Dört büyük halîfenin üçüncüsü olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e canıyla-malıyla hizmet etme ve O’na damat olma bahtiyarlığına ermiş güzîde sahâbîlerden biridir. Gerek Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- zamanında, gerek Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer döneminde, gerekse de kendi halîfeliğinde çok büyük hizmetler îfâ etmiştir.
Zi’n-Nûreyn
Peygamber
Efendimiz’in muhtereme kerîmesi Hazret-i Rukıyye ile izdivaç şerefine mazhar olan
Hazret-i Osman, mübârek zevcesinin vefâtından sonra hüzne gark olmuştu.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ona niçin bu kadar mahzun olduğunu sorunca
Hazret-i Osman, teessürünün asıl sebebini şöyle ifade etti:
“–Yâ
Rasûlallâh! Benim başıma gelen, kimsenin başına gelmedi. Kızınız Rukıyye vefât
edince Siz’inle aramdaki hısımlık ve akrabâlık bağı kesilmiş oldu!..”
Yakınlarının,
yeniden dünyâ evine girmesi tekliflerine rağmen Hazret-i Osman âdeta; “–Ben
Allah Rasûlü’nden sonra kimi «kayınpeder» olarak görebilirim ki?! O’nun kızıyla
izdivaçtan sonra kimi nikâhlayayım ki!?” diye düşünüyor ve o mübârek âile ile
bağının kesilmesinden derin bir ıztırap duyuyordu.
Hazret-i
Osman’ın bu hâlini müşâhede eden Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, onun
müstesnâ muhabbet ve bağlılığından ziyâdesiyle memnun oldu. Ardından da küçük
kızı Ümmü Gülsüm’ü ona nikâhladı. Bir müddet sonra Ümmü Gülsüm vâlidemizin de
vefât etmesi üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“Şayet
üçüncü bir kızım daha olsa muhakkak onu da sana verirdim.”[33] buyurarak Hazret-i Osman’a olan
husûsî muhabbetini izhâr etti.
Zîrâ âlim,
ârif, nâzik, cömert, rakîk kalpli, yumuşak huylu, hayâ sâhibi, gönül ehli,
mütevâzı ve sevilen bir insan olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Allah
Rasûlü’nün ifadesiyle; “ashâb içinde huyu en çok kendisine benzeyen sahâbî”
idi.[34] Yine ashâb içinde Hazret-i Osman’dan daha güzel söz
söyleyen görülmemişti. Yalnız o da gâyet az ve öz konuşurdu.
Hayâ Âbidesi
Hazret-i
Osman, hayâ duygusu
bakımından
da örnek bir şahsiyetti. Melekler bile ondan hayâ ederdi.[35]
Nitekim
birgün Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Âişe vâlidemizle otururken Hazret-i
Ebû Bekir müsâade isteyip içeri girdi. Ardından Hazret-i Ömer, onun ardından da
Sa’d ibn-i Mâlik girdi. Hazret-i Osman da içeri girmek için izin isteyince
Peygamber Efendimiz hemen toparlandı, oturuşunu düzeltti ve Hazret-i Âişe’ye:
“−Sen geri
çekil!” buyurdu.
Hazret-i
Osman içeri girdi, bir müddet konuştuktan sonra izin isteyip ayrıldı. Hazret-i
Âişe:
“−Babam Ebû
Bekir ve diğer sahâbîler içeri girdikleri zaman oturuşunuzu değiştirmemiş ve
bana «geri çekil» dememiştiniz. (Osman gelince niçin farklı davrandınız?)” diye
sorunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Meleklerin
bile kendisinden hayâ ettiği bir kimseden ben nasıl hayâ etmeyeyim?! Allâh’a
yemin ederim ki melekler, Allah ve Rasûlü’nden hayâ ettikleri gibi, Osman’dan
da hayâ ederler. Eğer sen yanımdayken o içeri girmiş olsaydı, çıkıncaya kadar
ne konuşur ne de başını kaldırırdı.” buyurdu.[36]
Hayâ ve edep âbidesi olan Hazret-i Osman:
“Gözü haramdan korumak ne güzel şehvet
perdesidir.” buyurur ve bu hususta da insanları irşâda
çalışırdı:
Enes -radıyallâhu anh-, kendi rivâyetine göre; birgün Hazret-i
Osman’a giderken yolda bir kadın görür. Kadının güzelliği aklına
takılır. Bu düşünce ile Hazret-i Osman’ın yanına girer. Onu gören Hazret-i Osman:
“–Ey Enes!
Gözlerinde zinâ izleri olduğu hâlde buraya giriyorsun.” der.
Bu söz karşısında
neye uğradığını şaşıran Enes -radıyallâhu anh-, hem hayret hem de
mahcûbiyet içinde:
“–Allâh’ın
Rasûlü’nden sonra da mı vahiy geliyor?” diye sorar. Hazret-i Osman
-radıyallâhu anh- ise:
“–Hayır, bu
bir basîret ve doğru bir firâsettir.” buyurur.[37]
Bu azîz
sahâbîdeki güzel ahlâkın Hak katındaki kıymetini şu hadîs-i şerîf ne güzel
ifade etmektedir:
Birgün
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e abdest alması için su
getirir:
“−Ey
Allâh’ın Rasûlü! Kıyâmet günü hesaba çağrılacak ilk kişi kimdir?” diye sorar.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“−Benim. Ben
Allâh’ın huzûrunda dilediğim kadar dururum. Sonra oradan bütün günahlarım
bağışlanmış olarak çıkarım.” buyurur. Hazret-i Ali:
“−Sonra
kim?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz:
“−Sonra Ebû
Bekir, (o da) Allâh’ın huzûrunda dilediği kadar duracak ve oradan bütün
günahları bağışlanmış olarak çıkacak.” buyurur. Hazret-i Ali:
“−Sonra
kim?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz:
“–Sonra Ömer
bin Hattâb, (o da) Allâh’ın huzûrunda duracak ve oradan bütün günahları
bağışlanmış olarak çıkacak.” buyurur. Hazret-i Ali yine:
“−Sonra
kim?” diye sorunca, bu defâ Peygamber Efendimiz:
“−Sonra sen.” buyurur.
Hazret-i Ali:
“−Osman bin
Affan nerededir?” der. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“−Osman,
(son derece yüksek bir) hayâ sâhibidir. Rabbimden onu hesap için durdurmamasını
diledim. Rabbim de dileğimi kabûl etti.” karşılığını verir. (Muhammed er-Râfiî el-Kazvinî, et-Tedvîn
fî Ahbâri Kazvin, 1/114)
Allah
Rasûlü’nün Kabûl Edilmediği Bir Yerde Ben de Yokum!..
Hazret-i
Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’i canından çok sever, O’nun bir
işâretini bile emir telâkkî eder, bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan çekinmezdi.
Nitekim Hudeybiye’de, Peygamber Efendimiz’in elçisi olarak Mekke’ye gitmişti.
Müşriklere; niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler ise
izin vermediler ve Hazret-i Osman’a, şayet istiyorsa yalnızca kendisinin
Kâbe’yi tavâf edebileceğini söylediler. Osman -radıyallâhu anh- ise, Allah
Rasûlü’ne olan sadâkatini bir kez daha tescilleyen, şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Hazret-i
Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun
arkasında ziyâret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de
yokum!..” (Ahmed, IV, 324)
Hudeybiye’de
bekleyen müslümanlara Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği şâyiası ulaşınca da,
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- gerekirse müşriklerle harbetmek üzere
ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup:
“Allâh’ım,
bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûlü’nün hizmetindedir.”[38] buyurarak ona olan îtimad ve
muhabbetini dile getirdi. Derken müşrikler, anlaşma yapmak üzere elçi
gönderdiler. Ardından da Hazret-i Osman sağ-sâlim döndü.
Sehâvet
Güneşi
İşte böyle
yüce bir sadâkat timsâli olan Osman -radıyallâhu anh-, cömertlikte de
zirve bir şahsiyetti. Öyle ki; “Zenginliğin saltanatı, şükürdür. Şükür ise
bol bol infâk etmektir.” buyurur ve bu hususta da bizzat örnek olurdu.
Nitekim yüzlerce köleyi Allah rızâsı için âzâd etmiş ve ettirmişti.[39]
Yine zor bir
sefer olan Tebük Gazvesi’nde Hazret-i Osman, tek başına 300 deveyi tam
techîzatlı bir şekilde hazırlayarak orduya hibe etti. Buna ilaveten bin dinar
bağışladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında:
“Osman’a (bu
fedâkârâne infâkı sebebiyle)
bundan sonra
yapacağı hiçbir şey zarar vermez!”[40] müjde ve iltifatında bulundu.
*
Yine Osman
-radıyallâhu anh-, Medîne’ye hicret edince müslümanların su sıkıntısı çektiğini
görmüştü. Medîne’deki bütün kuyuların suyu acıydı. Sadece bir yahudiye âit olan
Rûme Kuyusu’nunki tatlı idi. Yahudi, bu kuyunun suyunu satarak geçiniyordu.
Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-:
“−Rûme
Kuyusu’nu, cennette ondan daha hayırlısını kazanmak üzere kim satın almak ve
kendi kovasını müslümanların kovalarıyla eşit kılmak ister?” buyurdu. Yâni kuyuyu satın alan,
diğer müslümanlarla eşit haklarda ondan istifade edebilecekti.
Hazret-i
Osman, derhâl bu kuyuyu satın almak istedi. Lâkin yahudi kabûl etmedi. Sonunda
bir gün yahudi, bir gün de müslümanlar kullanmak üzere yarı hissesini satın
almaya muvaffak oldu. Daha sonra da tamamını satın aldı. Peygamber Efendimiz,
Hazret-i Osman’a:
“–İnsanların
ondan su içmeleri için (kuyuyu) vakfeder misin?” diye sorunca, o da bu arzuya
gönülden icâbet ederek kuyuyu vakfetti. Böylece Hazret-i Osman’ın bu himmetiyle
Medîneli müslümanlar su sıkıntısından kurtuldular.
Rivâyete
göre Osman -radıyallâhu anh-, büyük bir fazîlet daha sergileyerek, kendisinin
satın alıp vakfettiği bu kuyudan su alabilmek için herkes gibi sıraya girip
beklerdi. Yine rivâyete göre Hazret-i Osman’ın bu eşsiz fedâkârlığı üzerine şu
âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
“Ey huzûra
kavuşmuş nefis! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Sâlih) kullarımın arasına
katıl ve cennetime gir.”
(el-Fecr,
27-30)
*
İslâm hızla
yayılıp Medîne’ye gelenler çoğalınca Mescid-i Nebevî dar gelmeye başlamış,
halkın bir kısmı mescidin etrafında çadırlar kurmuştu. Efendimiz -aleyhissalâtü
vesselâm-:
“−Mescidimizi
bir zirâ’ olsun genişleten, cennete girer.” buyurdu.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:
“−Yâ Rasûlallah! Malım-mülküm Sana fedâ olsun. Mescidi genişletme işini
üzerime alıyorum.” dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Allâh’ın mescitlerini ancak Allâh’a ve âhiret
gününe îmân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından
korkmayan kimseler îmâr eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar
bunlardır.” (et-Tevbe, 18)[41]
*
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Hazret-i Fâtıma ile evleneceği zaman, kendi
zırhını satılması için pazara göndermişti. Zırhın parasını düğün masrafları
için kullanacaktı. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- pazarda Hazret-i Ali’nin
zırhını tanıdı. Hemen tellâlı çağırarak:
“−Bu zırhın sâhibi, buna ne kadar istiyor?” diye sordu. Dört yüz dirhem
olduğunu öğrenince zırhı alıp parasını verdi. Sonra bu zırhı, yanına dört yüz
dirhem daha ilâve ederek Hazret-i Ali’ye gönderdi:
“−Bu zırh, senden başkasına lâyık değildir. Bu dört yüz dirhemi de düğüne
harca ve bizi mâzur gör.” buyurdu.[42]
*
O sehâvet güneşinin yüce ahlâkını yansıtan şu hâdise de çok ibretlidir:
Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği döneminde bir ara Medîne’de kıtlık
başgöstermişti. O sırada Hazret-i Osman’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı
geldi. Kervanı görenler, buğday satın almak için koştular. Hattâ bir dirhemlik
buğday için yedi dirhem teklif ettiler. Hazret-i Osman ise:
“−Hayır! Sizden daha fazla veren var, ona satacağım.” dedi.
Ashâb-ı kirâm, mahzun bir şekilde ayrılıp halîfe Hazret-i Ebû Bekir’in
yanına vardılar ve durumu kendisine şikâyet ettiler. Hazret-i Ebû Bekir, bu hâdisedeki
nükteyi sezerek:
“−Osman hakkında hemen kötü düşünmeyiniz!.. O, Rasûlullâh’ın damadı ve
Me’vâ Cenneti’nde arkadaşıdır. Herhâlde siz onun sözünü yanlış anladınız.”
dedi. Ardından beraberce Hazret-i Osman’a gittiler. Hazret-i Ebû Bekir:
“−Yâ Osman! Ashâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüştür.” deyince Hazret-i
Osman:
“−Evet, ey Rasûlullâh’ın halîfesi! Bunlar bire yedi veriyor, hâlbuki
onlardan daha hayırlı olan, bire yedi yüz veriyor. Biz buğdayı bire yedi yüz
vererek alana verdik.” buyurdu.
Sonra da yüz deve yükü buğdayı Allah rızâsı için Medîne fukarâsına dağıttı.
Yüz deveyi de kurban etti. Buna çok sevinen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-,
Hazret-i Osman’ı alnından öptü ve:
“−Ashâbın, senin sözündeki inceliği kavrayamadıklarını önceden sezmiştim.”
buyurdu.[43]
Kur’ân Âşığı
Hazret-i Osman’ın bu yüce ahlâkının temelinde, hiç şüphesiz ki Allâh’ın
Rasûlü’nden ve O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerîm’den aldığı feyiz bulunmaktaydı.
Hakîkaten Hazret-i Osman tam bir Kur’ân âşığıydı.
“Bana dünyâdan üç şey sevdirildi: Açları
doyurmak, çıplakları giydirmek ve Kur’ân okumak.” buyuran
Hazret-i Osman, Hazret-i Ebû Bekir zamanında cem edilen Kur’ân’ın, kendi
halîfeliği döneminde ehil sahâbîlerden müteşekkil bir heyet tarafından sûre
tertibine göre tanzim edilip çoğaltılması hizmetini büyük bir titizlikle îfâ
etti. Hicrî 30 senesinde önemli merkezlere bu Mushaf’lardan gönderdi. Böylece
Kur’ân-ı Kerîm hakkında çıkabilecek ihtilafların önünü kesmiş oldu.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, her sabah kalktığında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle
öpmeyi âdet hâline getirmişti.
“Üzerimden, Allâh’ın kitabını açıp okumadığım
bir gün ya da bir gecenin geçmesini istemiyorum.” (Kenz, I,
225) buyuran Hazret-i Osman, çok okumaktan dolayı iki Mushaf eskitmişti.
Abdurrahman
bin Osman et-Teymî diyor ki:
“Bir gece
Hazret-i Osman, makâmında bir rekatta Kur’ân’ı hatmederek namazını ikmâl
etmişti.”[44]
Zühd ve
Tevâzû
İşte o
mübârek sahâbîleri mâneviyat semâsının yıldızları yapan müstesnâ hayat
düsturları böyleydi. Ellerindeki maddî imkânların genişliğine rağmen, Allah
Rasûlü’ne benzeme gayretiyle gayet mütevâzı ve riyâzat hâlinde bir hayat
yaşıyorlardı.
Hazret-i
Osman -radıyallâhu anh- ucuz ve kaba kumaştan îmâl edilen gayet sade ve temiz
elbiseler giyer, mescitte öğle uykusunu toprak üzerinde uyur, kalktığında
vücûdunda çakıl taşlarının izleri görülürdü. İnsanlara en kıymetli ve lezzetli
yemekleri yedirdiği hâlde, kendisi evinde sirke ve zeytinyağı ile iktifâ
ederdi. Gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla ihyâ eden Hazret-i Osman,
hizmetçilerinin istirahat vakti olduğu gerekçesiyle geceleri abdest suyunu
kendisi hazırlar, onlara rahatsızlık vermekten sakınırdı.
Kul hakkı
husûsunda da çok titiz olan Hazret-i Osman’ın bu hassâsiyetini yansıtan bir
hâdiseyi Ebu’l-Fürat şöyle anlatır:
Hazret-i
Osman, kölesine:
“−Vaktiyle
ben senin kulağını kıvırmıştım. Haydi sen de kısâsını yap.”
dedi.
Köle onun kulağını tuttu. Hazret-i Osman, köleye şöyle diyordu:
“−Sıkı çek yavrum, kısas bu dünyâdadır, âhirette kısas yoktur!”[45]
Mazlum Şehîd
İşte böylesine mütevâzı ve hakşinas biri olan Hazret-i Osman’ın halîfeliği,
fetihler bakımından da çok bereketli geçmişti. Kıbrıs, Trablus, Taberistan,
Ermenistan fethedilmiş, deniz ticareti başlamış, Rodos ve Malta adalarına ve
İstanbul’a seferler düzenlenmişti. Bizans’ın en büyük donanması Akdeniz’de imha
edilmişti. Bu ve benzeri gelişmeler neticesinde halk ve devlet hazînesi
zenginleşmişti.
Zenginliğin artmasıyla birlikte kimilerinin gönlünde dünyâ ihtirâsı peydâ
olmuştu. Abdullah bin Sebe gibi yahudi kökenli münâfıkların tutuşturduğu fitne
ateşi İslâm âlemini sarmış, Hazret-i Osman, muhtelif diyarlardan toplanıp gelen
âsîler tarafından Medîne’deki hânesinde kuşatılmıştı. Öyle ki, öz malıyla satın
alıp müslümanların istifadesine sunduğu içme suyundan bile mahrum edilmekteydi.
Mü’minlerin halîfesi, içinde bulunduğu zor durumu ve tebaasındaki âsîler
karşısında yaşadığı çâresizliği şöyle dile getiriyor ve kendisinden sonra da
çıkacak olan fitnelere kerâmeten işâret ediyordu:
“Ben, yaşadığı müddetçe babasının sözünü
dinlemeyen; öldüğü zaman da ona dert olan yaramaz çocukların babası gibiyim!”
Hazret-i Osman, isyancıları zor kullanarak bertaraf etmeyi teklif eden
sahâbîlere, kendisi yüzünden kan dökülmesini istemediği için izin vermiyordu.
Onlara:
“Benim için kan döküldükten sonra ölmektense kan
dökülmeden önce (mazlum olarak) ölmeyi tercih ederim.” diyordu.
Nitekim o sefih âsîlere birçok defâ nasîhat etmeye çalıştıysa da
dinletemedi. Ve oruçlu olduğu bir gün, evinde Kur’ân okurken isyancılar
tarafından mazlûmen şehîd edildi. O vakit yaşı sekseni geçmiş olan azîz şehîdin
mübârek kanı, okumakta olduğu Mushaf’taki:
“…Onlara karşı Allah sana kâfîdir. O her şeyi
işiten ve bilendir.” (el-Bakara, 137) âyet-i
kerîmesi üzerine damladı.
*
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’a yemin ederim ki, elbette Osman,
ümmetimden hepsi de cehennemlik olan yetmiş bin kişiye şefâat edecek ve onları
cennete sokacak.” (Deylemî, Firdevs,
4/360)
İşte böylesine kadri yüce bir sahâbî olan Hazret-i Osman -radıyallâhu
anh-’ın ilim, hikmet ve mârifet nurlarıyla dolu gönül iklîminden hisse almak
ümîdiyle onun şu özlü ve hikmetli sözlerine gönül verelim:
Hazret-i Osman’dan Hikmetli Sözler:
“En akıllı insan; nefsini hesaba çeken, onu iyi
idâre eden, ölümden sonrası için amel işleyen ve kabir karanlığı için Allâh’ın
nûrundan istifâde edendir.”
“Kul, gözleri gördüğü hâlde Allâh’ın kendisini
âmâ olarak diriltmesinden korksun! Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfîdir.
Mânen sağır olanlar, zaten hakkı duyamazlar…”
“Beş şey müttakîlerin (sâlihlerin) alâmetidir:
1. Dînî gayret içinde olanlarla beraber olmak.
2. Nefsini ıslâh edip diline hâkim olmak.
3. (Allah sevgisini unutturan) dünyâlıklardan
nefsine hoş gelen bir şeye eriştiğinde onun zarar-ziyanını ayırt edebilmek,
dinden kendisine az bir şey bile nasip olduğunda onu da ganîmet bilmek.
4. Haram karışır endişesiyle midesini helâlden
(de olsa) doldurmamak (ve riyâzat içinde yaşayabilmek).
5. Bütün insanların kurtulduğunu, yalnız
kendisinin mahvolduğunu düşünmek.”
“Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:
1. Îmânını kaybetme korkusu.
[Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Rabbimiz!
Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey îmân
edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can
verin.” (Âl-i İmrân,
102)]
2. Kıyâmet
günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
[Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle
bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)]
3. Amelinin
şeytan (aleyhi’l-lâ’ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.
[Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim!
Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim
ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların
müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)]
4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve
ansızın yakalanma korkusu.
[Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve sana yakîn (ölüm)
gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl
üzere haşrolunur.” (Müslim, Cennet, 83; Münâvî,
V, 663)
Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- Kur’ân ile yaşadı, Kur’ân’ı infâk
etti ve Kur’ân okurken şehîd edilerek rahmet-i Rahmân’a kavuştu.]
5. Dünyâ ile mağrur olup, âhiretten gâfil kalma
korkusu.
[Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Bu dünyâ hayâtı, aldatma metâından başka bir
şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)]
6. Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşgûliyete dalıp
Allah Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.”
[Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“Biliniz ki,
mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah
katındadır.” (el-Enfâl,
28)]
“Muhakkak ki
dünyâ fânî, âhiret ise bâkîdir. Fânî olan sizi şımartıp azdırmasın, bâkî
olandan alıkoymasın. Siz, bâkîyi fânî olana tercih ediniz. Dünyâ sonludur,
dönüş Allâh’adır. Allah’tan korkunuz.”
(İbn-i
Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 77)
“Ecel gelip
çatmadan yapabileceğiniz iyiliği hemen yapınız.”
*
Cenâb-ı Hak
bu hikmet dolu nasîhatlerin muktezâsıyla amel edebilmeyi ve o güzîde sahâbînin
şefâatine erebilmeyi nasîb eylesin. Onun sevgisini gönüllerimize nakşederek
âhirette dostluk ve komşuluğuna mazhar eylesin!
Âmîn…
Cübbeli Ahmet Hocamizin Ehl-i Beyti sevmek sohbetinden Hz. Osman ra
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.