script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

Saban Ayinin Ilk Gece ve Gününün Namazlari

 
Saban Ayinin Ilk Gece ve Gününün Namazlari
 
 
 

Yeni bid’at fırkaları - M. Şevket Eygi

Zamanımızda ülkemizde ve İslâm âleminde yığınla bozuk dinî fırka, mezhep, grup türemiştir. Medreseler kapatılmamış olsaydı; Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Zahid Kevserî, Elmalılı Hamdi, Manastırlı İsmail Hakkı gibi büyük âlimler, fakihler, kelâmcılar yetişecek ve bunları red ve cerh edeceklerdi.

Ehl-i Sünnete bağlı doğru İlâhiyatçılar yeni bozuk fırkaları tenkit ediyorlar ama bu tenkit ve uyarıları yeterli olmuyor. Maalesef şu anda ülkemizde Zahid Kevserî ayarında bir Ehl-i Sünnet müdafii yoktur.

Bendeniz bu yazımda, bazı bid'at fırkalarının listesini yapmak istiyorum:

1. Kur'âniyyûn fırkası. Bunlar Edile-i Erbaa'yı kabul etmezler, İslâm'ın tek temeli ve kaynağı vardır, o da Kur'ân'dır derler. Bunlar, bu görüşleri ile Kur'ân'a açık bir muhalefet içindedirler. Çünkü Kitabullah mü'minleri Resul'e itaat etmeye, onu en güzel bir örnek ve model olarak kabul etmeye, o ne getirdiyse almaya çağırmaktadır. Bunu reddedenler, Sünnet'i din kaynağı olarak kabul etmeyenler, Kur'ân deyip dursalar da dairenin dışına çıkmış olurlar.

2. Meâlciler fırkası. Bunlar kendi işlerine gelen bir meal veya tercüme alarak, bundan heva, re'y ve hevesleriyle din hükmü çıkartan, Kitabullah'ı akılarınca yorumlayan kimselerdir. Yanlış yolda olduklarında şüphe yoktur. Osmanlı ulemâsı yaşamış olsaydı bunlara "Meâliyyûn fırkası" ismini verirdi.

3. Efganiyye fırkası. Bunlar yalancı, taqiyyeci, Farmason Cemalüddin Efganî'yi din önderi olarak kabul ederler ve onun izinden giderler. Bu adam Afgan değildir, İranlıdır, kendisini Sünnî gibi göstermiştir, aslında Şiîdir. Masonluğun en dinsiz fırkasına mensuptur. Son derece karışık ve bulaşık bir kimsedir. Kılavuzu karga olanın...

4. Militan İslâmcılık fırkası. Bunlar İslâm'ı beşerî bir ideoloji seviyesine düşürmüş kişilerdir. Aktivisttirler. Son altmış yıl içinde hiçbir İslâm ülkesinde başarılı olamamışlardır.

5. Mükebbire fırkası. Bunlar Büyük Okyanus'taki "Kargo kültü" zihniyet ve kültürü seviyesinde ilkel, bedevî, özürlü bir akla sahiptirler. Camilere hoparlör, kalorifer, soğutma sistemi, vantilatör, soğuk su cihazı, kapılara naylon poşet sandığı koymanın, üç şerefeli minare yapmanın, 120 desibel yüksek sesle ezan okumanın İslâmî hizmet ve himmet olduğunu sanırlar.

6. Fazlurrahman'ın Tarihsellik veya Tatiliyye mezhebi. Bunlar Kur'ân'daki ve Sünnetteki hükümlerin bir kısmının tarihsel olduğunu, bugün geçerli olmadığını iddia ederler. Ülkemizde bazı ilâhiyat fakültelerine sızmışlardır. Hadîsleri, AB standart veya normlarına göre ayarlama ve ayıklama projeleri vardır. Yüklü telif veya telef ücretleriyle beslenirler.

7. Necdîler veya Selefîler. Bunlar gerçekten Selef-i Sâlihîne bağlı ve tâbi değildirler. İmamları İbn Teymiyye ve Muhammed ibn Abdilvehhab'tır. İnançlarında mücessime unsurları vardır. Tasavvufa ve tarikata son derece düşmandırlar.

8. İctihadiyye fırkası. Bunlar her Müslümanın ictihad yapmasını isterler.

9. Tekfiriyye fırkası. Bunlar, inançlarını ve meşreblerini beğenmedikleri mü'minleri şirk ve küfürle suçlamakta pek aşırı giderler. Bu suretle, mü'mini tekfir ettikleri için kendileri kâfir olurlar.

10. Feministler yahut Nisaiye taifesi. Bunlar, Batı dünyasında çıkmış sapık bir ideoloji ve görüş olan feminizme din gibi bağlıdır. Buharî'de bulunan sahih hadisleri bile reddederler.

11. Diyalogiyye taifesi. Bunlar zamanımızda üç ibrahimî din vardır, bunların üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennet'tir derler. Tevhid ile Teslisi bir tutarlar. Kur'ân Yahudileri ve Nasranîleri İslâm'a çağırmıyor gibi daireden çıkartıcı iddiaları vardır.

12. Müekkilîn (Yiyiciler)taifesi. Bunlar bozuk düzende haram yemenin, beytülmalı hortumlamanın, kara servet sahibi olmanın caiz olduğuna inanırlar.

13. Erbabiyyûn taifesi. Bunlar kendi baronlarını, rühbanlarını, şeyhlerini (daha doğrusu müteşiyyihlerini) rableştirir ve putlaştırırlar.

14. Telfikıyye (telfik-i mezâhib) taifesi. Bunlar fıkıh mezheplerinin hükümlerinin karışık şekilde uygulanmasını isterler. Şiadan mut'a nikahını da alırlar. Böylece dini ve fıkhı oyuncak ederler.

15. Uzlaştırma fırkası. Bunlar din ile lâ-dinîliği uzlaştırmak hevesindedir.

Listeyi uzatmak mümkündür. Bu kadarla yetiniyorum.

Kudretli bir Ehl-i Sünnet kelâmcısı çıksa da bu bid'at fırkalarını güzelce tenkit, red ve cerh eden, çürüten bir kitap yazsa ne iyi olur.


 

M. Şevket Eygi - Milli Gazete

Bu Muhtesem Sohbeti Kacirmayalim - Duyuralim Insaallah...

Ilim Meclisinde Bulunmak 1000 Rekat Namazdan (nafile) üstündür!
 
 
Erenlerin sohbeti, ele giresi değil.
Sohbete kavuşanlar, mahrum kalâsı değil.

Gezmek gerek her yeri, bulmak için, bir eri,
Sarraf tanır cevheri, herkes bilesi değil.

Bir pınarın yanına, kapalı testi kona,
Kırk yıl orada dura, kendi dolâsı değil.

Sohbetle parlar iman, talip kazanır irfan.
İnsanı arif yapan, fesi, hırkası değil.

Önce doğru iman et, haramdan el etek çek
Ruha gıdadır sohbet, badem helvası değil!
Yunus Emre
 
Canli izlemek icin:
 
Canli dinlemek icin:
 
 

Mirac Gecesi ve Gününün Faziletleri - Ibadetleri

Mirac Gecesi ve Gününün Faziletleri - Ibadetleri
 

M İ ' R A C


M İ ' R A C
Mirac Hilyesi
Mî'rac, lügatte "urûc etmek, yükselmek" mânâsına gelir ki, bu; İlâhi dâvet üzerine gecenin küçük bir cüz'ünde Fahri Kâinât (S.A.V) Efendimiz'in Mekke'den (Mescîd-i Haram'dan) Kudüs'e (Mescid-i Aksâ'ya), oradan da semâvâta ve semâvâtın ötesindeki bütün âlemlere olan seyâhatıdır. Bu gidişgeliş, seyâhat, geceleyin vâkî olduğundan «İsrâ» da denir.

            İsrâ ve Mî'rac mûcizesi hicretten bir-birbuçuk yıl kadar önce, Mekke'de, geceleyin vuku' bulmuştur. Bu mûcize hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:

            "Sübhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel Mescidil Harâmi ilel Mescidil Aksâ... ilh.  [Noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olan Zât-ı Ecelli A'lâ, en has kulu olan Habîbini, gecenin küçük bir cüz'ünde, Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya götürdü. Biz, O Mescîdi Aksâ'nın etrafını, mâddî ve mânevî müzeyyenât ile Habîbimize, mûcizelerimizden bâzısını gösterelim diye süsledik. Şüphe yok ki, her şey'i hakkıyla gören ve işiten Allah'dır.]" (Sûre-i İsrâ, âyet 1).

            Peygamber Efendimiz'in Mi'rac seyahatinin "rûhen mi, ceseden mi" yapıldığı hususunda birçok ihtilaflar olmuş ise de, bu mûcizeyi haber veren Âyet-i Kerîme'de geçen "abid" kelimesi bu ihtilaflara çok açık ve net bir cevap teşkil etmektedir. Zîrâ, "abid" kelimesi, yalnız rûha değil, yalnız cesede de değil, ruh ve cesedin her ikisine birden denildiği için, Fahri Kâinât'a bu seyâhatin hem ruh ve hem de cesedi ile beraber yaptırıldığı muhakkaktır.

            Hakkında "Levlâke, Levlâke lemâ halakt-ül eflâk (sen olmasaydın, sen olmasaydın, ben ecrâm-ı ulviye ve süfliyeyi halketmeyecektim, bütün bu varlığı senin şerefine yarattım" buyurulan bir peygamberin, nezdi ulûhiyyetteki sevgisini takdir edenler için Mi'rac'ı akla baîd (uzak) görmeye aslâ mahal yoktur.

            Mi'rac, insan aklının kavrayamayacağı, lâhûtî bir hâdisedir, metafizikdir, mâ-bâ'düt-tabîadır (akıl üstü bir şeydir). Tek kelime ile, mûcizedir. İnsan, akıl kantarı ile onu tartamaz. Tartmağa kalkışılırsa terazi kırılır. Bunda, zaman ve mekân kaydı, mesâfe ortadan silinmiştir. Bu, Peygamberimiz'in ilâhi lütfa mazhar oluşudur.

            Bugün ilim, nîce harikulâdelikleri kabul etmektedir. Esir dalgaları ile uzaklara sesin ve resmin nakledildiğini her gün görüyoruz. Geçmişte hayal sanılan birçok şeyler bugün gerçekleşmiştir. Mükevvenâtta, kuvvetler keşfolunmakta, pek çok hakikâtlar meydana çıkarılmaktadır. Allâh'ın verdiği akıl ve zekâ sâyesinde bugünün insanı, havada uçmakta, atmosferi aşarak aya ve seyyârelere gidip gelmektedir. İlmi herşeyi saran Yüce Allâh'ın kudretiyle, sevgili kulu Hz.Muhammed(S.A.V.)'in Mekke'den Kudüs'e gitmesi, oradan göklere çıkması, varlığın hulâsası olan bu Zât'ın gökler âlemini ve bütün Mükevvenâtı seyretmesi neden mümkün olmasın?

            Ne yazık ki; dün, bu Kudretullâh'ı inanmayıp inkâr edenlerin, «insan uçar mı imiş, ağır bir şey semâya gider mi imiş, cism-i sakîlin cevvi semâ ile alâkası ne imiş» diye hakâretâmiz tâbirler kullananların çocukları, Avrupa'nın mülhidleri bugün havada uçuyorlar. Kendi elleriyle ecdadlarını tekzip ediyorlar. Zerre kadar hayâ edenin, o Mûcizetullâh'ı inkâr eden ciltlerle dolu kütüphânelerini dinamitle uçurmaları lâzım gelir.

            Artık Mi'rac, zamanımızdaki ilim ve tekniğin gelişmeleri karşısında herkes tarafından daha kolay kabul edilebilecek ilâhi bir hakîkattir. Biz müslümanlar ne kadar sevinsek, Mevlâmıza ne kadar şükretsek ve de ne kadar iftihar etsek yine de azdır. Çünkü; ilim bizimle, fen bizimle, teknik bizimle, herşey bizimledir.

            Fahri Kâinât (S.A.V) bu hususta meâlen buyuruyorlar ki:

            "Mi'rac'a götürüldüğüm gece, Ben, Mekke'de [3] , uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrail geldi. Kalk yâ Muhammed (S.A.V) dedi.

Sabah Aksam Okuyani, Kesinlikle Seytandan Koruyacak olan Sirli Bir Dua

 
Sabah Aksam Okuyani, Kesinlikle Seytandan Koruyacak olan Sirli Bir Dua
 
 
 

PEYGAMBERİMİZİ (S.A.V.) SEVMEK VE ONA OLAN RÂBITA


Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’e muhabbet farzdır.
İmâm Buhârî’nin (rh.) Hz. Enes’den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Ben sizden birinize; babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, (kâmil) mü’min olamazsınız.”
İnsanın kendi nefsi de “bütün insanlar” tâbiri içine dâhildir. Buna göre, Peygamberimiz’e (s.a.v.) olan sevginin, her şeyin üstünde olması gerektiği açıktır.
Nitekim Hz. Ömer (r.a.), “Yâ Resûlellah! Sen bana, nefsim hâriç, her şeyden daha sevgilisin” deyince, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Hayır; Allâh’a yemin ederim ki, ben sana nefsinden daha sevgili olmadıkça...” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Şu anda sen, nefsimden daha sevgilisin” diyerek, onu, imanın kemâli için nefsi de dahil, her şeyden daha çok sevdiğini ifade etmiştir.
 
Cübbeli Ahmet Hocamiz - Peygamber Sevgisi (VCD) Sohbeti
 

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi sevmenin alâmetleri ise şunlardır:
a) Onu fazlaca anmak,
b) İsminin anılması hâlinde, salavât-ı şerîfe getirerek hürmet ve saygı göstermek,
c) Sünnetlerine uymaktır.
Bu hususlarda, hiç şüphesiz ashâb-ı kirâm, zirvede idi... Onlar, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek isimlerini huşu‘ ile yani saygı ve sevgi ile vücutları ürpererek zikrederlerdi...
İslâm âlimlerinin îzahlarına göre muhabbet; sevdiğini, devamlı olarak anmak ve kalben ona meyletmektir. Kısaca, sevdiğinin huzûrunda olsun veya olmasın, onu hatırından çıkartmamaktır.
Peygamberimiz’e (s.a.v.) çokça salevât-ı şerife getirmekteki maksat da; lâzım olan bu muhabbeti temin edip ziyadeleştirmek... Ve böylece Resûlüllah Efendimiz’i, hayâlinde temessül ve tasavvur edebilmeyi mümkün kılabilmek içindir.
Şeyh Ahmed bin Abdü’l-Hayy el-Halebî kuddise sırruh, Peygamberimiz’e (s.a.v.) salât ve selâmın âdâbı mevzuunda dedi ki:
“Kişi, salât ve selâm getirmeye devam ettikçe, kendisinin, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in dizleri önündeymiş gibi olduğunu tasavvur etmesi hâli teşekkül eder ve bu hâl kuvvet kazanır. Salât ve selâmın kabûlünün alâmeti de, Peygamberimiz’in (s.a.v.) mübârek sûretlerinin nefiste tabiî olarak kolayca sâbit olması, gerçekleşmesidir. Yani hayâlinde düşünüp canlandırması, onun huzûrunda olduğunu mülâhaza etmesinin çok kolay hâle gelmesidir.”
Bütün bu ifadelerden, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek sûretlerini tasavvur etmenin lüzûmu anlaşılmaktadır. Ayrıca hiçbir şer‘î delil, bizi bu tasavvurdan men‘etmemiştir. Böylece, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizi tasavvur etmenin, yani ona râbıta yapmanın meşru’iyeti de sâbit olmuş olur.
Mânâ ehlinin büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) şöyle demiştir:
“Maksadın elde edilmesinde yolların en yakîni, devamlı olarak kalbi şeyhe bağlamak, vâkıât ve hâtırât ilminde yâni mânâ âleminde görülen şeyler, iç âlemde duyulan ses ve alınan mesajlar hususunda ondan istifade ederek şeyhin tasarrufunda fâni olmaktır.”
Mürid, şeyhini kalben tasavvur ettiği zaman, ma’nen ona yakın olur. Kalbini şeyhine bağlayarak ondan istifade eder. Tabiî ki bu fayda, ancak râbıtanın şartlarını-âdâbını bilen ve bunlara riâyet eden kişi için hâsıl olur. Mürid, bir meselenin hallini istediğinde, şeyhini kalbinde hâzır eder ve kalben ona sorar. Onun rûhâniyeti müridine, o meselenin hallini ilham eder. Bütün bunlar, kalbi şeyhe rabtetmekle mümkün olur.
İşte bu yapılan amelin adı, râbıta-i şerifedir. Şeyhin sûretini tasavvur yani râbıta, zikrin verdiği meyveyi verir, hatta ondan daha da tesirlidir.
Şurası muhakkaktır ki; ashâb-i güzînin en çok istifade ettikleri husus, Peygamberimiz’in (s.a.v.) tal‘atını yani mübârek sîma ve çehrelerini görmeleridir. Onun cemâlini görmeleri dolayısıyla, hiçbir riyâzât ve mücâdeheye yani nefse güç ve zor gelen ağır terbiye usûllerini tatbik etmeye ihtiyaçları kalmamıştır.
Bu sebepledir ki, derece bakımından hiçbir kimse, aynı devirde yaşamış olsa bile, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizi görenlerin mertebesine (sahâbe derecesine) ulaşamamıştır.
Tuhfetü’l-Kitap sâhibi İbnü Ebî Dâvûd el-Hanbelî hazretleri şöyle buyurdular:
“Müridin şeyhine olan bağlılığının alâmeti, kalbini şeyhine bağlayıp onda müstağrak olmasıdır. [Yani sâlik, İlâhî muhabbetin istilâsı altında şeyhini temâşâ ederken, maddî âlem ve mâsivâ hakkında hiçbir his, idrâk ve şuûra sahip olmamasıdır.] Şeyhine taalluk (tam bir bağlılık) hâsıl olursa, buradan, Cemâl-i Sermedî’yi müşâdeheye intikal eder. Bu ise ancak, Allah Teâlâ’yı bilenlerin müşâhedesidir. Yoksa, nefs-i emmârenin şehveti ile fetvâ veren ve kendilerinde nûrdan, rûhaniyetten zerre bile olmayan nasipsizlerin görüp anlayabilecekleri bir husus değildir.”
Abdülvehhâb-i Şa‘rânî hazretleri de, Nedâricü’s-Sâlikîn isimli eserlerinde buyururlar ki:
“... Âdâptan birisi de, müridin, şeyhini gözlerinin önünde hayâl etmesidir. Meşâyih nezdinde bu husus, âdâbın en mühimmi ve en kuvvetlisidir.”
Bahru’l-Mevrûd isimli eserlerinde ise şöyle derler:
“Ey kardeşim! İyi bil ki; bizden birimizin, kalbini şeyhine –ki o şeyh ister hayatta, ister vefat etmiş olsun– bağlaması, muhakkak faydalıdır. Çünkü bizim şeyhe bağlanmamız, onun Allah Teâlâ’ya müstenit olmasındandır.... [Yani hakikatte, onun vâsıtasıyla Allâh’a bağlanmaktayız.] Yoksa, onun şahsına değildir bağlılığımız.”
Şeyh İbrahim bin Ömer Molla İhsâî (k.s.) de Risâle’sinde bu hususu şöyle açıklıyor:
“Mürid için şeyhi ile musâhabe (görüşüp sohbet etmek) mümkün olmazsa, onu hayâlinde tasavvur ederek, şeyhinin huzûrunda olduğunu kabul eder... Tamamiyle şeyhinin vücûdunda fâni olunca da, Allah’a (c.c.) teveccüh eder. Bu usûlü tekrar ede ede, nûr-i İlâhî’nin parlak bir şekilde letâifine gelip, bir takım mânâların açılmasını ve mâsivâdan kurtularak, Allah Teâlâ ile beraber olmasını temin etmiş olur.”(3) ***

Esma'ul Hüsna 52. İsm-i Şerif

Esma'ul Hüsna 52. İsm-i Şerif
 

Kuru Lâfla Müslümanlık Olmaz - Mehmed Şevket Eygi


LAFLA İslam cumhuriyeti, İslam devleti olmaz. Anayasasında, devletin dini İslam’dır yazmakla da olmaz.
Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra tarihte görülmüş en başarılı İslam devleti uygulaması Osmanlıdır. Osmanlı devleti Tanzimat’a kadar bir din devleti olmuştur. Tanzimat’tan sonra devlet dini uygulaması başlamıştır.
Osmanlı batıncaya kadar İslama bağlı ve saygılı olmuştur.
Türkiye cumhuriyeti gerçek mânada laik değildir, devlet dini sistemini uygulamaktadır. Osmanlının aksine Kemalist rejim İslamla ve Müslümanlarla savaşmıştır.
İslamda din devlet ayırımı yoktur. İslamın dünya sistemine devlet demeye bile lüzum yoktur. İslam denilince devlet de içindedir.
Dünyadaki ve yurt içindeki İslam karşıtı güçler, İslamı ve Müslümanları büsbütün kazıyamadıkları için dini tahrif etmeye; Şeriatsız, fıkıhsız, cihadsız, Ümmetsiz, İmametsiz, tesettürsüz light ve ılımlı beşerî bir İslam türetmeye çalışıyor.
Musalli Müslümanlar değil, musalla Müslümanları yetiştirmek için çabalıyorlar.
Yine Müslümanlık ve Müslümanlar olsun ama Kur’an hükümleri hayata uygulanmasın.
Yeni, suya sabuna dokunmaz, devlet işlerine karışmaz, bir tür ideoloji veya hümanizma şeklindeki sulandırılmış İslamı, İslam düşmanları da kabul ediyor.
Adı Müslüman, İslamlıkla pek ilgisi yok. Ölünce cenazesi camiye getiriliyor ve musalla taşına konup namazı kılınıyor. Dinsizlerin buna itirazı yoktur. Zaten iki dinli, iki kimlikli Kriptoların da cenaze namazları kılınmıyor mu?
İslam ve Müslüman düşmanlarının en sevmedikleri, en korktukları, en nefret ettikleri şey Ehl-i Sünnet İslamlığıdır.
Ehl-i Sünnet İslamlığında sahih itikat vardır… Kur’ana uymak vardır… Sünnete uymak vardır… Şeriata uymak vardır… İslam ahlakına uymak vardır… Muhalifler bunları kabul etmez.
Ehl-i Sünnet İslamlığında Ümmet birliği ve İmamet kavramı vardır…
İşlerin istişare ile görülmesi vardır.
Cihad fi sebilillah vardır.
Tesettür vardır.
Riba yasağı vardır.
Helaller haramlar vardır.
Ehl-i Sünnet İslamlığında aklın büyük yeri vardır, aklı olmayanın dini yoktur ama akıl din kaynağı değildir, dini anlamak için vasıta ve alettir.
Ehl-i Sünnet İslamlığında edille-i erbaa vardır.
Ehl-i sünnet İslamlığında, insanların yaptığı bütün işler ef’al-i mükellefîn denilen ölçülerle ölçülür.
Ehl-i Sünnet İslamlığında din devlet, din dünya ayırımı yoktur.
İşte bu sebepler dolayısıyla ehl-i küfür ve ehl-i nifak, Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslamlığından nefret eder.
Ehl-i Sünnet İslamlığını hangi müesseseler öğretir, hayata uygular?
Bunların birincisi İslam Medreseleridir. Onlar, Müslüman halkı aydınlatan, uyaran, bilgilendiren, mânen kontrol eden icazetli ve râsih ulema ve fukaha yetiştirir.
İkincisi: Tevhidî eğitim veren İslam mektepleridir. Onlarda her sabah icazetli ulema ve fukaha din ve Kur’an dersi okutur… Vakit namazları okul camiinde, bütün öğrencilerin katılımıyla, okul imamının ardında cemaatle eda olunur. İslam mekteplerinde Kur’an, Sünnet, Sevad-ı Âzam İslamlığını okutulur. İslam Mekteplerinde karma eğitim yapılmaz.
Üçüncüsü: Şeriata ve dinin zahir hükümlerine sımsıkı bağlı olmak şartıyla tasavvuf tarikatlarıdır.
Dördüncüsü: Müslüman aile sistemidir, âile terbiyesidir.
Beşincisi: İş, ticaret, sanayi, finans hayatını kontrol eden loncalar, ahîlik teşkilatı ve fütüvvet ahlakıdır.
Altıncısı: Ümmet teşkilatıdır, Ümmet Şûra Meclisidir, Ümmet Fetva Heyetidir, Ümmet Âqiller ve Âyan Meclisidir.
Münkirler ve münafıklar İslam medreselerinden, tasavvuf tarikatlarından, İslam mekteplerinden, fütüvvet ahlakından ve İslam ailesinden nefret eder.
Onlar, Feminizmi alet ederek İslam ailesini yıkmaya çalışır.
Onlar, Ehl-i Sünnet Müslümanlığını yıkmak için, zamanımızda üç yüzden fazla muhkem ayetin hükümleri geçerli değildir diyen Fazlurrahman’ın sapık Tarihsellik mezhebini yaymaya çalışır.
Onlar Şeriatın ve Ehl-i Sünnet’in ikinci ana kaynağı olan Sünneti yıkmaya çalışır, Peygamberimizin sahih hadîslerini, AB standart ve normlarına göre ayıklar.
Onlar Allahın koyduğu kesin hükümlerin bir kısmını kabul eder, bir kısmını reddeder.
Onlar icabında İslam bayraklarını dalgalandırarak dini içinden yıkar.
Evet lafla, kuru edebiyatla Müslümanlık olmaz… Müslüman Allaha, Kur’ana, Peygambere, İslama, Şeriata, İslam ahlakına bağlı olacaktır. Ümmete ve İmamete bağlı olacaktır. Sünnet ve Sevad-ı Âzam dairesi içinde olacaktır. Dinden hiçbir tâviz=ödün vermeyecektir.
İslamın bir tek zaruriyatını, Kur’anın bir tek harfini inkar eden kafir olur.
Kur’an, Sünnet, Ümmet, İmamet, Ahlak-ı İslamiye, Sevad-ı Âzam Müslümanı olalım…
 
Mehmed Şevket Eygi
13 Mayıs 2014 Salı 01:01
 
 

Ahmed Ibni Idris - 1. Vird-i Serif: TEHLIL-I MAHSUS

 
KENDILERINI OKUYANIN GÖKLERIN VE YERIN ANAHTARLARINA MALIK OLACAGI ÜC VIRD-I SERIF
 
 
1.) TEHLIL-I MAHSUS

HÜZÜN SENESİ



            Peygamber Efendimiz'le Müslümanların biraz rahat edecekleri bir sırada, amcası Ebû Tâlib ve kendisine ilk imân eden Hz.Hatîce gibi cefâkâr ve vefâkâr bir hayat arkadaşının, birbiri ardınca vefât etmeleri, Rasûlüllah Efendimiz için boşlukları doldurulamayacak kayıplardandı.

            Bi'setin 10.yılına rastlayan bu hâdiseler, Hz.Peygamberimiz'e hayâtı boyunca unutamayacağı üzüntüler getirmiş olduğundan bu seneye, «gam ve keder yılı, hüzün yılı» denmiştir.

            Ebû Tâlib vefât ettiği zaman 87 yaşında idi. Kendisi Müslüman dahi olmadığı halde, Kureyş'in bütün düşmanlıklarına hedef olan Peygamberimiz'i hayâtının sonuna kadar korumaktan da geri durmamıştı.

            Aynı yıl Ramazan-ı Şerif ayında bütün mü'minlerin annesi Hz.Hatîce vâlidemiz de 65 yaşında olduğu halde vefât etti. Hz.Hatîce vâlidemiz, Peygamberimizin Peygamberliğini ilk tasdik eden, en sıkıntılı günlerinde derdine ortak olan, vefâkâr bir hayat arkadaşı idi. Peygamber Efendimizle birlikte 25 yıl yaşadı. Peygamberimiz, Hz.Hatîce vâlidemizi takdir ve rahmetle anar, hatırasına çok hürmet ederdi. Peygamberimiz'in Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den doğmuştu. Yalnız Hz. İbrâhim O'nun vefâtından sonra Hz. Mâriye adındaki zevcesinden doğmuştur.

            BİR MELCE ve TAİF YOLCULUĞU

            Ebû Tâlib'in vefâtından sonra, müşrikler, Peygamberimiz'e, Ebû Tâlib'in sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûlü'nü göz açamaz hâle getirmişlerdi.

            Rasûlüllah Efendimiz bî'setin 10.yılı Şevval ayının 27.gecesinde azatlı kölesi Zeyd ibn-i Hârise'yi yanına alarak Tâif'e gitti. Maksadı; müşriklere karşı, Sakıf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce Allah'dan getirdiklerini kabul eylemelerini onlardan istemekti. Peygamberimiz, Tâif'e varınca orada Sakıf kabîlesinden bâzı kimseler ile görüşmek istedi ki, bunlar Abdi Yâlil'ibn-i Amr, Mes'ud'ibn-i Amr, Habib'ibn-i Amr adında üç kardeşti. Allah Rasûlü bunlarla görüştü. Onları, Allâh'ın birliğini kabule, İslam dînine yardıma dâvet etti. Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını istemek için geldiğini söyledi.

            Üç kardeş her biri ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici sözler söylediler. Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber Efendimiz'e; "Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!" dediler. Bununla da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez ayaktakımını, çocukları, ipsiz kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize musallat ettiler. Onları yolun iki yanına doldurdular. Söve saya Rasûlüllah'ı taşa tutturdular. Ayaklarını topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Dermansız düşüp oturdukça kaldırttılar. Yürüdükçe taşlattılar. Zeyd ibn-i Hârise atılan taşlara, kendi vücudunu siper etmekte, Rasûlü Ekrem'i korumağa çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış ayaklarından kanlar akmağa başlamıştı.

            Peygamberimiz, nihâyet üzgün ve bitkin bir halde Mekke'li Rebîa oğulları Utbe ve Şeybe'nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif'in ipsizleri geri döndüler.

            Peygamber Efendimiz biraz sükûnet bulduktan sonra Allâhü Teâlâ'ya şöyle ilticâda bulundu: "Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim.

            Ey merhametlilerin en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.

            Allâhım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana, Senin, o karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nûruna sığınırım! Allâhım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâhım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir! "

Esma'ul Hüsna 51. İsm-i Şerif

Esma'ul Hüsna 51. İsm-i Şerif
 

Mehdi Aleyhirıdvana dair Buhari ve Müslimde Gerçekten Hadis Yok mu?

 
 
Bâzı hoca müsveddeleri: “Bu hadis kütüb-ü sittede yok” diye inkâr ederler. Sen onlara: “Hazret-i Mehdî (Aleyhi'r-Rıdvân)ın çıkacağı rivâyeti kütüb-ü sittede var” desen, bu sefer:“'Buhârî, Müslim'de yok” derler.

Sen: “Îsâ (Aleyhisselâm)ın ineceği 'Buhârî, Müslim'de var” desen, bu defâ: “Kur'ân-ı Kerîm'de yok” derler.

Sen: “Yec'cûc, Me'cûc çıkacakmış, bu Kur'ân- Kerîm'de de var” desen, o zaman da: “Bunu akıl kabul edemez, onlar şu anda dünyâda olsalardı mutlaka yerleri tespit edilirdi, o halde böyle bir şey yok” derler.

Demek ki, bu adamların sermâyesi inkâr olduğu için cehennemi boylayıncaya kadar Hiçbir inanç konağında durmazlar.

Oysa Hazret-i Mehdî (Aleyh'i-Rıdvân)ın çıkacağı husûsu “Buhâri, Müslim” dahil birçok sahih kaynakta belirtilmiştir.

Nitekim Îsâ (Aleyhisselam)ın bu ümmetten sâlih bir kimsenin arkasında namaz kılacağı “Sahih-i Müslim” ve “Müsned-i Ahmed” gibi birçok sahih kaynakta yer almıştır ki, bu kimsenin Hazret-i Mehdî (Aleyhi'r-Rıdvân) olduğunda hiçbir şüphe yoktur.

Bu konudaki hadîs-i şerîf ve rivâyetleri cem edecek olsak büyük hacimli kitaplar derleyecek kadar geniş kaynaklara sahibiz. Fakat bu risâlede zikredeceğimiz bunca sahih kaynağa îtibar etmeyenler diğerlerine hiç îtibar etmeyeceği için sözü fazla uzatmaya lüzum görmedik. Ancak inkarcıların sözüne kanmayın diye bu bapta size özllikle “Buhârî ve Müslim”de Hazret-i Mehdî (Aleyhi'r-Rıdvân)dan bahseden bâzı sahih delilleri serdedeceğiz.

Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

“İmâmınız (size namaz kıldıran önderiniz Mehdî) kendinizden olduğu halde, Meryem oğlu sizin içinize indiği zaman (o da sizin dîninize uyduğunda) acaba sizler nasıl olursunuz?” [1] 

Buhârî şerhi “İrşâdü's-sâri”de zikredildiği üzere Îsâ (Aleyhisselâm)a “Bize imam ol” dendiğinde o, bu ümmete ikrâm olsun için:

“Hayır! Siz birbirinizin emirlerisiniz” [2]  buyurarak, imâmeti bu ümmete münâsip görecektir.

Nitekim Ebû Sa'îd el-Hudrî (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen:

“Ardında Meryem oğlu Îsâ'nın namaz kılacağı (Mehdî) biz(im ümmet)dendir” [3]  hadîs-i şerîfi de bu görüşün doğruluğuna delâlet etmektedir.

Tabî ki bu, Îsâ (Aleyhisselâm)ın hiç imam olmayacağı şeklinde anlaşılmamalıdır, zîra Sa'düddîn-i Taftazânî (Rahimehullâh)ın beyânına göre bir namazda Îsâ (Aleyhisselâm) bu ümmete imam olup Hazret-i Mehdî (Aleyhi'r-Rıdvân) da ona uyacaktır. Çünkü o efdal olduğundan imâmeti daha evlâdır. [4] 

Burada: “Bir peygamber nasıl olur da peygamber olmayanın peşinde kılabilir?” diye sorulacak olursa, buna cevâben denilir ki:

Erba´in-i İdrisiyye 41. İsm-i Şerif - SON


 
 

Zenginliğin Âfetleri


Aşağıda zikredeceğim hadis-i şerif Kütüb-i Sitte’nin üçünde (Buharî, Müslim, Tirmizî) kayıtlı olup sahihtir.
Resulullah (Salat ve selam olsun ona), Bahreyn halkından toplanan cizyeyi teslim alıp Medine’ye getirmesi için ashabtan Ebu Ubeyde radiyallahu anh hazretleri’ni oraya göndermişti. Müşarünileyh, cizye paraları ve mallarıyla Medineye dönünce, Ensar bunu duymuş, sabah namazını Resulullah ile birlikte kılmışlar, namazdan sonra Efendimizin etrafını sarmışlardı. Bunun üzerine, Resulullah tebessüm buyurmuşlar, “Öyle zannediyorum ki, Ebu Ebuyde’nin bir şeyler getirdiğini işittiniz” demiş. Onlar da hep bir ağızdan “Evet” cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz onlara şu sözleri söylemişti:
“Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümit edin… Allah’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de, hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başlayıp helak olmuşlardı. Genişleyen dünyanın, öncekiler gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.”
 
AÇIKLAMALAR:
Büyük muhaddisler, ulema, şârihler bu hadiste Peygamberimizin dünya genişliğinin, para ve mal bolluğunun, Müslümanlar dünya zenginliklerine yönelir ve bunlara heves ederlerse bu dünyalığın onlara zarar vereceğine dikkat çekmiştir.
Efendimiz “Sizler için fakirlikten korkmuyorum.” demiş, mal çokluğundan, zenginlikten korktuğunu belirtmiştir.
Zenginliğin getireceği afetler ve zararlar, fakirliğin zararından büyük ve fazladır.
Zenginlik ahirete, ebedî saadete zarar getirir. Halkı kulluktan uzaklaştırır, gaflete düşürür, çeşitli beyinsizlikler yaptırır, kötü alışkanlıklara yol açar. Böylece zengin kişi azar.
Fakirliğin zararı genellikle dünyadadır.
Zenginlik dine, fakirlik dünyaya zarar verir.
Bu hadis-i şerifle Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) bir mucizesi ortaya çıkmıştır. Zamanımızda Müslümanların bir kısmı çok zengin olmuşlar, bu zenginlik kendilerini azdırmış, çeşitli beyinsizlikler yapmalarına, büyük günahlar işlemelerine sebep olmuştur.
Zenginlik bir fitnedir (sınavdır).
Zenginlik sarhoş eder, ayak kaydırır.
Fakirliğin de elbette zararları ve afetleri vardır ama fakirlik zenginlikten efdaldir=yeğdir.
Zamanımıza bakalım:
Zenginleşenler mesken=konut konusunda azmışlar; Kur’anla, Sünnet’le, İcma ile haram olduğu kesinlikle bilinen israfa ve faize sapmışlardır.
Lüks, ihtişamlı, israflı, saray yavrusu lüks yazlıklar da zenginliğin afetlerindendir. İmkânı olan insanlar elbette kırsal kesimde, ormanlık yerlerde bağlara, bahçelere, onların içinde yazlık evlere sahip olabilirler ama israfa ve gösterişe kaçmadan.
Lüks ve israflı otomobiller de zenginliğin afetlerindendir.
İnsan bir kere zenginliğin, paranın, liranın, doların, euronun, malın mülkün tadını almasın; dengesini yitirir, daha fazla, çok fazla, en fazla zengin olayım derken bir yığın azgınlık ve beyinsizlik yapar, ahiretini ve ebedî saadetini tehlikeye atar.
İslam zenginliği yasak etmiyor… Çalışıp çabalamış, helalinden kazanmış, Allah da yürü kulum demiş, zengin hatta çok zengin olmuş. Buna bir şey diyen yok. İslam’ın kabul etmediği meşru görmediği şey azdırıcı, saptırıcı zenginliktir.
Fakirken namazını kılıyormuş, zengin olunca namazı ya büsbütün terk etmiş yahut arada bir kılar olmuş. İşte kötü olan budur.
İnsanın yaradılış gayesi ve hikmeti Allah’a kulluk etmektir. Kullukla ilgili vazifelerin, ibadetlerin aksamasına yol açan bütün zenginlikler şerlidir. Helak edicidir, kötüdür.
Zengin Müslüman daha fazla malî (parayla, malla) ibadet yaparsa onun zenginliği hayırlıdır. Böyle bir zengin mal ve parayla ibadet edemeyen fakirlerden üstündür. İyi bir zengin, ilme ve âlimlere hizmet eder, açları doyurur, çıplakları giyindirir, fakir fukaraya kol kanat gerer. Bunları ihlasla, sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsa inşaallah Cennetlik olur.
Şöylesi de var:
Hayır, hasenat yapıyor, çok sadaka veriyor ama bunları Hakkın rızasını kazanmak için değil, kendini halka beğendirmek için yapıyor, bu adam veya kadın cehennemliktir. Sahih-i Müslim’deki 1905 numaralı ihlas hadis-i şerifini okuyanlar; riyakâr ve münafık hayırsever zenginlerin yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılacağını öğrenirler.
İslam bilgeliği bize helalin hesabı, haramın azabı olduğunu haber veriyor.
Haram yollarla zengin olanların durumu çok kötüdür.
Riba, faiz muameleleriyle… İslam fıkhına ve şeriatına göre batıl alım satımlarla… İhalelere fesat karıştırarak zengin olanlar… Haram komisyon ve rantlar alanlar… Halka mağşuş, boyalı, kimyalı, zehirli gıdalar ve meşrubat yedirip içirenler...
Vaktiyle cihad edebiyatı yaparken, ellerine fırsat ve imkan geçince bozuk ve çarpık düzenin haram gelir ve rantlarına aç köpekler gibi saldıranlar.
İslam uyarı ve öğüt dinidir. Kur’an uyarıdır, öğüttür… Sünnet uyarıdır, öğüttür. Şeriat-i Garra-i Ahmediyye uyarıdır, öğüttür… İslam ahlakı ve hikmeti baştanbaşa uyarı ve öğüttür. Hiçbir Müslüman ben bunları bilmiyordum, benim haberim yoktu demesin.
Para ve mal bir kısım Müslümanları ne boyalara soktu, ne hallere düşürdü, nasıl kepaze ve rezil etti, nasıl azdırdı, ey basiret sahipleri ibret gözüyle bakın da görün…
Mehmed Şevket Eygi
12.4.2013

 

 
1 9