Müslüman şahsiyetinin tekâmülünü ve ictimâî hizmetlerin devâmını sağlayan en mühim hususlardan biri de, Allah yolunda, O’nun rızâsını tahsil gâyesiyle, mal, can ve imkânlardan infakta bulunmaktır.
Dînin asıl
gâyesi, Allâh’ın birliğini tasdîkten sonra, zarif, hassas, derin duygulu insan
yetiştirmek ve bu sûretle huzurlu bir cemiyet husûle getirmektir. Bu gâyenin
gerçekleşmesinde, îmandan kaynaklanan şefkat ve merhamet hislerinin bir
tezâhürü olan zekât ve infakların çok mühim bir yeri vardır.
Kur’ân-ı
Kerîm’de 200 küsur yerde zikredilen infak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır.
Yâni Rabbimizin ihsân ettiği nîmetleri, yine O’nun uğrunda sarf etmektir. Buna
göre müslüman da, hem malını hem de canını büyük bir rızâ ve teslîmiyetle
Allâh’a adayan insandır.
Cenâb-ı
Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsından biri de, “el-Vehhâb”dır. Yâni her zaman, her
yerde ve her şeyi çok çok ve bol bol verir, karşılık beklemeden ve devamlı
olarak lutfeder. Bu sebeple bütün mahlûkâtı da “verme, infâk ve ikrâm etme”
tabiatıyla yaratmıştır.
Meselâ arı,
kendi ihtiyacının kat kat fazlası bal yapar, büyük bir titizlik ve intizâm ile
onu paketler. Bunun cüz’î bir miktârını kendisi yer ve çoğunu insanlara ikrâm
eder.
Meyve
ağaçları da nesillerinin devâmı için pek çok meyve verir. Binlerce meyvenin
içinden sadece birisi tohum olup ağaç bitirse, kâfî gelir. Diğer meyveler ise
insanların ve diğer canlıların istifâdesine arz edilir.
Kesilip
yenilen hayvanlar, kendi hayatlarını devâm ettirmek için beslenirler, bir
müddet yaşadıktan sonra da etlerini insanlara ikrâm etmek üzere can verirler.
Toprak,
ayaklar altında ezilmesine rağmen, üzerinde gezen canlıların cürûfunu alıp
temizler ve yetiştirdiği türlü nebâtât ile devamlı ikram ve ihsân hâlinde olur.
Aslında
bütün bu misaller, insanın da diğergâm olması ve çalışıp kazandığı malın veya
sâhip olduğu imkânların bir kısmını kendi ihtiyaçlarına ayırdıktan sonra çoğunu
infâk etmesi lâzım geldiğini telkin etmektedir. Yâni Cenâb-ı Hak, tabiatta
bunun binbir misâlini insana göstermektedir ki, o da diğergâm ve infâk ehli bir
kul hâline gelebilsin.
Bütün
varlıkların yegâne yaratıcısı ve sâhibi olan, her türlü ihtiyaçtan münezzeh
bulunan yüce Rabbimiz, kullarının verdiği sadakaları bizzat kendisinin aldığını
beyân ederek[65]infâka verdiği ehemmiyeti vurgulamaktadır. Kullarının, kendi
rızâsı istikâmetinde yaptıkları hayırları ve verdikleri sadakaları; “Karz-ı
hasen: En güzel borç” nâmıyla kabul etme lutfunda bulunmaktadır. Üstelik bu
borcu bizzat kendisinin, hem de kat kat fazlasıyla ödeyeceğini taahhüd
etmektedir.
Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“…Namazı
kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla borç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz
için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu
bulursunuz; hem de daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olmak üzere!..” (el-Müzzemmil,
20)
Peygamber
Efendimiz de infâka teşvik sadedinde şöyle buyurur:
“Sadaka
kesinlikle malı eksiltmez, bir kul elini sadaka vermek için uzattığında, o
sadaka sâilin eline geçmeden evvel, muhakkak Allah Teâlâ’nın eline konulmuş
olur…”
(Ali
el-Müttakî, VI, 377/16134; Taberânî, Kebîr, IX, 109)
Cenâb-ı Hak,
kendisine yakın kullarından olabilmemiz için sevdiğimiz şeylerden infâk etmemiz
gerektiğini bildirerek şöyle buyurur:
erişemezsiniz.
Her ne infâk ederseniz; şüphesiz Allah, onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Âyet-i
kerîmede geçen “birr” ifâdesi; hayrın kemâl noktası, Allâh’ın rahmeti,
rızâsı ve cenneti mânâlarında tefsîr edilmiştir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak,
“birr”in ne olduğunu diğer bir âyet-i kerîmede şöyle târif buyurur:
“Birr,
yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl birr (sâhipleri), Allâh’a, âhiret
gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne
kadar kıymetli olsa da- (Allâh’ın rızâsını gözeterek) akrabâsına,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve insanları kölelikten
kurtarmaya harcayan; namazlarında devamlı ve dikkatli olan, zekâtını veren,
verdiği sözü tutan, felâket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte
sadâkat gösterenler, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.”
(el-Bakara, 177)
İyiliğin,
sadâkatin ve takvânın târif edildiği bu âyet-i kerîmede infâka dâir kısmın
genişliği dikkat çekicidir.
Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Ey Âdemoğlu! (Allâh için) infâk et ki, sana da
infâk olunsun!” (Buhârî, Tefsîr 11/2, Nafakât 1; Müslim, Zekât
36, 37)
En kıymetli infak, müslümanların en zayıf ve muhtaç olduğu zamanlarda
yapılandır. Allah Teâlâ, insanların maddî veya mânevî ihtiyaçlarının had
safhada olduğu bir devrede infâk eden kullarını diğerlerinden üstün tutmuş ve
onlara; “Fetih’ten önce infak edenler” diye bir fazîlet pâyesi
vermiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
Kaynak: ASR-I SAADET’TEN GÜNÜMÜZE FAZİLETLER MEDENİYETİ 2 - Osman Nuri Topbas
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk
etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. İçinizden, Fetih’ten
önce infak eden ve savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz.
İşte onlar, derece olarak sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür.
Bununla beraber Allah, her birine en güzel olanı va’detmiştir. Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Hadîd, 10)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, infâkın fazîletini beyan
sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Her sabah iki melek iner. Biri; «Yâ Rab! İnfâk
edene, infâkına karşılık yenisini ihsân eyle!» der. Diğeri de; «Yâ Rab!
Cimrilik edenin malını telef et!» diye duâ eder.” (Buhârî,
Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57)
“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını
sadaka olarak vermen, senin için iyi; vermemen ise kötüdür. İhtiyacına yetecek
kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini
üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden daha üstündür.” (Müslim, Zekât, 97; Tirmizî, Zühd,
32)
“Kim, helâl
kazancından bir hurma kadar sadaka verirse -ki Allah, helâlden başkasını kabul
etmez- Allah o sadakayı kabul buyurur. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar,
herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sâhibi adına ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8, Tevhîd 23; Müslim,
Zekât 63, 64)
İnfak,
sadaka ve hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı oluyormuş gibi
görünse de, hakîkatte insanın kendisine daha fazla fayda sağlamaktadır. Zîrâ
infak, kişinin nefsine iyiliği, güzelliği ve hayrı telkin etmektedir. Çünkü
iyilikler bu sûretle benlikte yer eder ve rûh, bunlarla ünsiyet peydâ eder.
Nitekim âyet-i kerîmede zekât ve infâkın, hem malı temizlediği hem de kalbi
arındırdığı bildirilmiştir.[66]
Diğer
taraftan infak, insanın en küçük bir hayır ve hasenâta dahî son derece muhtaç
olacağı kıyâmet günü için mühim bir hazırlıktır.[67]O hâlde insan, ölümden
sonra fayda vermeyecek olan nedâmet feryatlarından kendini korumak için, bugün
fırsat elde iken, îcâb eden bütün tedbirleri alma azminde olmalıdır.
Hikmet ehli
şöyle demiştir:
“Bir kul
öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar
gibisini hiç görmemiştir:
Birincisi;
bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine
rağmen bunların hepsinden hesâba çekilmesidir.”
Bir insan
için, üstelik kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesâba çekilmek, ne
kadar da müşkil bir durumdur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu
durumdakiler için şöyle buyurmuştur:
“Yazıklar
olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır
da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle varır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)
Yâni
mîrasçılarına büyük bir servet bırakır, fakat kendisi, malı helâl yoldan
kazanmadığı, malıyla hayır işlemediği ve evlâtları da malını kötü yollarda
kullandığı için huzûr-i ilâhîye günahkâr bir şekilde çıkar.
Faydalı mal
ise, infaklarla ve hayır hizmetleriyle önceden âhirete gönderilenlerdir. Allah
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allah
Teâlâ, sizin her biriniz ile tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına
bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna
bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Sonra önüne
bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık bir
hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da
bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10; Müslim,
Zekât, 67, 97)
Hadîs-i
şerîften anlaşıldığına göre sadaka ve infak, var olanın fazlasını vermekle
başlar. Varlığı olmayan için ise, yarım hurma ve gönül alıcı güzel bir söz dahî
Allâh’ın rızâsını kazandıran bir infaktır. Bu infaklar, kulun ihlâs ve
samîmiyeti nisbetinde, cehennem ateşine karşı siper olur.
Şefkat,
merhamet ve bunların en tabiî netîcesi olan cömertlik ve infâkın, her
müslümanın tabiat-i asliyesi hâline gelmesini arzu eden Fahr-i Kâinât
Efendimiz, bu bakımdan her mü’mini zengin kabûl eder. Çünkü O, hadîs-i
şerîflerinde, mü’minlerin yaptıkları emr bi’l-mârûf, getirdikleri tekbîr ve
tevhîd, mazluma yardım, muzdaripleri tesellî, muhtaçların gönüllerini hoşnut
etme, yollardaki eziyet verici şeyleri kaldırma, hasta ziyâreti ve hattâ yerine
göre bir tebessüm gibi her türlü sâlih amelin, birer sadaka hükmünde olduğunu
bildirmiştir.
Birgün
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Bir
dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“–Bu nasıl
olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevâbı verdi.
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en
iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise
hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem
çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)
Hadîs-i şerîf, tasadduk edilen malın miktârından ziyâde, tasadduk edenin
fedâkârlık seviyesinin mühim olduğunu göstermektedir.
Demek ki hakîkî zenginlik, mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu iledir.
Gerçek mü’minler de, gönül zenginliği nîmetine sâhip olup, imkânları nisbetinde
infakta bulunanlardır. Zîrâ infak, her mü’minin mükellef bulunduğu diğergâmlık
ve mes’ûliyet duygularının kâmil bir tezâhürüdür.
İnfakta bulunurken dikkat edilecek bâzı edeb kâideleri şunlardır:
1. İhlâsa
dikkat edilmeli, gösterişe kaçarak ve dünyevî maksatlarla infakta bulunulmamalıdır.
(Bkz. el-Bakara, 264)
2. “Sağ elin
verdiğini sol elin duymayacağı” şekilde vermek gerekir. Bu şekilde infâk
edenler, günahları affedilen ve kıyâmetin dehşetli ânında Arş’ın gölgesi
altında bulunacak olan mes’ud kimselerdir. (Bkz. el-Bakara, 271; Buhârî, Ezân,
36)
3. Başa
kakmak ve incitmek sûretiyle sadakalar boşa çıkarılmamalıdır. Cenâb-ı Hak, bu
husûsu ısrarla emreder. (Bkz. el-Bakara, 262-264; el-İnsân, 8-11)
4. Kişi,
kendine verildiğinde gönül huzûruyla alamayacağı kalitesiz ve bayağı şeyleri,
fakirlere infak diye vermemelidir.
(Bkz.
el-Bakara, 267)
5. Bilhassa
veren, alana teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır. Çünkü onu mes’ûliyetten
kurtarıp ecre nâil eylemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.