İMAN VE İMTİHAN


 
Tasavvufun başlıca gâyesi, ham insanı ihlâs ile tezyîn ederek kâmil insan hüviyetine kavuşturmaktır. Çünkü insan, kendisini Rabb’ine vâsıl edecek kudret akışları ve Rabbânî sırlarla techîz edilmiş olan şu kâinâta, ebediyyet âlemine hazırlanmak için gelmiş ve bu maksada binâen muhtelif imtihânlara tâbî kılınmıştır. Onun, ebedî âlemde kendisi için hazırlanmış olan nîmetlere nâil olabilmesi de, bu imtihânları kazanarak bir kalb-i selîm elde edebilmesine bağlıdır. 

Bu nükte dolayısıyladır ki insanlar, îmân ve fazîlet dâvâsında çile, sıkıntı, ızdırap ve elemle dolu binbir merhalelerden geçirilirler. Böylece Hakk yolunda ilâhî dâvânın sâdıkları ile fâsıkları birbirinden ayırd edilir. Bunun içindir ki, sadece îmân etmek kâfî değildir. Onu amel-i sâlihle süsleyerek ilâhî imtihânlarda muvaffak olabilecek bir seviyeye yükseltmek zarûreti vardır.

Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ

“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar yalnız «inandık» demekle  hiç imtihân edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?”

“Şânım hakkı için onlardan öncekileri de imtihân ettik. Elbette Allâh, (dîn ve îmân dâvâsında) sâdık olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 1-3) buyurarak îmân ve imtihânın âdetâ içiçe olduğunu beyân eylemiştir.

Buna göre; îmân bir lutuf, imtihân da onun miyârı, kuldan istenilen sabır ve teslîmiyyetle îmânı muhâfaza ise, bir bedel mesâbesindedir. Yâni Hakk Teâlâ, verdiği lutfunun yüceliğini ve değerini idrâk ettirmek için kullarına takdîr buyurduğu imtihânlarla -onların iktidarları nisbetinde- âdetâ bir bedel taleb etmektedir. Âyet-i kerîmedeki:

إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ

“Allâh mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) ifâdesi de, bu hakîkatin bir tezâhürüdür.

Dolayısıyla, rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için, Hakk’ın istediği bedelleri (can, mal-mülk, vesâireyi) seve seve O’nun yolunda fedâ etmek, îmânın kemâline vesîledir. Mü’minlerin şu imtihân dünyâsındaki ibtilâ, mihnet ve meşakkatlerinin âhıret kazancına bir bedel olarak kaydedildiği şüphesizdir.

Hazret-i Hüdâyî ne güzel söylemiş:

Cân terkini urmadan,

Cânân eline girmez!

Zünnârını kırmadan,

Îmân eline girmez!

…..

Olmadan esîr-i derd

Dermân eline girmez!

Su gibi erinmezsen,

Yerlere sürünmezsen,

Taşlarla örünmezsen,

Ummân eline girmez!

Diğer taraftan dünyâ ihtirasına kapılmış îmânsızların, Kur’ân’a ve dîni yaşamaya çalışanlara yaptıkları tecâvüzler ise, onlar için ebedî ızdırap ve felâket dolu bir cehennem azâbının kahredici bedeli hükmündedir. Zîrâ onlar, iki yönden azâbı hak etmektedirler. Biri îmân etmemeleri, diğeri de mü’minlere zulmetmeleridir.

Safer Ayinin Ilk Gece Namazi

 
Lalegül Dergisi
 

GAFLET


Yolu engin sahrâlara uğrayan bir seyyah, dalgın dalgın yürürken vahşî bir hayvana rastladı ve canhıraş bir telaşla kaçmaya başladı. Fakat ne kadar hızlı koşsa da kurtulamayacaktı. Bu sebeple kendisini, karşısına çıkan bir kuyuya hiç düşünmeden bırakıverdi. Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında büyümüş olan bir dal gördü ve ona tutundu.

Fakat o ne; tutunduğu dalı biri siyah, biri beyaz iki fâre hiç durmadan kemirmekteydi. Kuyunun dibine baktı; bir ejderha ağzını açmış onun düşmesini bekliyor, ayrıca yuvalarından başlarını çıkarmış dört yılan var!..

Bu ahvâlin dehşet ve vehâmetini farkeden adamcağız, büyük bir korku ve endişeye kapıldı. İçine düştüğü şu durum, ne küçük bir ihmâle ne de vakit kaybetmeye müsâitti. Bir an evvel, yâni fareler tutunduğu dalı kemirip bitirmeden önce kuyudan çıkmalıydı…

Garip adam, bu vaziyetin ciddiyet ve tehlikesini düşünürken o esnâda kuyu duvarının kendisine yakın bir yerinde iştah açıcı güzel bir petek gördü. Canı çekti ve içinden:

“–Şu garip yerde böyle güzel bal!.. Durumum uygun değil ama, hiç olmazsa tadına bakayım; ondan sonra vakit kaybetmeden yukarı çıkarım!” dedi.

Bala uzanıp ondan tattığında da öylesine bir haz aldı ki:

“–Böyle balı bir daha nerede bulurum; hazır onu elde etmişken biraz daha yiyeyim!” demeye başladı ve kendisini balın lezzetine kaptırdı.

Böylece aklını, fikrini, gönlünü ve gözünü bala çeviren bîçâre, içinde bulunduğu durumla ilgili hiçbir şey düşünmez ve kurtuluş çâresi aramaz oldu. Bir devekuşu nasıl başını kuma sokup etrâfından ve kendisinden haberdar olmazsa, o da aynı şekilde âdetâ başını bala gömmüş, başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Ancak onun bu vurdumduymazlığı ne farelerin dalı kemirmesine, ne de ejderha ve yılanların pusuda beklemesine elbette ki hiçbir şekilde tesir etmedi. Nihâyet kemirilen dal koptu ve gâfil yolcu, kuyunun dibine düşerek helâk olup gitti…

Bu kıssadaki kuyu ve âfetler, dünyâ hayatını; ejderha ve yılanlar, dünyevî ve nefsânî kötü sıfatları; bal, aldatıcı fânî lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare de gece ve gündüzü, yâni ömrü eriten zamanı temsil eder. Seyyah da, bu şartlar içinde şu imtihân âlemine gelip geçen bir yolcudur ki, eğer gaflete dalarsa onu bekleyen netice helâkten başka bir şey değildir.

Bu durumda beşer için en mühim husus, birgün nedâmet tuğyânları ile ağlatacak olan her türlü gafletten korunmasını bilmek, ebedî huzûr ve sürûra garkedici yüce kurtuluşa nâiliyet yolunda gayret etmek olmalıdır… Zâten insanın yaratılış gâyesi ve içinde bulunduğu ahvâl, bunu îcâb ettirmekte değil midir?

Mâlumdur ki her mahlûkun seâdeti, kendi yaratılışındaki gâyeye uygun olarak yaşaması ile tahakkuk eder. Cihanın en üstün varlığı insan olduğundan onun seâdeti de, yaratılış sebebinden haberdâr olması, davranışlarını buna göre tanzîm etmesi, içinde bulunduğu fânî âlemin ve onun gel-geç sevdâlarının nefisle el ele vererek hazırladığı tehlikeli tuzaklara karşı uyanık olmasıyla mümkündür. Bu da, kimin mülkünde yaşadığı ve kimin verdiği rızık ile hayâtını devâm ettirdiğinin idrâki içinde kulluğa yakışır bir mâhiyette derin, ince, zarîf, şükrânî ve istikâmet üzere amel-i sâlihlerle müzeyyen bir hayata bağlıdır.

Yoksa ahsen-i takvîm (varlıkların en şereflisi) vasfıyla yaratılan insanın, Allâh’tan uzak, kendini bilmez ve öz cevherinden lâyıkıyla haberdâr olmaksızın yaşaması, yukarıda geçen misâldeki gibi şiddetli bir gaflet olur ki, bu, hayat adına hüsran dolu bir sürünme ve pek acı bir sefâlettir. Hüdâyî Hazretleri, ahsen-i takvîm olarak yaratılan kulun bu hâle düşmemesi için îkaz sadedinde şöyle der:

Gidenleri görmez misin?

Yer altına girmez misin?

Hakk katına varmaz mısın?

Nic’olur hâlin ey gâfil?

Tâat kapusın kaparsan

Doğru yolundan saparsan

Nice bir mala taparsan

Nic’olur hâlin ey gâfil?

Erba´in-i İdrisiyye 24. İsm-i Şerif

 
Lalegül Dergisi
 
 

AMENTÜ




(Amentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusulihi velyevmil ahiri ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teala velba'sü ba'delmevti hakkun eşhedü en la ilahe illallah ve ehedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü )

( MANASI )

"Ben Allah-u Teala'ya , meleklerine , Kitaplarına , Resul ( Peygamber ) lerine , ahiret gününe , kader  ( takdir edilen şeyler ) in hayırlısı ve şerlisi ( yaratılmak yönünden ) Allah-u Teala dan olduğuna inandım.
Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet ederim ki Allah (-u Teala) dan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki , Muhammed (s.a.v.) Allah (-u Tealan)ın kulu ve resulüdür"

Bilindiği Üzere iman şartları altıdır.
1- ( Amentü billahi ) ALLAH'A İNANMAK
   Tabiki Allah'â inanmak için evvela onu tanımak lazımdır. Yahudi ve Hristiyanlar da Allah'a inandıklarını söylemektelerse de ; "Allah'ın oğlu ve hanımı var " şeklinde sapık inançlarından dolayı Allah'a inanmaları muteber sayılmamıştır.

Dolayısıyla Allah'a inanmak onun " Varlığına , birliğine , doğmadığına , eşi dengi olmadığına ,bütün kemal sıfatlarla muttasıf olup bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna"  inanmak demektir ki bu hususta daha geniş malumat ileride vermeye çalışacağız.

O halde Allah-u Teala hakkında şuna inanmalıyız ki " Allah-u Teala varlığı vacip olan , yokluğu düşünülemeyen ve varlığı zatından olup hiçbir kimseye muhtaç olmayan bir zattır. "

Allah-u Teala bütün kemal sıfatlarla mevsuf  ( Üstün Sıfatlara Sahip ) olup , Noksan sıfartların tümünden münezzeh ( son derece uzak ) tir.

Allah-u Teala hiçbir icap ( Kimsenin Zorlaması ) olmaksızın dilediğini yapan , hiç şüphesiz mahlukatı yaratan ve her yaptığını bir hikmete dayalı olarak yerli yerinde yapandır.

Melekler  Allah-u Teala'dan izinsiz hiç bir şeyi kendiliklerinden yapmadıkları için herhangi bir nedenle onlar hakkında kötü konuşmak ve onlara düşman olmak gerçekte Allah'a düşmanlık sayıldığından insanı dinden çıkarır.

Bu husus Yahudilerin Cebrail ( Aleyhisselam ) a düşmanlığı ile ilgili Bakara suresinin 97-98. ayeti kerimelerinde zikredilmiştir.

2- ( Ve Melaiketihi ) MELEKLERİNE İNANMAK