasûlullâh’ın ve evliyânın
sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir şey yok demektir. Allâh’ın sünneti,
sırrı gizlemek; Rasûl’ün sünneti, insanlar arasında güzel ahlâk ile idâre
yolunu bulmak; evliyânın sünneti de, insanlardan gelen eziyetlere
katlanmaktır.”
“Bir adamla dost olmak istersen (önce) onunla
muayyen bir mesâfede kal; bu durumda iken sana normal davranırsa dostluğunu
sürdür, yoksa vazgeç.”
“Kalbi düşmanlıklarla meşgul olan kişi, faydalı
işler yapamaz. Çünkü kalb, iki zıt meşgûliyeti bir arada bulunduracak kadar
geniş değildir.”
“Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise
kalbindedir.”
“Nîmetin tamamına erişmek, İslâm üzere
ölmektir.”
“Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?! Evveli nutfe,
sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de
kurtaramaz.”
“Hayat iki günden ibarettir. Bir gün lehine
(yâni sana tebessüm hâlinde), bir gün de aleyhine (yâni hüzün içinde)dir. Gün
lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da daralıp feryâd ü figân etme!”
“Bugün amel
işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı
yoktur.”
“Nefesler, ecele doğru atılan adımlardır.”
“Dört şey devâm ettiği müddetçe din ve dünyâ,
huzur ve selâmetle ayakta duracaktır:
1.
Zenginler, kendilerine verilen mal ile cimrilik etmedikçe.
2. Âlimler,
öğrendikleri ve bildikleri şeyle amel ettikçe.
3. Câhiller,
bilmedikleri şeyle kibirlenmedikçe.
4. Fakirler
de âhiretlerini dünyâlarına satmadıkları müddetçe.”
“Zenginlerin,
Allah katındaki mükâfâtı taleb ederek tevâzu göstermeleri ne güzeldir. Bundan
daha güzeli ise, fakirlerin Allâh’a tevekkül ederek zenginlere karşı müstağnî
davranmalarıdır.”
“Mahrûmiyet,
minnet altında kalmaktan daha hayırlıdır.”
“İffet, fakirliğin;
şükür de zenginliğin süsüdür.”
“Cimrilik
bütün kötü ahlâkı kendinde toplar.”
(Bu
hakîkatin mefhûm-ı muhâlifince; merhamet, cömertliği; cömertlik, tevâzûyu;
tevâzû da hizmeti beraberinde getirir.)
“Yoksul
düştüğün zaman sadaka vererek Allâh ile ticâret yap. Eline nîmet geçtiği zaman
çok şükret! Sakın az şükürle Allâh’ın nîmetlerini elinden kaçırma!”
“Dünyânın;
nîmetlerinden İslâm nîmeti sana kâfîdir. Meşgûliyetlerinden, tâat meşgûliyeti
sana kâfîdir. İbretlerinden, ölüm ibreti sana kâfîdir.”
“İlim, en
hayırlı mirastır. Edep, en hayırlı sanattır. Takvâ, en hayırlı azıktır. İbâdet,
en hayırlı sermayedir. Sâlih amel, en hayırlı rehberdir. Güzel ahlâk, en
hayırlı yakın dosttur. Hilim, en hayırlı yardımcıdır. Kanaat, en hayırlı
zenginliktir. Ölümü tefekkür, en hayırlı uslandırıcıdır.”
“Amel-i
sâlih gibi ticâret, sevap gibi kazanç, Allâh’ın tevfîki gibi fayda, tevâzû gibi
asâlet, ilim gibi şeref, şüphelilerden uzak durmak gibi verâ, güzel ahlâk gibi
Allâh’a yakınlık, farzları edâ gibi ibâdet, tedbir gibi akıl, birlik ve
beraberlik gibi insanı kendini beğenmekten uzak tutan başka bir haslet yoktur.”
“Amellerin
en güç olanı dört haslettir:
1. Öfkeli
anda affetmek.
2. Muhtaçken
de cömert davranmak.
3. Kapalı ve
tenha yerlerde nefsin şerrinden korunmak.
4. Korktuğu
veya bir menfaat umduğu kimseye karşı da doğru söylemek.”
“Küçük
musîbetleri büyük göreni, Allah büyük musîbetlere mübtelâ kılar.”
“Mal,
nefsânî arzuların hammaddesidir. (Nefsânî ve dünyevî) arzular, sıkıntıların
anahtarıdır. Hased de boş yorgunluğun bineğidir.”
“(Dünyevî)
arzu ve ümitler, basîretli kimseleri bile âmâ eder.”
“Kişinin
kıymeti, istek ve arzularının kıymeti kadardır.”
“Kim nefsin
bitmek bilmeyen istek ve arzularının zebûnu olursa, amelleri de kötü olur.”
“Nasîb,
kendisine gelmeyene de gider.”
“Canlarınız
için cennetten başka bir karşılık ve değer yoktur. Öyleyse canlarınızı ancak
cennet karşılığında satın!”
“Allah
dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyânın zâhirî görünüşüne baktıkları zaman
onlar, dünyânın içyüzünü görürler.”
“Bir kul,
Allâh’ın katındakine kendi elindekinden daha fazla güvenmezse îmânı kâmil
olmaz!”
Rabbimiz, bu
hikmetli sözleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsıyla amel edebilmeyi nasîb
eylesin. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın en yakın dostları olan dört
büyük halîfenin muhabbetini gönüllerimizden eksik eylemesin. Âhirette bizleri
onlarla birlikte haşr u cem eylesin!
Hiç şüphesiz
ki o mübârek sahâbîler ile âhiretteki beraberlik, daha bu dünyâda başlar.
Onlarla bugün dost olabilirsek ve bu dostluğun hukûkuna riâyet edebilirsek
-inşâallah- yarın kıyâmette onların yakınlığına mazhar oluruz.
Rabbimiz
Hulefâ-i Râşidîn’in güzel ahlâkı ile ahlâklanmayı cümlemize nasîb eylesin.
Şefâatlerine nâil buyursun!
Âmîn…
Cübbeli Ahmet Hocamizin Ehl-i Beyt sevgisi sohbetlerinden Hz. Ali (ra)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.