Ümmet Kur’an-ı Kerim’e
hem bugünün hem de yarının sorunlarını çözen bir kitap olarak baktı. Her şeyi
önce onda aradı. Okunduğu mekanlarda abdestsiz dolaşmadı. Bir hafız bir meclise
girdiğinde yaşına bakmadan Kur’an-ı Kerim’e ihtiramdan hazirun ayağa kalkardı.
Dedeler, hafız torunları önünde yürümekten haya ederdi. Namaz sonlarında
hafızlar müezzinlikte Kur’an-ı Kerîm okurken, “sırtımız Allah’ın ayetlerine
doğru olmasın.” diye yaşlılar bir yönlerini kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza
karşı duracak şekilde otururdu. Onu okumaya muhatap olanları tebrik,
okuyacakları da teşvik etmek için yapılan “hatim merasimleri”ne köyden,
kasabadan, kentten insanlar akın eder, “ihtifal-i Kur’an”lar şehrayine dönerdi.
Harf ve Mana
Her alim Kur’an-ı
Kerîm’i ayrı bir cihetten incelerdi. Nahiv onu anlamak, belağat onun
güzelliklerini ortaya çıkarmak, usûl “ahkam-ı fıkhıyye”yi murad-ı ilahi
çerçevesinde istinbat etmek için telif edilmişti. Boşanan aynı zamanda da
çocuğunu emziren kadınların nafakasının örfe uygun bir şekilde babaya ait
olduğunu bildiren (Bakara: 233) ayet-i kerimenin “ibaresi”nden annenin
nafakasının babaya ait olduğu, “المولود له” deki ihtisas ifade eden “ل”
harfinden de, çocuğun babaya mülkiyet bakımından değil nesep yoluyla ait olduğu
ve bunun “nassın işareti”nden anlaşıldığı söylendi (bk. İbn Kutluboğa, Şerh-u
Muhtasari’l-Menar, 99). Müfessirler, usulcüler, fakihler Allah kelamı olan
Kur’an’ın harflerine de, hayatlarına dair hükümler çıkarılacak esaslar olarak
baktı. Kelimat-ı Kur’an gibi, huruf-u Kur’an da inşaya, inkişafa vasıta oldu.
Bazen bir müçtehit tek bir ayete takılıp sabaha kadar ondan pekçok hüküm
çıkardı. Tefsirlerde, kıraat ederken nerede durmak gerektiğine, vakıfta,
vasılda mananın nasıl olduğuna işaret edildi(bk. Nesefî, Medârik, II, 654).
Muhteva itibariyle,
تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ
حَمِيدٍ لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ
“Ona önünden de
ardından da batıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan
indirilmiştir.”(Fussilet, 42) kıymetinde olması onu hem bütün kitaplardan
ayırdı, hem de rasih alimler gözünde hiçbir kitaba nasip olmayacak derecede
büyüttü. Okunmasına ihtifalle başlandı, ezberlenmesi, tefsiri, yaşanması şehr-i
ayin tadında oldu.
Ondört Asırdır
Kapanmayan Ofis:
Kur’an
Düşmanları “Ar-ge”si
Kur’an-ı Kerim’in
ümmet için rükn-u şedîd olması, onun sarsılmasıyla İslam binasının çökeceğinin
vehmedilmesi saldırıların öncelikle ona yönelmesine yol açtı. “Kur’an
muarızları” yeryüzünün en uzun ömürlü “ar-ge”si olarak çalıştı. Bir proje
elinde kalınca, diğerine sarıldı. 14 asırdır aynı kuruntuyla “Bu olmazsa,
diğeri olur.” diyerek yeni iftiralar üretti.
Kur’an-ı Kerim’in
talimatları, BM’ye ait bir karar gibi küresel güçlerin müeyyidesi ile değil,
yüreklerin inkıyadıyla intişar etti. Sonra da her dönemin hakim güçleriyle
hesaplaştı. Cahiliyye’den hesaplaşarak çıktı Kur’an. Diliyle “uydurma”
diyenler, yürekleriyle ona iman etti. Hz. Ömer gibi muhalifleri gizli gizli
Allah Rasulü’nün Kur’an okuyuşunu dinledi. “Madem insan sözü olduğunu iddia
ediyorsunuz benzerini, o olmazsa on suresinin, o da olmazsa bir suresinin
mislini getirin !” diye meydan okudu Kur’an. Şairler sustu, Mekke sustu.
Müşrikler her sessizliğin ardında bir fırtına koparmak istedi, yeni bir umutla Allah’tan
başka nisbeler arandı, bir mekr tutmayınca diğerine tevessül edildi, kalem ve
kelam kifayet etmeyince kılıçlar kuşandı, Kur’an’ı susturmak için savaştı
Mekke. Savaştı ve kaybetti. Bütün bunlar olurken diğer cepheden Kur’an’ın
yüreklere başlattığı yürüyüş devam etti. Gün geldi, kalbiyle teslim olup,
diliyle direnenler de onun karşısında diz çöküp iman etti.
Hiçbir asır ne Ebu
Cehilsiz ne de cahiliyyesiz kaldı. Farklı zamanlarda, farklı içeriklerde
Kur’an’a saldırlar hep devam etti. İbn Kuteybe (v. 276) “Te’vil-u
Müşkili’l-Kur’an”ı, Bâkillani, (v. 403) “İ’cazu’l-Kur’an”ı, Kadı Abdulcebbar
(v. 415) Tenzihu’l-Kur’an ani’l-Metain’i Ebu Cehil saldırılarını bertaraf etmek
için yazdı. Her biri zındıkların saldırılara karşı Kur’an müdafaası yaptı.
Zemahşeri, Razi, Beydavi, Nesefi’nin nahvi tahlillere sıklıkla yer vermesi,
İ’rabu’l-Kur’an’la alakalı telif edilen eserler de
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ
الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفاً
كَثِيراً
“Eğer o Kur’an,
Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlıklar
bulurlardı.” ( Nisa: 82) ayetini tasdik sürecinde kaleme alındı. Ne var ki
Kur’an’a saldırılar durmadı ya yeni yeni şüpheler üretildi ya da eski marazlar
arşivden çıkarıldı. Geçen asırda Batı Müslümanlar karşısında siyasi, iktisadi
bir zafer kazanmasına rağmen iman cephesinde mücadeleyi kaybetti. On üç asırlık
mücadelede Nasranilik tevhid dini İslam karşısında büyük bir hezimet yaşadı.
Rahbaniliği savunan kilise, rabbanilik diyen, “din ve dünya”yı bir bütün gören
İslam’a Anadolu dahil pek çok dindaşının yaşadığı bölgeleri bırakmak zorunda
kaldı. Batı böyle bir dinle siyaseten istila ettiği bölgelerde insanları
İslam’dan koparıp, Hristiyanlaştıramayacağını bizzat gördü. Oryantalizm
Kur’an-ı Kerim ve İslam etrafında şüpheler oluşturarak Müslümanların
tesanüdünü, Kur’an’a ittibalarını koparmaya çalıştı.
Kur’an
Etrafında Oluşturulan Şüpheler
Kilise, defalarca
tahrif ettiği İncil’i, insanların İslam’a geçişini engelleyebilmek, “Dinse
aradığınız, bizde de var.” diyebilmek, onları yanlışla oyalayıp, doğrudan
alıkoymak için kullandı. Hristiyanlığın İslam hakkında ki sloganik
ifadelerini/iftiralarını İslam dünyasında yaymak için yeniden organize oldu.
Sömürü ve misyonerlikle yapamadığını, oryantalizm üzerinden gerçekleştirmeye
çalıştı. Özellikle Batı kentlerinde lisans, yüksek lisans eğitimi gören
gençlere İslam’ı kendi penceresinden anlatarak yerli oryantalizmin önünü açtı.
İslam dünyasında Kur’an’ı uydurma, sahabeyi barbar, Müslümanları vahşi bir
uygarlığın çocukları olarak gören bir güruh oluşturdu.
Oryantalistler, ibare
ve ifadesinde tekrar, geçmiş zaman fiili yerinde gelecek zaman kipi kullanma,
müfred yerinde “cem”i, müennes/dişil yerinde müzekker isim zikretme gibi
hatalar(!) içeren Kur’an’ın ilahi olmasının iddiadan öte bir anlam taşımadığını
söyledi. Bu nokta da pek çok oryantalist Kur’an’ı Allah’tan başkasına nisbet
eden, “Kur’an’ın kaynakları” üst başlığında toplanabilecek eserler kaleme
aldı(bk. Muhammed Hüseyin, el-Musteşrikûn ve’d-Dirasatu’l-Kur’aniyye, s.118,
120). Tarihi süreç içerisindeki saldırılardan daha kapsamlı olan oryantalist
tahrif hareketleri muasır alimlerin reddiyeleriyle tesirsiz hale getirildi.
“Ben de
Sizdenim” Konuşmaları
Batılılar işgalci
kimliklerinden mütevellid nefretten dolayı Müslümanlar üzerinde istenilen
anlamda tesir edemeyince, Müslümanlarla İslam arasındaki irtibatsızlığı yerli
oryantalizme havale etti. Onlar da “Siyasi istikrarsızlığa son vermek, ümmeti
istiladan ve geri kalmışlıktan kurtarmak, bilimsel çalışmaların önünü açmak”
gibi içerden bir dil kullanarak, hamasi konuşmalar yaptı. Ne gariptir ki
konumları ve ameliyeleri gereği küresel istilanın devam ve bekasına memur
olanlar, millet huzurunda işgal karşıtı konuşmalar yaptı, makaleler yazdı. Bu
durum tahrike yol açınca geri kalmışlığın bütün faturası modernistleri reddeden
Müslüman halka kesildi. Millet, ifadelerin “halavetin”den kahramanın
hakikisiyle sahtesini bir birinden ayırt edemedi.
Öğrencilerin İmanını
Sarsan Bir İlahiyatçı: Mustafa Öztürk
Oryantalizm’in Kur’an’la
alakalı iftiralarını aynısıyla tekrar eden, yer yer de bunu “kutsala zerre
kadar saygısı olan söyleyemez” diyeceğiniz bir üslupla yapan maalesef ki
Mustafa Öztürk gibi ilahiyatçılar var. Belki de bunlardan daha vahim olanı ise
Öztürk’ün bu yazıları (ya da bir kısmını) hakemli dergilerde yayınlamış olması.
Buna göre Türkiye’de “Kur’an uydurmadır.” diyen oryantalist Rudi Paret’i
destekleyen başka akademisyenler de var demektir.
Öztürk’ün Kur’an’la
alakalı kitaplarını okuyan birkaç öğrenci imanlarının büyük bir sarsıntı
içerisinde olduğunu, eğer Öztürk’ün iddia ettiği gibi Kur’an, Ahdi Atik’ten
iktibas edildiyse niçin aslıyla değil de kopyasıyla amel etmeye teşvik
edildiklerini sordu. Öğrencilerin imanlarını sarsan Öztürk’ün biri, diğerinden
iktibas olan kitaplarındaki “Kur’an’da lahn/hata” olduğunu iddia ettiği
ifadeleri şu şekilde:
1.ÖZTÜRK’ÜN KUR’AN’DA HATA
VAR İDDİASI
“Sırası gelmişken şunu
da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın
Arapça değil “Rabça” olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül
etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn
(hata) tartışmasına konu olan sorunlu ibareler de mevcuttur. Diğer bir deyişle,
Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvîl de vardır. Azımsanamayacak
ölçüde tekrarlar vardır. Keza ayetlerin hecelerinde ses uyumu (seci/nesir
kafiyesi) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı
kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel
isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin sonuna harf eklemek, harf
düşürmek ve hatta “üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler’ şeklinde tercüme
edilen وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ ve-meârice aleyhâ yezharûn (43/Zuhruf
33) ibaresinde olduğu gibi manaya katkısı bulunmadığı halde ayet sonuna aleyhâ
yezharûn (üzerine çıktıkları/çıkacakları) şeklinde bir ibare eklemek gibi
hususiyetler de mevcuttur.” (Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz,
15-16).
Biz bu yazıda Mustafa
Öztürk’ün Kur’an’da –haşa- lahn/hata olarak nitelediği yukarıda ki hususlara
birer örnek vererek Müslümanların zihinlerinde oluşturulmaya çalışılan
şüpheleri izale etmeye çalışacağız.
Kur’an’da
Gereksiz İfade Var mı?