İkinci
halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in nurlu izinden giden, O’nun yolunu sadâkatle devâm ettiren, hâl ve
davranışlarıyla âbideleşen örnek bir İslâm şahsiyetidir.
Hazret-i
Ömer, îmân ile şereflenmezden evvel, merhamet mahrumu ve hak-hukuk tanımaz
câhiliye insanlarının tipik bir misâliydi. Îmanla şereflendiğinde ise, ince,
diğergâm, hikmet ehli ve adâlet âbidesi bir insan hâline geldi. İslâm’dan
evvelki sert ve haşin mizaçlı Ömer eriyip gitti; onun yerine gözü yaşlı, gönlü
şefkat ve merhamet dolu, karıncayı dahî incitmekten sakınan, dâimâ ümmetin
saâdetini düşünen, yüksek mes’ûliyet şuuruna sâhip bir “Hazret-i Ömer”
geldi.
“Fırat’ın
kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden
korkarım.”[26] diyerek kendisini sürekli bir nefis
muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında erzak çuvalı ile, mahalleleri
dolaşıp zayıfların, muhtaçların yanıbaşında bulunmaya; yetimlerin, öksüzlerin
ve kimsesizlerin kimsesi olmaya başladı. Kırık gönülleri tesellî etmeden,
gözyaşlarını silmeden, onlara tebessüm ettirmeden gönlü huzur bulmaz oldu. Öyle
bir emânet ve mes’ûliyet şuuruna erdi ki, halîfeliği müddetince ümmetin işleri
için gecesini gündüzüne kattı. Buna rağmen, hizmetini aslâ yeterli görmedi.
Allah Rasûlü’nü örnek aldığı için, zirve seviyedeki adâlet, dirâyet ve
liyâkatine rağmen, vazîfesinin ağırlığı altında ezilen gönlünü hiçbir zaman
teskin edemedi.
Uğradığı
suikast sebebiyle ağır yaralandığında kendisine:
“–Yerinize birini tâyin etseniz!” denilmişti. O ise, hak ve adâlette kılı
kırk yaran titizliğine rağmen şöyle cevap verdi:
“–Sizin mes’ûliyetinizi sağken üstlendiğim gibi
(o mes’ûliyeti) vefat ettikten sonra da mı taşıyayım? Ben yaptığım halîfelikten
bir mükâfat beklemiyorum. Bu vazîfedeki sevaplarımla vebâlimin birbirini
dengelemesini ne kadar isterim! Ne lehime ne de aleyhime! Yeter ki (ilâhî
mahkemede) muâheze edilmeyeyim!”[27]
Yerine, oğlu Abdullâh’ı bırakması teklif edildiğinde de:
“–Bir evden bir kurban yeter!” buyurdu.
İşte o mübârek sahâbî, ümmetin mes’ûliyetini yüklendiği, dertleriyle
dertlendiği için, kendi dertlerini unutmuştu. Onun en mühim tasası, insanların
huzur ve selâmetiydi. Bu yolda yegâne örneği de, Efendimiz -aleyhissalâtü
vesselâm- idi. O’nun Allah yolunda katlandığı çile ve ıztırapları hiçbir zaman
unutmuyor, tıpkı karda yürüyen bir insanın izini takip edercesine, Efendimiz’in
mübârek izinde mesâfe alıyordu.
Zühd ve Istiğnâ