Saban Ayinin Ilk Gece ve Gününün Namazlari
A´dan Z´ye… ا´den ي´ye… Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken, kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olan ve sonu Cennete varan bir yoldur İlim✦Amel✦İhlas
Yeni bid’at fırkaları - M. Şevket Eygi
Zamanımızda ülkemizde ve İslâm âleminde yığınla bozuk dinî fırka, mezhep, grup
türemiştir. Medreseler kapatılmamış olsaydı; Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Zahid
Kevserî, Elmalılı Hamdi, Manastırlı İsmail Hakkı gibi büyük âlimler, fakihler,
kelâmcılar yetişecek ve bunları red ve cerh edeceklerdi.
Ehl-i Sünnete bağlı doğru İlâhiyatçılar yeni bozuk fırkaları tenkit ediyorlar ama bu tenkit ve uyarıları yeterli olmuyor. Maalesef şu anda ülkemizde Zahid Kevserî ayarında bir Ehl-i Sünnet müdafii yoktur.
Bendeniz bu yazımda, bazı bid'at fırkalarının listesini yapmak istiyorum:
1. Kur'âniyyûn fırkası. Bunlar Edile-i Erbaa'yı kabul etmezler, İslâm'ın tek temeli ve kaynağı vardır, o da Kur'ân'dır derler. Bunlar, bu görüşleri ile Kur'ân'a açık bir muhalefet içindedirler. Çünkü Kitabullah mü'minleri Resul'e itaat etmeye, onu en güzel bir örnek ve model olarak kabul etmeye, o ne getirdiyse almaya çağırmaktadır. Bunu reddedenler, Sünnet'i din kaynağı olarak kabul etmeyenler, Kur'ân deyip dursalar da dairenin dışına çıkmış olurlar.
2. Meâlciler fırkası. Bunlar kendi işlerine gelen bir meal veya tercüme alarak, bundan heva, re'y ve hevesleriyle din hükmü çıkartan, Kitabullah'ı akılarınca yorumlayan kimselerdir. Yanlış yolda olduklarında şüphe yoktur. Osmanlı ulemâsı yaşamış olsaydı bunlara "Meâliyyûn fırkası" ismini verirdi.
3. Efganiyye fırkası. Bunlar yalancı, taqiyyeci, Farmason Cemalüddin Efganî'yi din önderi olarak kabul ederler ve onun izinden giderler. Bu adam Afgan değildir, İranlıdır, kendisini Sünnî gibi göstermiştir, aslında Şiîdir. Masonluğun en dinsiz fırkasına mensuptur. Son derece karışık ve bulaşık bir kimsedir. Kılavuzu karga olanın...
4. Militan İslâmcılık fırkası. Bunlar İslâm'ı beşerî bir ideoloji seviyesine düşürmüş kişilerdir. Aktivisttirler. Son altmış yıl içinde hiçbir İslâm ülkesinde başarılı olamamışlardır.
5. Mükebbire fırkası. Bunlar Büyük Okyanus'taki "Kargo kültü" zihniyet ve kültürü seviyesinde ilkel, bedevî, özürlü bir akla sahiptirler. Camilere hoparlör, kalorifer, soğutma sistemi, vantilatör, soğuk su cihazı, kapılara naylon poşet sandığı koymanın, üç şerefeli minare yapmanın, 120 desibel yüksek sesle ezan okumanın İslâmî hizmet ve himmet olduğunu sanırlar.
6. Fazlurrahman'ın Tarihsellik veya Tatiliyye mezhebi. Bunlar Kur'ân'daki ve Sünnetteki hükümlerin bir kısmının tarihsel olduğunu, bugün geçerli olmadığını iddia ederler. Ülkemizde bazı ilâhiyat fakültelerine sızmışlardır. Hadîsleri, AB standart veya normlarına göre ayarlama ve ayıklama projeleri vardır. Yüklü telif veya telef ücretleriyle beslenirler.
7. Necdîler veya Selefîler. Bunlar gerçekten Selef-i Sâlihîne bağlı ve tâbi değildirler. İmamları İbn Teymiyye ve Muhammed ibn Abdilvehhab'tır. İnançlarında mücessime unsurları vardır. Tasavvufa ve tarikata son derece düşmandırlar.
8. İctihadiyye fırkası. Bunlar her Müslümanın ictihad yapmasını isterler.
9. Tekfiriyye fırkası. Bunlar, inançlarını ve meşreblerini beğenmedikleri mü'minleri şirk ve küfürle suçlamakta pek aşırı giderler. Bu suretle, mü'mini tekfir ettikleri için kendileri kâfir olurlar.
10. Feministler yahut Nisaiye taifesi. Bunlar, Batı dünyasında çıkmış sapık bir ideoloji ve görüş olan feminizme din gibi bağlıdır. Buharî'de bulunan sahih hadisleri bile reddederler.
11. Diyalogiyye taifesi. Bunlar zamanımızda üç ibrahimî din vardır, bunların üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennet'tir derler. Tevhid ile Teslisi bir tutarlar. Kur'ân Yahudileri ve Nasranîleri İslâm'a çağırmıyor gibi daireden çıkartıcı iddiaları vardır.
12. Müekkilîn (Yiyiciler)taifesi. Bunlar bozuk düzende haram yemenin, beytülmalı hortumlamanın, kara servet sahibi olmanın caiz olduğuna inanırlar.
13. Erbabiyyûn taifesi. Bunlar kendi baronlarını, rühbanlarını, şeyhlerini (daha doğrusu müteşiyyihlerini) rableştirir ve putlaştırırlar.
14. Telfikıyye (telfik-i mezâhib) taifesi. Bunlar fıkıh mezheplerinin hükümlerinin karışık şekilde uygulanmasını isterler. Şiadan mut'a nikahını da alırlar. Böylece dini ve fıkhı oyuncak ederler.
15. Uzlaştırma fırkası. Bunlar din ile lâ-dinîliği uzlaştırmak hevesindedir.
Listeyi uzatmak mümkündür. Bu kadarla yetiniyorum.
Kudretli bir Ehl-i Sünnet kelâmcısı çıksa da bu bid'at fırkalarını güzelce tenkit, red ve cerh eden, çürüten bir kitap yazsa ne iyi olur.
Ehl-i Sünnete bağlı doğru İlâhiyatçılar yeni bozuk fırkaları tenkit ediyorlar ama bu tenkit ve uyarıları yeterli olmuyor. Maalesef şu anda ülkemizde Zahid Kevserî ayarında bir Ehl-i Sünnet müdafii yoktur.
Bendeniz bu yazımda, bazı bid'at fırkalarının listesini yapmak istiyorum:
1. Kur'âniyyûn fırkası. Bunlar Edile-i Erbaa'yı kabul etmezler, İslâm'ın tek temeli ve kaynağı vardır, o da Kur'ân'dır derler. Bunlar, bu görüşleri ile Kur'ân'a açık bir muhalefet içindedirler. Çünkü Kitabullah mü'minleri Resul'e itaat etmeye, onu en güzel bir örnek ve model olarak kabul etmeye, o ne getirdiyse almaya çağırmaktadır. Bunu reddedenler, Sünnet'i din kaynağı olarak kabul etmeyenler, Kur'ân deyip dursalar da dairenin dışına çıkmış olurlar.
2. Meâlciler fırkası. Bunlar kendi işlerine gelen bir meal veya tercüme alarak, bundan heva, re'y ve hevesleriyle din hükmü çıkartan, Kitabullah'ı akılarınca yorumlayan kimselerdir. Yanlış yolda olduklarında şüphe yoktur. Osmanlı ulemâsı yaşamış olsaydı bunlara "Meâliyyûn fırkası" ismini verirdi.
3. Efganiyye fırkası. Bunlar yalancı, taqiyyeci, Farmason Cemalüddin Efganî'yi din önderi olarak kabul ederler ve onun izinden giderler. Bu adam Afgan değildir, İranlıdır, kendisini Sünnî gibi göstermiştir, aslında Şiîdir. Masonluğun en dinsiz fırkasına mensuptur. Son derece karışık ve bulaşık bir kimsedir. Kılavuzu karga olanın...
4. Militan İslâmcılık fırkası. Bunlar İslâm'ı beşerî bir ideoloji seviyesine düşürmüş kişilerdir. Aktivisttirler. Son altmış yıl içinde hiçbir İslâm ülkesinde başarılı olamamışlardır.
5. Mükebbire fırkası. Bunlar Büyük Okyanus'taki "Kargo kültü" zihniyet ve kültürü seviyesinde ilkel, bedevî, özürlü bir akla sahiptirler. Camilere hoparlör, kalorifer, soğutma sistemi, vantilatör, soğuk su cihazı, kapılara naylon poşet sandığı koymanın, üç şerefeli minare yapmanın, 120 desibel yüksek sesle ezan okumanın İslâmî hizmet ve himmet olduğunu sanırlar.
6. Fazlurrahman'ın Tarihsellik veya Tatiliyye mezhebi. Bunlar Kur'ân'daki ve Sünnetteki hükümlerin bir kısmının tarihsel olduğunu, bugün geçerli olmadığını iddia ederler. Ülkemizde bazı ilâhiyat fakültelerine sızmışlardır. Hadîsleri, AB standart veya normlarına göre ayarlama ve ayıklama projeleri vardır. Yüklü telif veya telef ücretleriyle beslenirler.
7. Necdîler veya Selefîler. Bunlar gerçekten Selef-i Sâlihîne bağlı ve tâbi değildirler. İmamları İbn Teymiyye ve Muhammed ibn Abdilvehhab'tır. İnançlarında mücessime unsurları vardır. Tasavvufa ve tarikata son derece düşmandırlar.
8. İctihadiyye fırkası. Bunlar her Müslümanın ictihad yapmasını isterler.
9. Tekfiriyye fırkası. Bunlar, inançlarını ve meşreblerini beğenmedikleri mü'minleri şirk ve küfürle suçlamakta pek aşırı giderler. Bu suretle, mü'mini tekfir ettikleri için kendileri kâfir olurlar.
10. Feministler yahut Nisaiye taifesi. Bunlar, Batı dünyasında çıkmış sapık bir ideoloji ve görüş olan feminizme din gibi bağlıdır. Buharî'de bulunan sahih hadisleri bile reddederler.
11. Diyalogiyye taifesi. Bunlar zamanımızda üç ibrahimî din vardır, bunların üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennet'tir derler. Tevhid ile Teslisi bir tutarlar. Kur'ân Yahudileri ve Nasranîleri İslâm'a çağırmıyor gibi daireden çıkartıcı iddiaları vardır.
12. Müekkilîn (Yiyiciler)taifesi. Bunlar bozuk düzende haram yemenin, beytülmalı hortumlamanın, kara servet sahibi olmanın caiz olduğuna inanırlar.
13. Erbabiyyûn taifesi. Bunlar kendi baronlarını, rühbanlarını, şeyhlerini (daha doğrusu müteşiyyihlerini) rableştirir ve putlaştırırlar.
14. Telfikıyye (telfik-i mezâhib) taifesi. Bunlar fıkıh mezheplerinin hükümlerinin karışık şekilde uygulanmasını isterler. Şiadan mut'a nikahını da alırlar. Böylece dini ve fıkhı oyuncak ederler.
15. Uzlaştırma fırkası. Bunlar din ile lâ-dinîliği uzlaştırmak hevesindedir.
Listeyi uzatmak mümkündür. Bu kadarla yetiniyorum.
Kudretli bir Ehl-i Sünnet kelâmcısı çıksa da bu bid'at fırkalarını güzelce tenkit, red ve cerh eden, çürüten bir kitap yazsa ne iyi olur.
M. Şevket Eygi - Milli Gazete
Bu Muhtesem Sohbeti Kacirmayalim - Duyuralim Insaallah...
Ilim Meclisinde Bulunmak 1000 Rekat Namazdan (nafile) üstündür!
Erenlerin sohbeti, ele giresi değil.
Sohbete kavuşanlar, mahrum kalâsı değil.
Gezmek gerek her yeri, bulmak için, bir eri,
Sarraf tanır cevheri, herkes bilesi değil.
Bir pınarın yanına, kapalı testi kona,
Kırk yıl orada dura, kendi dolâsı değil.
Sohbetle parlar iman, talip kazanır irfan.
İnsanı arif yapan, fesi, hırkası değil.
Önce doğru iman et, haramdan el etek çek
Ruha gıdadır sohbet, badem helvası değil!
Sohbete kavuşanlar, mahrum kalâsı değil.
Gezmek gerek her yeri, bulmak için, bir eri,
Sarraf tanır cevheri, herkes bilesi değil.
Bir pınarın yanına, kapalı testi kona,
Kırk yıl orada dura, kendi dolâsı değil.
Sohbetle parlar iman, talip kazanır irfan.
İnsanı arif yapan, fesi, hırkası değil.
Önce doğru iman et, haramdan el etek çek
Ruha gıdadır sohbet, badem helvası değil!
Yunus Emre
Canli izlemek icin:
Canli dinlemek icin:
M İ ' R A C
M İ ' R A C
Mirac Hilyesi |
Mî'rac, lügatte "urûc etmek,
yükselmek" mânâsına gelir ki, bu; İlâhi dâvet üzerine gecenin küçük bir
cüz'ünde Fahri Kâinât (S.A.V) Efendimiz'in Mekke'den (Mescîd-i Haram'dan)
Kudüs'e (Mescid-i Aksâ'ya), oradan da semâvâta ve semâvâtın ötesindeki bütün
âlemlere olan seyâhatıdır. Bu gidişgeliş, seyâhat, geceleyin vâkî olduğundan
«İsrâ» da denir.
İsrâ ve Mî'rac mûcizesi hicretten bir-birbuçuk yıl kadar önce, Mekke'de,
geceleyin vuku' bulmuştur. Bu mûcize hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle
buyrulmaktadır:
"Sübhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel Mescidil Harâmi ilel Mescidil
Aksâ... ilh. [Noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olan
Zât-ı Ecelli A'lâ, en has kulu olan Habîbini, gecenin küçük bir cüz'ünde,
Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya götürdü. Biz, O Mescîdi Aksâ'nın etrafını,
mâddî ve mânevî müzeyyenât ile Habîbimize, mûcizelerimizden bâzısını gösterelim
diye süsledik. Şüphe yok ki, her şey'i hakkıyla gören ve işiten
Allah'dır.]" (Sûre-i İsrâ, âyet 1).
Peygamber Efendimiz'in Mi'rac seyahatinin "rûhen mi, ceseden mi"
yapıldığı hususunda birçok ihtilaflar olmuş ise de, bu mûcizeyi haber veren
Âyet-i Kerîme'de geçen "abid" kelimesi bu ihtilaflara çok açık ve net
bir cevap teşkil etmektedir. Zîrâ, "abid" kelimesi, yalnız rûha
değil, yalnız cesede de değil, ruh ve cesedin her ikisine birden denildiği
için, Fahri Kâinât'a bu seyâhatin hem ruh ve hem de cesedi ile beraber
yaptırıldığı muhakkaktır.
Hakkında "Levlâke, Levlâke lemâ halakt-ül eflâk (sen olmasaydın, sen
olmasaydın, ben ecrâm-ı ulviye ve süfliyeyi halketmeyecektim, bütün bu varlığı
senin şerefine yarattım" buyurulan bir peygamberin, nezdi ulûhiyyetteki
sevgisini takdir edenler için Mi'rac'ı akla baîd (uzak) görmeye aslâ mahal
yoktur.
Mi'rac, insan aklının kavrayamayacağı, lâhûtî bir hâdisedir, metafizikdir,
mâ-bâ'düt-tabîadır (akıl üstü bir şeydir). Tek kelime ile, mûcizedir. İnsan,
akıl kantarı ile onu tartamaz. Tartmağa kalkışılırsa terazi kırılır. Bunda,
zaman ve mekân kaydı, mesâfe ortadan silinmiştir. Bu, Peygamberimiz'in ilâhi
lütfa mazhar oluşudur.
Bugün ilim, nîce harikulâdelikleri kabul etmektedir. Esir dalgaları ile
uzaklara sesin ve resmin nakledildiğini her gün görüyoruz. Geçmişte hayal
sanılan birçok şeyler bugün gerçekleşmiştir. Mükevvenâtta, kuvvetler
keşfolunmakta, pek çok hakikâtlar meydana çıkarılmaktadır. Allâh'ın verdiği
akıl ve zekâ sâyesinde bugünün insanı, havada uçmakta, atmosferi aşarak aya ve
seyyârelere gidip gelmektedir. İlmi herşeyi saran Yüce Allâh'ın kudretiyle,
sevgili kulu Hz.Muhammed(S.A.V.)'in Mekke'den Kudüs'e gitmesi, oradan göklere
çıkması, varlığın hulâsası olan bu Zât'ın gökler âlemini ve bütün Mükevvenâtı
seyretmesi neden mümkün olmasın?
Ne yazık ki; dün, bu Kudretullâh'ı inanmayıp inkâr edenlerin, «insan uçar mı
imiş, ağır bir şey semâya gider mi imiş, cism-i sakîlin cevvi semâ ile alâkası
ne imiş» diye hakâretâmiz tâbirler kullananların çocukları, Avrupa'nın
mülhidleri bugün havada uçuyorlar. Kendi elleriyle ecdadlarını tekzip
ediyorlar. Zerre kadar hayâ edenin, o Mûcizetullâh'ı inkâr eden ciltlerle dolu
kütüphânelerini dinamitle uçurmaları lâzım gelir.
Artık Mi'rac, zamanımızdaki ilim ve tekniğin gelişmeleri karşısında herkes
tarafından daha kolay kabul edilebilecek ilâhi bir hakîkattir. Biz müslümanlar
ne kadar sevinsek, Mevlâmıza ne kadar şükretsek ve de ne kadar iftihar etsek
yine de azdır. Çünkü; ilim bizimle, fen bizimle, teknik bizimle, herşey
bizimledir.
Fahri Kâinât (S.A.V) bu hususta meâlen buyuruyorlar ki:
"Mi'rac'a götürüldüğüm gece, Ben, Mekke'de [3] ,
uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrail geldi. Kalk yâ Muhammed (S.A.V) dedi.
PEYGAMBERİMİZİ (S.A.V.) SEVMEK VE ONA OLAN RÂBITA
İmâm Buhârî’nin (rh.) Hz. Enes’den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerifte şöyle buyuruluyor:
“Ben sizden birinize; babasından, evlâdından ve bütün
insanlardan daha sevgili olmadıkça, (kâmil) mü’min olamazsınız.”
İnsanın kendi nefsi de “bütün insanlar” tâbiri içine dâhildir. Buna göre,
Peygamberimiz’e (s.a.v.) olan sevginin, her şeyin üstünde olması gerektiği
açıktır.
Nitekim Hz. Ömer (r.a.), “Yâ Resûlellah! Sen bana, nefsim hâriç, her şeyden
daha sevgilisin” deyince, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Hayır; Allâh’a yemin
ederim ki, ben sana nefsinden daha sevgili olmadıkça...” buyurmuştur. Bunun üzerine
Hz. Ömer, “Şu anda sen, nefsimden daha sevgilisin” diyerek, onu, imanın kemâli
için nefsi de dahil, her şeyden daha çok sevdiğini ifade etmiştir.
Cübbeli Ahmet Hocamiz - Peygamber Sevgisi (VCD) Sohbeti
Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi sevmenin alâmetleri
ise şunlardır:
a) Onu fazlaca anmak,
b) İsminin anılması hâlinde, salavât-ı şerîfe getirerek hürmet ve saygı
göstermek,
c) Sünnetlerine uymaktır.
Bu hususlarda, hiç şüphesiz ashâb-ı kirâm, zirvede idi... Onlar, Resûlüllah
(s.a.v.) Efendimiz’in mübârek isimlerini huşu‘ ile yani saygı ve sevgi ile
vücutları ürpererek zikrederlerdi...
İslâm âlimlerinin îzahlarına göre muhabbet; sevdiğini, devamlı olarak anmak
ve kalben ona meyletmektir. Kısaca, sevdiğinin huzûrunda olsun veya olmasın,
onu hatırından çıkartmamaktır.
Peygamberimiz’e (s.a.v.) çokça salevât-ı şerife getirmekteki maksat da;
lâzım olan bu muhabbeti temin edip ziyadeleştirmek... Ve böylece Resûlüllah
Efendimiz’i, hayâlinde temessül ve tasavvur edebilmeyi mümkün kılabilmek
içindir.
Şeyh Ahmed bin Abdü’l-Hayy el-Halebî kuddise sırruh, Peygamberimiz’e
(s.a.v.) salât ve selâmın âdâbı mevzuunda dedi ki:
“Kişi, salât ve selâm getirmeye devam ettikçe, kendisinin, Peygamberimiz
(s.a.v.) Efendimiz’in dizleri önündeymiş gibi olduğunu tasavvur etmesi hâli
teşekkül eder ve bu hâl kuvvet kazanır. Salât ve selâmın kabûlünün alâmeti de,
Peygamberimiz’in (s.a.v.) mübârek sûretlerinin nefiste tabiî olarak kolayca
sâbit olması, gerçekleşmesidir. Yani hayâlinde düşünüp canlandırması, onun
huzûrunda olduğunu mülâhaza etmesinin çok kolay hâle gelmesidir.”
Bütün bu ifadelerden, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek
sûretlerini tasavvur etmenin lüzûmu anlaşılmaktadır. Ayrıca hiçbir şer‘î delil,
bizi bu tasavvurdan men‘etmemiştir. Böylece, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizi
tasavvur etmenin, yani ona râbıta yapmanın meşru’iyeti de sâbit olmuş olur.
Mânâ ehlinin büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) şöyle demiştir:
“Maksadın elde edilmesinde yolların en yakîni, devamlı olarak kalbi şeyhe
bağlamak, vâkıât ve hâtırât ilminde yâni mânâ âleminde görülen şeyler, iç
âlemde duyulan ses ve alınan mesajlar hususunda ondan istifade ederek şeyhin
tasarrufunda fâni olmaktır.”
Mürid, şeyhini kalben tasavvur ettiği zaman, ma’nen ona yakın olur. Kalbini
şeyhine bağlayarak ondan istifade eder. Tabiî ki bu fayda, ancak râbıtanın
şartlarını-âdâbını bilen ve bunlara riâyet eden kişi için hâsıl olur. Mürid,
bir meselenin hallini istediğinde, şeyhini kalbinde hâzır eder ve kalben ona
sorar. Onun rûhâniyeti müridine, o meselenin hallini ilham eder. Bütün bunlar,
kalbi şeyhe rabtetmekle mümkün olur.
İşte bu yapılan amelin adı,
râbıta-i şerifedir. Şeyhin sûretini tasavvur yani râbıta, zikrin verdiği
meyveyi verir, hatta ondan daha da tesirlidir.
Şurası muhakkaktır ki; ashâb-i
güzînin en çok istifade ettikleri husus, Peygamberimiz’in (s.a.v.) tal‘atını
yani mübârek sîma ve çehrelerini görmeleridir. Onun cemâlini görmeleri
dolayısıyla, hiçbir riyâzât ve mücâdeheye yani nefse güç ve zor gelen ağır
terbiye usûllerini tatbik etmeye ihtiyaçları kalmamıştır.
Bu sebepledir ki, derece bakımından hiçbir kimse, aynı devirde yaşamış olsa
bile, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi görenlerin mertebesine (sahâbe
derecesine) ulaşamamıştır.
Tuhfetü’l-Kitap sâhibi İbnü Ebî Dâvûd el-Hanbelî hazretleri şöyle
buyurdular:
“Müridin şeyhine olan bağlılığının alâmeti, kalbini şeyhine bağlayıp onda
müstağrak olmasıdır. [Yani sâlik, İlâhî muhabbetin istilâsı altında şeyhini
temâşâ ederken, maddî âlem ve mâsivâ hakkında hiçbir his, idrâk ve şuûra sahip
olmamasıdır.] Şeyhine taalluk (tam bir bağlılık) hâsıl olursa, buradan, Cemâl-i
Sermedî’yi müşâdeheye intikal eder. Bu ise ancak, Allah Teâlâ’yı bilenlerin
müşâhedesidir. Yoksa, nefs-i emmârenin şehveti ile fetvâ veren ve kendilerinde
nûrdan, rûhaniyetten zerre bile olmayan nasipsizlerin görüp anlayabilecekleri
bir husus değildir.”
Abdülvehhâb-i Şa‘rânî hazretleri de, Nedâricü’s-Sâlikîn isimli eserlerinde
buyururlar ki:
“... Âdâptan birisi de, müridin, şeyhini gözlerinin önünde hayâl etmesidir.
Meşâyih nezdinde bu husus, âdâbın en mühimmi ve en kuvvetlisidir.”
Bahru’l-Mevrûd isimli eserlerinde ise şöyle derler:
“Ey kardeşim! İyi bil ki; bizden birimizin, kalbini şeyhine –ki o şeyh
ister hayatta, ister vefat etmiş olsun– bağlaması, muhakkak faydalıdır. Çünkü
bizim şeyhe bağlanmamız, onun Allah Teâlâ’ya müstenit olmasındandır.... [Yani
hakikatte, onun vâsıtasıyla Allâh’a bağlanmaktayız.] Yoksa, onun şahsına
değildir bağlılığımız.”
Şeyh İbrahim bin Ömer Molla İhsâî (k.s.) de Risâle’sinde bu hususu şöyle
açıklıyor:
“Mürid için şeyhi ile musâhabe (görüşüp sohbet etmek) mümkün olmazsa, onu
hayâlinde tasavvur ederek, şeyhinin huzûrunda olduğunu kabul eder... Tamamiyle
şeyhinin vücûdunda fâni olunca da, Allah’a (c.c.) teveccüh eder. Bu usûlü
tekrar ede ede, nûr-i İlâhî’nin parlak bir şekilde letâifine gelip, bir takım
mânâların açılmasını ve mâsivâdan kurtularak, Allah Teâlâ ile beraber olmasını
temin etmiş olur.”(3)
***
Kuru Lâfla Müslümanlık Olmaz - Mehmed Şevket Eygi
LAFLA İslam
cumhuriyeti, İslam devleti olmaz. Anayasasında, devletin dini İslam’dır
yazmakla da olmaz.
Hulefa-i
Râşidîn devrinden sonra tarihte görülmüş en başarılı İslam devleti uygulaması
Osmanlıdır. Osmanlı devleti Tanzimat’a kadar bir din devleti olmuştur.
Tanzimat’tan sonra devlet dini uygulaması başlamıştır.
Osmanlı
batıncaya kadar İslama bağlı ve saygılı olmuştur.
Türkiye
cumhuriyeti gerçek mânada laik değildir, devlet dini sistemini uygulamaktadır.
Osmanlının aksine Kemalist rejim İslamla ve Müslümanlarla savaşmıştır.
İslamda din
devlet ayırımı yoktur. İslamın dünya sistemine devlet demeye bile lüzum yoktur.
İslam denilince devlet de içindedir.
Dünyadaki ve
yurt içindeki İslam karşıtı güçler, İslamı ve Müslümanları büsbütün
kazıyamadıkları için dini tahrif etmeye; Şeriatsız, fıkıhsız, cihadsız,
Ümmetsiz, İmametsiz, tesettürsüz light ve ılımlı beşerî bir İslam türetmeye
çalışıyor.
Musalli
Müslümanlar değil, musalla Müslümanları yetiştirmek için çabalıyorlar.
Yine
Müslümanlık ve Müslümanlar olsun ama Kur’an hükümleri hayata uygulanmasın.
Yeni, suya
sabuna dokunmaz, devlet işlerine karışmaz, bir tür ideoloji veya hümanizma
şeklindeki sulandırılmış İslamı, İslam düşmanları da kabul ediyor.
Adı
Müslüman, İslamlıkla pek ilgisi yok. Ölünce cenazesi camiye getiriliyor ve
musalla taşına konup namazı kılınıyor. Dinsizlerin buna itirazı yoktur. Zaten
iki dinli, iki kimlikli Kriptoların da cenaze namazları kılınmıyor mu?
İslam ve
Müslüman düşmanlarının en sevmedikleri, en korktukları, en nefret ettikleri şey
Ehl-i Sünnet İslamlığıdır.
Ehl-i Sünnet
İslamlığında sahih itikat vardır… Kur’ana uymak vardır… Sünnete uymak vardır…
Şeriata uymak vardır… İslam ahlakına uymak vardır… Muhalifler bunları kabul
etmez.
Ehl-i Sünnet
İslamlığında Ümmet birliği ve İmamet kavramı vardır…
İşlerin
istişare ile görülmesi vardır.
Cihad fi
sebilillah vardır.
Tesettür
vardır.
Riba yasağı
vardır.
Helaller
haramlar vardır.
Ehl-i Sünnet
İslamlığında aklın büyük yeri vardır, aklı olmayanın dini yoktur ama akıl din
kaynağı değildir, dini anlamak için vasıta ve alettir.
Ehl-i Sünnet
İslamlığında edille-i erbaa vardır.
Ehl-i sünnet
İslamlığında, insanların yaptığı bütün işler ef’al-i mükellefîn denilen
ölçülerle ölçülür.
Ehl-i Sünnet
İslamlığında din devlet, din dünya ayırımı yoktur.
İşte bu
sebepler dolayısıyla ehl-i küfür ve ehl-i nifak, Ehl-i Sünnet ve Cemaat
İslamlığından nefret eder.
Ehl-i Sünnet
İslamlığını hangi müesseseler öğretir, hayata uygular?
Bunların
birincisi İslam Medreseleridir. Onlar, Müslüman halkı aydınlatan, uyaran,
bilgilendiren, mânen kontrol eden icazetli ve râsih ulema ve fukaha yetiştirir.
İkincisi:
Tevhidî eğitim veren İslam mektepleridir. Onlarda her sabah icazetli ulema ve
fukaha din ve Kur’an dersi okutur… Vakit namazları okul camiinde, bütün
öğrencilerin katılımıyla, okul imamının ardında cemaatle eda olunur. İslam
mekteplerinde Kur’an, Sünnet, Sevad-ı Âzam İslamlığını okutulur. İslam
Mekteplerinde karma eğitim yapılmaz.
Üçüncüsü:
Şeriata ve dinin zahir hükümlerine sımsıkı bağlı olmak şartıyla tasavvuf
tarikatlarıdır.
Dördüncüsü:
Müslüman aile sistemidir, âile terbiyesidir.
Beşincisi:
İş, ticaret, sanayi, finans hayatını kontrol eden loncalar, ahîlik teşkilatı ve
fütüvvet ahlakıdır.
Altıncısı:
Ümmet teşkilatıdır, Ümmet Şûra Meclisidir, Ümmet Fetva Heyetidir, Ümmet Âqiller
ve Âyan Meclisidir.
Münkirler ve
münafıklar İslam medreselerinden, tasavvuf tarikatlarından, İslam
mekteplerinden, fütüvvet ahlakından ve İslam ailesinden nefret eder.
Onlar,
Feminizmi alet ederek İslam ailesini yıkmaya çalışır.
Onlar, Ehl-i
Sünnet Müslümanlığını yıkmak için, zamanımızda üç yüzden fazla muhkem ayetin
hükümleri geçerli değildir diyen Fazlurrahman’ın sapık Tarihsellik mezhebini
yaymaya çalışır.
Onlar
Şeriatın ve Ehl-i Sünnet’in ikinci ana kaynağı olan Sünneti yıkmaya çalışır,
Peygamberimizin sahih hadîslerini, AB standart ve normlarına göre ayıklar.
Onlar
Allahın koyduğu kesin hükümlerin bir kısmını kabul eder, bir kısmını reddeder.
Onlar
icabında İslam bayraklarını dalgalandırarak dini içinden yıkar.
Evet lafla,
kuru edebiyatla Müslümanlık olmaz… Müslüman Allaha, Kur’ana, Peygambere,
İslama, Şeriata, İslam ahlakına bağlı olacaktır. Ümmete ve İmamete bağlı
olacaktır. Sünnet ve Sevad-ı Âzam dairesi içinde olacaktır. Dinden hiçbir
tâviz=ödün vermeyecektir.
İslamın bir
tek zaruriyatını, Kur’anın bir tek harfini inkar eden kafir olur.
Kur’an,
Sünnet, Ümmet, İmamet, Ahlak-ı İslamiye, Sevad-ı Âzam Müslümanı olalım…
Mehmed Şevket Eygi
13 Mayıs 2014 Salı 01:01
Ahmed Ibni Idris - 1. Vird-i Serif: TEHLIL-I MAHSUS
KENDILERINI OKUYANIN GÖKLERIN VE YERIN ANAHTARLARINA MALIK OLACAGI ÜC VIRD-I SERIF
1.) TEHLIL-I MAHSUS
HÜZÜN SENESİ
Peygamber Efendimiz'le Müslümanların biraz rahat edecekleri bir sırada, amcası
Ebû Tâlib ve kendisine ilk imân eden Hz.Hatîce gibi cefâkâr ve vefâkâr bir hayat
arkadaşının, birbiri ardınca vefât etmeleri, Rasûlüllah Efendimiz için
boşlukları doldurulamayacak kayıplardandı.
Bi'setin 10.yılına rastlayan bu hâdiseler, Hz.Peygamberimiz'e hayâtı boyunca
unutamayacağı üzüntüler getirmiş olduğundan bu seneye, «gam ve keder yılı,
hüzün yılı» denmiştir.
Ebû Tâlib vefât ettiği zaman 87 yaşında idi. Kendisi Müslüman dahi olmadığı
halde, Kureyş'in bütün düşmanlıklarına hedef olan Peygamberimiz'i hayâtının
sonuna kadar korumaktan da geri durmamıştı.
Aynı yıl Ramazan-ı Şerif ayında bütün mü'minlerin annesi Hz.Hatîce vâlidemiz de
65 yaşında olduğu halde vefât etti. Hz.Hatîce vâlidemiz, Peygamberimizin
Peygamberliğini ilk tasdik eden, en sıkıntılı günlerinde derdine ortak olan,
vefâkâr bir hayat arkadaşı idi. Peygamber Efendimizle birlikte 25 yıl yaşadı.
Peygamberimiz, Hz.Hatîce vâlidemizi takdir ve rahmetle anar, hatırasına çok
hürmet ederdi. Peygamberimiz'in Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları
Hz.Hatîce'den doğmuştu. Yalnız Hz. İbrâhim O'nun vefâtından sonra Hz. Mâriye
adındaki zevcesinden doğmuştur.
Ebû Tâlib'in vefâtından sonra, müşrikler, Peygamberimiz'e, Ebû Tâlib'in
sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûlü'nü göz
açamaz hâle getirmişlerdi.
Rasûlüllah Efendimiz bî'setin 10.yılı Şevval ayının 27.gecesinde azatlı kölesi
Zeyd ibn-i Hârise'yi yanına alarak Tâif'e gitti. Maksadı; müşriklere karşı,
Sakıf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce Allah'dan
getirdiklerini kabul eylemelerini onlardan istemekti. Peygamberimiz, Tâif'e
varınca orada Sakıf kabîlesinden bâzı kimseler ile görüşmek istedi ki, bunlar
Abdi Yâlil'ibn-i Amr, Mes'ud'ibn-i Amr, Habib'ibn-i Amr adında üç kardeşti.
Allah Rasûlü bunlarla görüştü. Onları, Allâh'ın birliğini kabule, İslam dînine
yardıma dâvet etti. Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı
koymalarını istemek için geldiğini söyledi.
Üç kardeş her biri ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici sözler
söylediler. Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber
Efendimiz'e; "Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!" dediler. Bununla
da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez ayaktakımını, çocukları, ipsiz
kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize musallat ettiler. Onları yolun iki
yanına doldurdular. Söve saya Rasûlüllah'ı taşa tutturdular. Ayaklarını
topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Dermansız düşüp oturdukça
kaldırttılar. Yürüdükçe taşlattılar. Zeyd ibn-i Hârise atılan taşlara, kendi
vücudunu siper etmekte, Rasûlü Ekrem'i korumağa çalışmakta idi. Onun da başı
yarılmış ayaklarından kanlar akmağa başlamıştı.
Peygamberimiz, nihâyet üzgün ve bitkin bir halde Mekke'li Rebîa oğulları Utbe
ve Şeybe'nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif'in ipsizleri geri
döndüler.
Peygamber Efendimiz biraz sükûnet bulduktan sonra Allâhü Teâlâ'ya şöyle ilticâda
bulundu: "Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve
hakir görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği
bîçârelerin Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir
düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.
Allâhım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana, Senin, o
karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nûruna
sığınırım! Allâhım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâhım! Her
kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir! "
Mehdi Aleyhirıdvana dair Buhari ve Müslimde Gerçekten Hadis Yok mu?
Bâzı hoca müsveddeleri: “Bu hadis
kütüb-ü sittede yok” diye inkâr ederler. Sen onlara: “Hazret-i Mehdî
(Aleyhi'r-Rıdvân)ın çıkacağı rivâyeti kütüb-ü sittede var” desen, bu
sefer:“'Buhârî, Müslim'de yok” derler.
Sen: “Îsâ (Aleyhisselâm)ın
ineceği 'Buhârî, Müslim'de var” desen, bu defâ: “Kur'ân-ı Kerîm'de yok” derler.
Sen: “Yec'cûc, Me'cûc çıkacakmış,
bu Kur'ân- Kerîm'de de var” desen, o zaman da: “Bunu akıl kabul edemez, onlar
şu anda dünyâda olsalardı mutlaka yerleri tespit edilirdi, o halde böyle bir
şey yok” derler.
Demek ki, bu adamların sermâyesi
inkâr olduğu için cehennemi boylayıncaya kadar Hiçbir inanç konağında
durmazlar.
Oysa Hazret-i Mehdî
(Aleyh'i-Rıdvân)ın çıkacağı husûsu “Buhâri, Müslim” dahil birçok sahih kaynakta
belirtilmiştir.
Nitekim Îsâ (Aleyhisselam)ın bu
ümmetten sâlih bir kimsenin arkasında namaz kılacağı “Sahih-i Müslim” ve
“Müsned-i Ahmed” gibi birçok sahih kaynakta yer almıştır ki, bu kimsenin
Hazret-i Mehdî (Aleyhi'r-Rıdvân) olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Bu konudaki hadîs-i şerîf ve
rivâyetleri cem edecek olsak büyük hacimli kitaplar derleyecek kadar geniş
kaynaklara sahibiz. Fakat bu risâlede zikredeceğimiz bunca sahih kaynağa îtibar
etmeyenler diğerlerine hiç îtibar etmeyeceği için sözü fazla uzatmaya lüzum
görmedik. Ancak inkarcıların sözüne kanmayın diye bu bapta size özllikle
“Buhârî ve Müslim”de Hazret-i Mehdî (Aleyhi'r-Rıdvân)dan bahseden bâzı sahih
delilleri serdedeceğiz.
Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan
rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur:
“İmâmınız (size namaz kıldıran
önderiniz Mehdî) kendinizden olduğu halde, Meryem oğlu sizin içinize indiği
zaman (o da sizin dîninize uyduğunda) acaba sizler nasıl olursunuz?” [1]
Buhârî şerhi “İrşâdü's-sâri”de
zikredildiği üzere Îsâ (Aleyhisselâm)a “Bize imam ol” dendiğinde o, bu ümmete
ikrâm olsun için:
“Hayır! Siz birbirinizin
emirlerisiniz” [2] buyurarak, imâmeti bu ümmete münâsip görecektir.
Nitekim Ebû Sa'îd el-Hudrî
(Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen:
“Ardında Meryem oğlu Îsâ'nın
namaz kılacağı (Mehdî) biz(im ümmet)dendir” [3] hadîs-i şerîfi de bu
görüşün doğruluğuna delâlet etmektedir.
Tabî ki bu, Îsâ (Aleyhisselâm)ın
hiç imam olmayacağı şeklinde anlaşılmamalıdır, zîra Sa'düddîn-i Taftazânî
(Rahimehullâh)ın beyânına göre bir namazda Îsâ (Aleyhisselâm) bu ümmete imam
olup Hazret-i Mehdî (Aleyhi'r-Rıdvân) da ona uyacaktır. Çünkü o efdal
olduğundan imâmeti daha evlâdır. [4]
Burada: “Bir peygamber nasıl olur
da peygamber olmayanın peşinde kılabilir?” diye sorulacak olursa, buna cevâben
denilir ki:
Zenginliğin Âfetleri
Aşağıda zikredeceğim hadis-i şerif Kütüb-i Sitte’nin üçünde (Buharî, Müslim, Tirmizî) kayıtlı olup sahihtir.
Resulullah (Salat ve selam olsun ona), Bahreyn halkından
toplanan cizyeyi teslim alıp Medine’ye getirmesi için ashabtan Ebu Ubeyde
radiyallahu anh hazretleri’ni oraya göndermişti. Müşarünileyh, cizye paraları
ve mallarıyla Medineye dönünce, Ensar bunu duymuş, sabah namazını Resulullah
ile birlikte kılmışlar, namazdan sonra Efendimizin etrafını sarmışlardı. Bunun
üzerine, Resulullah tebessüm buyurmuşlar, “Öyle zannediyorum ki, Ebu Ebuyde’nin
bir şeyler getirdiğini işittiniz” demiş. Onlar da hep bir ağızdan “Evet”
cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz onlara şu sözleri
söylemişti:
“Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümit edin… Allah’a
yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın
genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de, hemen
dünya için birbirleriyle boğuşmaya başlayıp helak olmuşlardı. Genişleyen
dünyanın, öncekiler gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.”
AÇIKLAMALAR:
Büyük muhaddisler, ulema, şârihler bu hadiste Peygamberimizin
dünya genişliğinin, para ve mal bolluğunun, Müslümanlar dünya zenginliklerine
yönelir ve bunlara heves ederlerse bu dünyalığın onlara zarar vereceğine dikkat
çekmiştir.
Efendimiz “Sizler için fakirlikten korkmuyorum.” demiş, mal
çokluğundan, zenginlikten korktuğunu belirtmiştir.
Zenginliğin getireceği afetler ve zararlar, fakirliğin
zararından büyük ve fazladır.
Zenginlik ahirete, ebedî saadete zarar getirir. Halkı kulluktan
uzaklaştırır, gaflete düşürür, çeşitli beyinsizlikler yaptırır, kötü
alışkanlıklara yol açar. Böylece zengin kişi azar.
Fakirliğin zararı genellikle dünyadadır.
Zenginlik dine, fakirlik dünyaya zarar verir.
Bu hadis-i şerifle Resulullah
Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) bir mucizesi ortaya çıkmıştır.
Zamanımızda Müslümanların bir kısmı çok zengin olmuşlar, bu zenginlik
kendilerini azdırmış, çeşitli beyinsizlikler yapmalarına, büyük günahlar
işlemelerine sebep olmuştur.
Zenginlik bir fitnedir (sınavdır).
Zenginlik sarhoş eder, ayak kaydırır.
Fakirliğin de elbette zararları ve
afetleri vardır ama fakirlik zenginlikten efdaldir=yeğdir.
Zamanımıza bakalım:
Zenginleşenler mesken=konut konusunda
azmışlar; Kur’anla, Sünnet’le, İcma ile haram olduğu kesinlikle bilinen israfa
ve faize sapmışlardır.
Lüks, ihtişamlı, israflı, saray yavrusu
lüks yazlıklar da zenginliğin afetlerindendir. İmkânı olan insanlar elbette
kırsal kesimde, ormanlık yerlerde bağlara, bahçelere, onların içinde yazlık
evlere sahip olabilirler ama israfa ve gösterişe kaçmadan.
Lüks ve israflı otomobiller de zenginliğin afetlerindendir.
İnsan bir kere zenginliğin, paranın, liranın, doların, euronun,
malın mülkün tadını almasın; dengesini yitirir, daha fazla, çok fazla, en fazla
zengin olayım derken bir yığın azgınlık ve beyinsizlik yapar, ahiretini ve
ebedî saadetini tehlikeye atar.
İslam zenginliği yasak etmiyor… Çalışıp çabalamış, helalinden
kazanmış, Allah da yürü kulum demiş, zengin hatta çok zengin olmuş. Buna bir
şey diyen yok. İslam’ın kabul etmediği meşru görmediği şey azdırıcı, saptırıcı
zenginliktir.
Fakirken namazını kılıyormuş, zengin olunca namazı ya büsbütün
terk etmiş yahut arada bir kılar olmuş. İşte kötü olan budur.
İnsanın yaradılış gayesi ve hikmeti Allah’a kulluk etmektir.
Kullukla ilgili vazifelerin, ibadetlerin aksamasına yol açan bütün zenginlikler
şerlidir. Helak edicidir, kötüdür.
Zengin Müslüman daha fazla malî (parayla, malla) ibadet yaparsa
onun zenginliği hayırlıdır. Böyle bir zengin mal ve parayla ibadet edemeyen
fakirlerden üstündür. İyi bir zengin, ilme ve âlimlere hizmet eder, açları
doyurur, çıplakları giyindirir, fakir fukaraya kol kanat gerer. Bunları
ihlasla, sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsa inşaallah Cennetlik olur.
Şöylesi de var:
Hayır, hasenat yapıyor, çok sadaka veriyor ama bunları Hakkın
rızasını kazanmak için değil, kendini halka beğendirmek için yapıyor, bu adam
veya kadın cehennemliktir. Sahih-i Müslim’deki 1905 numaralı ihlas hadis-i
şerifini okuyanlar; riyakâr ve münafık hayırsever zenginlerin yüzüstü
sürüklenerek cehenneme atılacağını öğrenirler.
İslam bilgeliği bize helalin hesabı, haramın azabı olduğunu
haber veriyor.
Haram yollarla zengin olanların durumu çok kötüdür.
Riba, faiz muameleleriyle… İslam fıkhına ve şeriatına göre batıl
alım satımlarla… İhalelere fesat karıştırarak zengin olanlar… Haram komisyon ve
rantlar alanlar… Halka mağşuş, boyalı, kimyalı, zehirli gıdalar ve meşrubat
yedirip içirenler...
Vaktiyle cihad edebiyatı yaparken, ellerine fırsat ve imkan
geçince bozuk ve çarpık düzenin haram gelir ve rantlarına aç köpekler gibi
saldıranlar.
İslam uyarı ve öğüt dinidir. Kur’an uyarıdır, öğüttür… Sünnet
uyarıdır, öğüttür. Şeriat-i Garra-i Ahmediyye uyarıdır, öğüttür… İslam ahlakı
ve hikmeti baştanbaşa uyarı ve öğüttür. Hiçbir Müslüman ben bunları
bilmiyordum, benim haberim yoktu demesin.
Para ve mal bir kısım Müslümanları ne boyalara soktu, ne hallere
düşürdü, nasıl kepaze ve rezil etti, nasıl azdırdı, ey basiret sahipleri ibret
gözüyle bakın da görün…
Mehmed Şevket Eygi
12.4.2013
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)