Esirgeyen, bağışlayan, sonsuz
lütuf ve kerem sahibi olan Allah’ın adı ile başlarım..
Kullarına ziyneti mübah
kılan, vermiş olduğu sonsuz nimetlerin eserini onların üzerinde görmeyi seven,
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’a hamd ü senâlar olsun!. Ümmetini İslam
dışı milletlere benzemeye, onları taklit etmeyi, gayri müslimler gibi yaşamayı
men eden şanlı Peygamberimiz üzerine
selam ve dualar göndeririz ve onun Ashâbı üzerine de olsun ki onlar, İslam dışı
hal ve davranış içinde bulunan ehli küfre benzemekten, onları taklitten
dikkatle sakındırdılar
İSKİLİPLİ
ATIF EFENDİ KİMDİR?
1876 tarihinde İskilip’in
Tophane köyünde dünyaya geldi. Babası Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağa’dır.
Henüz altı aylık iken annesi Nazlı Hanım’ın vefatıyla öksüz kalan Atıf Efendi,
büyükbabasının gayretleriyle köyünde ilk öğrenimini yapmış, daha sonra
İskilip’e giderek burada Abdullah Efendi adlı hocadan ders almış ve tahsilini
tamamlamak için ağabeyi ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve medrese eğitimine
başlamış, çalışma azmi ve zekası diğer öğrenciler arasından sıyrılmasına yetmiş
ve 1902 yılında en iyi derece ile mezun olmuştur.
Aynı yıl yeni açılan
Darülfünün’un İlâhiyat şubesine kaydolmuş, mezuniyetini takiben bir ara köyüne
giden Atıf Efendi sonra yine İstanbul’a dönerek, Fatih Camiindeki Dersiâmlık
ile beraber Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine tayin olmuş ve aynı yıl Fatma
Zahide hanım ile evlenmiştir.
Bu sıralarda hakkında verilen
jurnal sebebiyle üzerindeki baskıların arttığını hissedince bir arkadaşının
pasaportu ile Kırım’a gitmiş oradan da Varşovaya geçerek meşrutiyetin ilanı
sıralarında da İstanbul’a geri dönmüştür. Bu sıralarda yanlışlıkla tutuklanmış
ise de bilahare serbest bırakılmıştır.
Bir yandan müderrislik
yaparken bir yandan da Sebilürreşad mecmuasında yazılar yazmaya başlamış ve
İslâm âleminin dikkatini çekmiş, Balkan Harbi’ni müteakip donanmaya duyulan
ihtiyaç ile bu alanda yazılar yazıp milleti donanmaya yardım etmeye teşvik
etmiş, fakat, Mahmut Şevket Paşa suikastını fırsat bilip bütün muhaliflerini
toplayan zihniyet, Atıf Efendi’yi de bu gruba dahil ederek Sinop’a sürgüne göndermiştir.
Buradan Çorum’a ve Sungurlu’ya havale edilmiş ve yine bir yanlışlık yapıldığı
söylenerek özür dilenmiş ve İstanbul’a gitmesine izin verilmiştir.
Kendisinde, o zamanlarda çok
fazla ihmal edilmiş olan ibtidai dahil medreselerinin umum müdürlüğü verilmiş
ve getirildiği bu mevkide insanüstü gayretlerle çalışarak kurumun işleyişini
yoluna koymuş ve takdir toplamıştır. Bu sıralarda bir Amerikan heyeti,
medreseleri ziyareti sırasında Atıf Hoca ile karşılaşmış, İslâmiyet ile ilgili
olarak sorular sormuş ve görüşme tamamlandığında hayranlıklarını gizlemiyerek,
Hoca’nın ilminden faydalanmak üzere kendisini Amerika’ya davet etmişlerdir.
Yine bir İtalyan müsteşriki
bazı sorunlarını Hoca’ya danışmış ve daha önce duymuş olduğu şöhretinin haksız
olmadığını ifade etmiştir. Bir defa da Kral Faysal kendisini Bağdat’a davet
etmiş, fakat o gitmemiştir.
“Mahfil” mecmuasında da
yazıları yayınlandığı için bazı ilginç mektuplar ve davetler almıştı. Bazı
müsteşrik mecmuaları da kendisine yüksek ücretler teklif ederek dergilerine
yazı göndermesini istemişlerdi.
1920’de ulema ve
müderrislerin haklarını korumak üzere, üyeleri arasında Mustafa Sabri Efendi,
Mustafa Saffet Efendi ve Said-i Nursi’nin de bulunduğu “Müderrisler Cemiyeti”ni
kurdu.
Atıf Efendi kütüphanesi
neşriyatı olarak çeşitli eserler kaleme almıştı. Bunlardan bazıları İslâm
Çığırı”, “İslâm Yolu”, “Mir’at-ül İslâm”, “Din-i İslâmda Men’i Müskirat”,
“Nazar-ı Şeriatte Kuvve-i Berriyye ve Bahriyye”, „Tesettür-ü Şer’i”,
„Muin-littalebe“ adlı eserlerdir.
1924 yılında, Batı
taklitçilerinin, toplumun örfüne aleni olarak uymayanların, halk ve emniyet
mensupları tarafından hoş görülmedikleri bir dönemde “Frenk Mukallitliği ve
Şapka” adlı eserini neşretmiş ve dönemin düşünüş ve yaşayışına uygun olan
fikirlerini açıklamış idi.
1925 yılı sonlarında çıkan
“Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun’a muhalefetten tutuklandı. Giresun’a
gönderilerek İstiklâl Mahkemesince sorgulandı ve eserinin kanunun çıkmasından
önce kaleme alındığı ve iddia edilenin aksine bir suç unsuru bulunmadığına
hükmedilerek İstanbul’a getirildi. Serbest bırakılması beklenirken 1926 yılında
Ankara’ya İstiklâl Mahkemesince tekrar yargılanmak üzere gönderildi.
İstiklal Mahkemesi; Erzurum,
Rize, Giresun ve Sivas’ta meydana gelen şapkaya karşı hareketlerde Atıf
Hoca’nın rolü olduğuna inanarak ithamlarına başlamıştı. Uzun süren
soruşturmalar sonucu, savcı şüphe ve zan dolu bir iddianame okumuş ve “Falanca
bunu şurada görmüş, falan şunu şöyle demiş” gibi gülünç ifadelerle okunan bu
iddianame sonucunda, diğer arkadaşları çeşitli cezalara çarptırılan Atıf
Hoca’nın da on yıl ile onbeş yıl arası bir süre kürek cezasına çarptırılması
istenmişti. Daha sonra mahkeme reisi, müdafaaların ertesi gün dinlenmesini
kararlaştırarak duruşmayı ertesi güne ertelemişti.
1926 yılının Şubat ayının üçüncü
çarşamba günü müdafaaların dinlenmesinden sonra mahkeme Atıf Hoca’nın idamına
karar vermiş ve Hüküm perşembe günü sabaha karşı infaz edilmiştir.
TAKLİD
Mukallid: Taklid eden
demektir.
Taklid: Hüsn’ü zann edip
haklı olduğuna inanmak sebebiyle bir kimseye itikatta, sözde, fiilde, görünüş
ve giyinişte, delilsiz olarak uymak, tabi olmak ve ona benzemek demektir.
İslâm’da genellikle taklid
câiz değildir. Mesela sadece görerek veya bazı delillerle izah edilebilecek
olan itikâdî usuller ve İslâm esaslarının uygulanmasında, mucizelerle
desteklenmiş olan Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimizden başka hiç bir kimseyi
taklid caiz değildir. Bu konuda her ferd icmâlen (kısaca, özlüce) veya tafsilen
(etraflıca) delil ile anlaşılmış olmak lazım ve vaciptir. Bunun sonucunda delil
göstermek kudretinde olmayan kişi günahkar olur.
Fakat halkın işlerinin
aksamaması ve atıl olmaması için yalnız dinin hüküm ve kaidelerinin cüz’i
olanlarında yani ibadetler ve muamelatta ictihad derecesine ulaşamayanların,
müctehidleri yani ictihad edenleri taklid etmesi zaruri olarak meşrü
kılınmıştır.
Şu kadar ki dini işlerde
itimad olunan şer’î naslara muhalif olan hususlarda (Allah’a (c.c..) isyan
edilecek işte, kula itaat olmaz) hadisince, ne bir müctehidin, alimin, şeyhin,
ne de halifelerin, emirlerin, hükemânın, filozofların, itikada, ibadet ve
muamelâta, ahlak ve âdâba dair sözlerine, fiillerine tabi olmak, itaat etmek,
taklid ve benzemek katiyyen caiz değildir.
Kısaca çirkin bid’atlarda,
yasak ve haramlarda ve şeriata muhalif olan medeniyetin usül ve muaşeretlerinde
hiç bir kimseyi taklid asla caiz değildir. Nerede kaldı ki küfür âdetlerinde,
gayr-i müslim milletleri taktid caiz olsun. Bu, katiyyen caiz olmaz.
Şu halde, bir müslümanın,
küfür adet ve âlâmeti sayılan bir şeyi, bir zaruret olmadan giyinmek ve
takınmak suretiyle müslüman olmayanları taklidi ve kendisini onlara benzetmesi
şer’an yasaktır, nehyedilmiştir. Bu hususta icma-i ümmet de birleşmiştir. Bunda
hiçbir şüphe yoktur. Zira Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuşlardır ki (Bir
kavme benzemeye çalışanlar o kavimdendir..) (İmam-ı Ahmet ve Ebü Dâvut)
Teşebbüh: Başkaların yaptığı
bir işi, onlara tabi olarak yapmak demektir. Şu halde hadis-i şerifin manası;
bir millete benzemeye özenenler, benzemek istedikleri derecede onlarla ortak
değerdedirler. Yani o değer küfür ise küfürde, isyan ise isyanda, iyi hal ise
iyi halde, adet ise adette onlarla birlikte o milletin hükmüne tabi olurlar
demektir.
Bu hadis-i şerif küfür ve
fısk ehline benzemeyi nehyettiği kadar, salaha erenlere benzemeyi de teşvik
etmektedir.
Çünkü hadis-i şerifte “kavm”
lafzı nekre kılmmış (Harf-î tarifsiz söylenmiş) olduğundan hem sâlihlere hem de
başkalarına şâmildir. Peygamberimiz (S.A.V.), diğer bir hadis-i şerifte
buyurmuşlardır ki: (Bizden başkalarına benzemeye özenenler bizden, bizim
milletimizden değildir.) (El-Cami’üs-Sağîr.)
Bu hadis-i şerifte, söyleniş
itibariyle müslümanların adetlerinde ve yaşayışlarında müslüman olmayan
milletlere benzemekten kaçınmalarının şart olduğu belirtildiği gibi görünüm ve
yaşayış itibariyle müslümanların en iyilerine benzemeleri de ifade
editmektedir.
Şu halde bu hadis-i
şeriflerin manasına göre, Müslümanlar küfür âdeti ve yolu ve çirkin bid’at
alameti sayılan şeylerde, kâfirlere ve çirkin bid’at sahiplerine benzemekten
men ve nehy olunmuşlardır.
Aslında İslam dininde küfür
ve isyan yasak olduğu gibi, küfür erbabı ve isyankarların adatleri de yasaktır.
Küfür ehlinin ve
isyankarların yaşayış ve adetlerinde onlara benzemek, onlar gibi hareket etmek,
ya küfre ya isyankârlığa, ya da her ikisine birden götürdüğü için İslâmda
yasaklanıp haram kılınmıştır.
Örnek olarak, hicretin ilk
zamanlarında Yahudiler, ne âdette, ne elbiselerinde, giyimlerinde, ne de başka
bir özel durumda müslümanlardan ayrılmazlardı. Resülullah (S.A.V.) Efendimizin
bu hususta susmaları, bu halin meşruiyetini göstermekteydi. Fakat daha sonra bu
hüküm feshedilmiş, adet ve harekette müslüman olmayanlardan ayrı olmak meşru
kılınmıştır. Bunun sebebine gelince Hicretin ilk yıllarında müslümanlar zayıf
olduklarından Gayri Müslimlerle muhalefet meşru kılınmamıştı. Bilahare İslâm
dini diğer dinlere galip gelmeye başlayınca ve müslümanlar kâfirler ile savaşma
ve onları cizye vermeye mecbur etme gücünü kazanınca takip edilecek hareket ve
âdetlerde onlardan ayrılmak meşru kılınmıştır.
Demek oluyor ki bu asırda,
her beldede müslüman olmayan milletlerin hal ve hareketleri her ne şekilde
olursa olsun müslümanlar zaruret olmaksızın o yol ve âdette kendilerini onlara
benzetmekten ve onların tavır ve âdetlerine uymaktan men’ olunmuşlardır.
Nitekim (Her kim bizim şu işimizde, yani dinimizde, ondan olmayan bir şey ihdas
ederse o şey merduttur, reddedilmiştir.) Hadis-i şerifi ile dini usul ve
delillere dayanmayan mücerred bir görüşle dini işlerde fazla veya noksan kılmak
suretiyle yeni bir şey ortaya koymaktan men’ edilmiştir.
Yoksa gerek ehl-i sünnet ve
dalalet erbabı ve gerekse kâfirler tarafından ihdas ve icad olunan her bidattan
ve her yeni yapılan şeylerden ve kâfirlere ve dalalet erbabına mutlaka benzemiş
olmaktan men ve nehy olunmuş değildir.
Zira uyumak, yatmak, oturmak,
yemek ve içmek gibi tabii işlerde benzerlik zaruridir. Bundan başka ziraat ve
sanayi alet ve araçları, harp vasıta-ları, yatak ve mutfak takımı gibi dinin emirlerinden
olmayıp da kendileri ile yalnız dünyevi gaye için uğraşılan mübah işleri ihdas
etmek meşrudur ve hatta bunların bazıları emrolunmuştur.
Binaenaleyh âdî bidatlar
cinsinden olan bu gibi işlerde gayri müslim milletleri taklit ve bu hususta
onlara benzerlik yasaklanmış değildir.
İSLAM
DİNİ NAZARINDA
BATI
MEDENİYETİNİN MEŞRU OLAN VE
OLMAYAN
YÖNLERİ
Bu bahse başlamadan önce şunu
arzedeyim ki batı medeniyeti, maddî ve manevî iki yönü haiz olduğu gibi
bunlardan her biri insanlığa faydalı ve zararlı olmak üzere ikişer kısmı ihtiva
etmektedir.
Halbuki İslam dini,
insanlığın ruhanî ve cism3anî gıda ve tekamülüne yardımcı olan bütün fazilet ve
üstünlükleri emredip, bunu ihlal eden rezalet ve kabahatleri yasaklamıştır.
Bu noktadan dolayıdır ki,
beşerin fıtratına en uygun bir din olduğundan İslâm dinine fıtrat dini adı
verilmiştir. Bu asıl ve esastan dolayıdır ki:
İslam Dini: (Bir kimse İslâm
dinine uygun bir tarzda müslümanlar arasında bir fazilet yolu icad eder ve
güzel bir şey keşfederse onun sevabı ile, kıyamete kadar icad ettiği o şey ile
âmil olanların ecir ve sevabının birer misli o kimseye ait olur. Ve o şey ile
amel edenlerin hisselerine düşen ecir ve sevabtan hiç bir şey noksan kılınmaz)
ve (Hakkında şer’i bir beyan bulunmayan dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz)
Hadis-i şerifleri ile dünya işlerinden; dikiş iğnesinden tutup da, demir
yollarına, toplara, zırhlılara, tayyarelere, haberleşme araçlarına, karayolu ve
denizyolu ticaretine, çeşitli sanatlara, yeryüzünü imar etmeye, fabrikalara,
ziraat ve zenaat âletlerine ve her asra göre cihadın rükünleri ve sebeplerine
varıncaya kadar medeniyetin maddiyat kısmından, insanlığa faydalı olan güzel ve
mübah işleri icad etmeye ve ortaya koymaya müsaade buyurmuştur. Ve hatta (çalışıp
kazanmak kadın ve erkek her müslümana farzdır.) Hadis-i şerifi ile insanlara
muhtaç olmayacak derecede helalinden mal kazanmayı her kadın ve erkek müslümana
farz kılarak geçimini temin işinde başkalarına yük olmayıp, herkesin kendi
çalışması ile geçinmeyi meslek edinmesini emretmiş ve (Onlara karşı gücünüzün
yettiği kadar kuvvet hazırlayın) (Enfâl: 60) Ayet-i Celil-i ile asrına göre
düşmanı korkutacak derecede harp araç ve gereçlerinin hazırlanmasını farz
kılmış ve (Kadın ve erkek her müslümana ilim tahsil etmek farzdır) Hadis-i şerifi
ile de dini ilimlerden itikadını düzeltecek, ahlakını yönlendirecek, amelini
islah edecek kadar öğrenmeyi her kadın ve erkek müslümana Farz-ı Ayn kıldıktan
başka, vücudun bekası, hayatın devamı ve insanlar arasındaki ilişkilere dair
ihtiyaç duyulan ilim ve sanatlardan başka kavim ve milletlere ihtiyaç
duyulmayacak derecede öğrenmelerini müslümanlara farz-ı kifaye kılmıştır.
Şu halde onlardan bir grup,
ilim ve sanayiden bu derecesini öğrenmezlerse hepsi günahkar olup, dünya ve
ahirette bu kusurlarının ceza ve zararlarını çekerler.
İslam dini, medeniyetin
kısımlarından sayılan, yeryüzünü imar etmek, ilim, fen ve sanayii gibi faydalı
işleri emredip, başka kavimlere muhtaç olmayacak derecesini öğrenmeyi
müslümanlara tarz kılmış olduğu içindir ki, İslâm medeniyyeti yükselme
dönemlerinde mümtaz meziyetleri içeren güzel sanatlar icat etmiştir. Avrupa’nın
meşhur toplumbilimcilerinden Gustave le Bon’un bazı eserleri ile tarih
kitaplarından anlaşıldığı üzere medeniyetin diğer temel unsurları gibi sanayi
de altı veya yedi bin sene evvel -Semavî dinin çıkış yeri olan- Asya kıtasında
Asurlar tarafından icat olunup daha sonraları Mısır’a naklolunmuştur. İlk
çağlardaki Yunan Sanatları Dicle ve Nil sahillerinde icat olunan son
sanatlardan doğmuştur.
İslam dininin ortaya
çıkışıyla parlak bir İslam medeniyeti kurulunca, müslümanlar o zaman mevcut
bulunan Mısır ve Yunan sanatını aynen alarak az bir zamanda asıllarından daha
da üstün hale getirerek, üstün meziyetleri içeren güzel sanatlar meydana
getirip Mısır ve Yunan medeniyetlerine üstünlük sağlamışlardır. İslâmın bugün
ortada bulunan eserleri bu iddiaların adil bir şahididir.
Bazı İslam memleketlerini
istila eden Hristiyanların, İslâm’ın güzel sanatlarını alarak kısmen Avrupa’ya
nakletmiş olmaları bugünkü batı sanatının yükseliş ve ilerleyişinin
sebeplerinden biridir. Ve hatta ilk önce medeniyete karşı batılıların kalbinde
bir şevk uyandıran cazibe Endülüs ufuklarında parlamış olan İslâm medeniyetinin
ışığıdır. 0 tarihten itibaren batılıların, cehalet, zulmet, vahşet, hercümerc
içinde perişan olduklarına tarih şehadet etmektedir. Demek oluyor ki esas
itibarı ile Batı medeniyetinin ortaya çıkmasının sebebi Doğu medeniyetidir.
İslâm dini, medeniyetin
faydalı kısımlarını irşad ettiği ve İslâm medeniyetince vaktiyle pek mühim harika
eserler vücuda getirildiği halde zamanımızdaki müslümanların bu yüce
faziletlerden mahrumiyetlerine sebep nedir diye sorulursa cevap olarak deriz
ki: Mahrum kaldıkları diğer hususlarda olduğu gibi buna da sebep dinin faydalı
emirlerinden olan, çalışıp kazanmaya tevessül etmemeleridir. İslâm dininin
ileri sürdüğü yüce faydalardan istifade ancak hakimane emir ve hükümlerine
bağlılık ve gerekteri ile amel etmek ile mümkündür. Şu halde islamiyet
iddiasında bulunanların dini kaideleri yalnız evrak ve kitaplarda saklamaları
hiç bir fayda temin edemiyeceği gibi diyanetin iktizası üzere bedeni sinir ve
azalarını tahrik etmedikçe sadece itikat ile, istenen maddî ve manevî faydalar
meydana gelmez.
Resülullah (S.A.V.) Efendimiz
bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: (Bazı ilimler cehalet ile aynı
derecededir.)
Gerçekte amel ile içiçe
olmayan ilim cehalet ile eşittir. Amelsiz âlim avamın arasından uzaklaşmış
olmaz. İ1min faydalarından mahrum kalması itibariyle böyle âlimin cahilden
farkı yoktur. Mesela içkinin ve benzeri sarhoşluk veren şeylerin haramlığını ve
zararlarını bildiği halde içen, bilmeyerek içen ile eşittir. Belki ilki
ikincisinden daha ziyade kötülenmeye müstehaktır. Binaenaleyh gerek ilim, gerek
din erbabi, ilim ve dinin gerektirdiği şekilde amel etmedikçe bunların temin
ettiği feyiz ve saadete mazhar olamazlar. Bu arz olunan hususlardan anlaşıldığı
üzere İslâm dini, medeniyetin erkân ve unsurlarının maddiyat kısmından faydalı
ve güzel işlerinin ortaya konmasına müsaade edip meşru kıldıktan başka bunları
ihdas ve icad eden milletleri bu hususlarda taklide de ruhsat vermiştir.
Fakat Yüce İslam Dini (De ki:
Rabbim sadece, açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü,
hakkında hiçbir delil bildirmediği şeyi Allah’a ortak koşmanızı, Allah’a karşı
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.)(A’raf: 33)âyeti ile
inançsızlık, zulüm, şekavet, fuhuş, içki, kumar, dans, bar, tiyatro vesair
sefahat ile, meyhane, kerhane, kumarhane dans ve bar mahalleri açılması gibi
batı medeniyetinin maddiyat kısmından ahlaken, ictimaen, iktisaden, nâmusen ve
dinen zararlı olan çirkin ve rezilce olan işlerin esas ve ayrıntılarını haram
kılıp yasaklamıştır.
Binaenaleyh batı
medeniyetinin bu gibi rezilce yönleri meşrü değildir.(Müellifin notu: Onun için
Resûlullah Efendimiz (S.A.V.) (Bir kimse islam dininde fena bir yol ihdas ve
çirkin bir şey icat ederse o fenalığın günahı ile, kıyamete kadar onunla amel
edenlerin günahlarının bir misli o kimseye ait olur. Ondan sonra o fenalığı
işleyenlerin kendi günahlarından hiç bir şey noksan kılınmaz.) Hadis-i ile
müslümanlar arasında çirkin ve fena bir şeyi icat etmesinden ve rezilce bir yol
ortaya koymasından menetmişlerdir.) Şu halde böyle çirkin ve rezilce işlerde
müslümanlardan hiç birisinin zamanın modasına uymasına ve bilhassa gayr-i
müslim milletleri taklid etmesine, diğer bir tabirle, batılılaşmasına asla
şer’i bir izin yoktur. Zira meşrüiyetine delil olmayan şeylerde taklid ve
başkasına uymanın haram ve batıl olduğuna bu âyet-i celile en kuvvetli bir
delildir.
Binaenaleyh İslam dini
rezilce hallerin ve işlerin hepsinin hem re’sen ihdas ve icrasını hem de bu
konuda başkalarını taklid ve onlara benzemeyi kat’i surette men’edip haram
kılmıştır.
Medeniyetin manevî yönüne
gelince: İslam şeriatı öyle yüce medenî kural ve toplumsal esaslar, öyle ahlâki
faziletler te’sis etmiş ve ortaya koymuştur ki Avrupa’nın bu derece
medenileşmesi için daha pek çok emekler sarfetmeye ve hatta tamamen İslâmın
mukaddes esaslarını kabul edivermeye muhtaçtır. 0 derece üstün ve faziletli bir
medeniyete ulaşmak için başka türlü yol yoktur.
Esasen batı medeniyeti,
insanlığın mutluluk ve olgunlaşmasını sağlayacak hakiki bir medeniyet değildir.
Zira o ancak insanın hayvanî ve cismanî yönden mutluluk ve olgunlaşmasına
hizmet edip, melekiyet ve maneviyatının saadetini ve olgunlaşmasını asla
dikkate almıyor. Çünkü batı medeniyeti beşeri hayatı yalnızca dünyanın fani
hayatından ibaret saydığı için insanın yalnızca maddiyat ve hayvaniyat yönünün
olgunlaşmasına, bu suretle insanlarda hayyanî arzuların gelişmesine sebep olup
melekiyet ve hakiki insanlığın gizli kalmasına veya büsbütün imhasına hizmet
ederek ebedi saadete kavuşturan faziletler ve hakiki olgunluklardan insanlığı
ebediyyen mahrum bırakıyor.
Esasen cismanî hayat ve
dünyaya dair insanî değerlerin ortaya çıkmasına bir dereceye kadar sebep
oluyorsa da onun sebep olduğu durum ve vasıflar dünya hayatının gereği olarak
yok olup gidiyor. Zeval ve yıkılmaya maruz olan ahval ve vasıflar ise hakiki
saadetten sayılamaz. Hakiki saadet, dünya hayatından sonra da devam edip ebedi
olan beşerî vasıflar ve olgunluklardan ibarettir ki, bunun murşidleri ancak
Peygamberlerdir. Batı medeniyetinin buna rehber olabilmesi imkansızdır.
Halbuki yüce İslam medeniyeti
insanlığın melekiyet ve maneviyat yönlerinin saadet ve olgunluğuna hizmeti asıl
ve esas alıp bütün usül ve hükümlerini bu cihetin gelişmesi ve olgunlaşmasına
hizmet etmek üzere tesis etmiştir.
Şu kadar ki hayvanlık halinin
fani mutluluğu bizzat kasdedilmiş olmayıp, belki melekiyyetin kalıcı saadetini
kazanmaya vesile olduğu için tab’an maksut olmakla bu asli maksadı ihlal
etmemek üzere itidal durumun aşılmaması esas alınıp adaletli bir şekilde
cismanî zevklerden istifade yolunu açmış ve bu suretle insanı hem fani
mutluluğa hem de baki saadete ulaştırmıştır. Şu halde hakiki kemâlâta ve baki
saadete ancak Peygamberlerin yolu ulaştırır. Binaenaleyh İslâm medeniyeti
hakiki bir medeniyettir ki üstün düsturlarına tamamen yapışmak şartıyle her
cihetten beşerin saadet ve tekamülünü tekeffül eden ve dünyanın fani hayatından
sonra da ebedilik bulan hakiki evsaf ve kemalatı kefildir. Binaenaleyh insanın
hakiki saadeti peygamberlerin sünnetlerine ittiba ve büyük İslâm medeniyetine
tamamen sarılmakla husule gelmiş olur.
Şu halde batı medeniyeti
gerçekte eksik ve hakiki tekamülü ihlal edici olduğundan İslâmın mukaddes usul
ve kaidelerini ve peygamberlerin yolunu tamamen kabul etmedikçe işin esasında
ve sağduyu sahipleri nazarında gerçek medeniyet sayılamaz.
Binaenaleyh ebedi saadet ve
hakiki kemalâtı kazanmak için müslümanlar Batı medeniyetine değil, Batılılar
İslâm medeniyetine muhtaçtırlar.
Demek oluyor ki, İslam dini
medeniyetin maddi ve manevi yönünün melekiyet ve hayvanlıkca insanlığa faydalı
ve hizmetkâr olan kısımlarını on dört asır evvel re’sen vaz’ ve tesis edip
insanoğullarını o dosdoğru yola sevk etmiştir. (8)
Medeniyyetin melekiyet ve
behimiyetçe, insanlığa zararlı olan kısımlarını da insanoğlunu hayvan
derecesine düşmekten kurtarmak için men’edip bu hususların işlenmesini ve bu
hususta başkalarını taklit ve onlara benzemeyi kat’i surette haram kılmıştır.
Şu halde Avrupa’nın sefahat lekesi ve milliyet renginden ari ve bütün
insanlığın maddi gelişmesine hizmet eden ilim, fen ve sanatların, araç ve
gereçlerin hepsini almak ve bu hususlarda onları taklid meşru’dur. Fakat meyhane,
kerhane, dans, bar, tiyatro vesair sufli müessese ve sefilane terakkiyât gibi,
dini hüviyet ve faziletli İslâm ahlakının mahvolmasına ve yok olmasına sebep
olan batıl itikatlar, çirkin ahlak, rezilce itikatlar, kötülenmiş ve
yasaklanmış iş ve fiillerini almak ve bu hususlarda onları taklid meşru
değildir ve menfurdur.
İslam dini işte bu türden
sefihane medeniyetin yükselmesine manidir. Çünkü İslâm dini insanlar arasında
cereyan eden çirkin iş ve rezilce itikadların tamamını men’ ve ortadan
kaldırmak için vaz’ ve tesis olunmuştur. Onun için İslâmiyet Batı medeniyetinin
bu kısmı ile asla bir araya gelmez. Kalpleri Batının pislikleriyle boyanmış
olanlar bu nokta-i nazardan İslâm dinini yükselmeye engel olarak görüyorlar.
Evet bu da medeniyetten sayılıyor ise İslâm dini bu gibi medeniyetin
ilerlemesine en büyük engeldir. Esasen sefahat ve rezaleti men’ ve nehyetmek
İslâm dininin belirgin özelliklerindendir. Akl-ı Selim de bunu emreder. Onun
için Avrupalılardan akl-ı selim sahibi kişilerin memleketlerinde umümileşmekte
olan sefahat ve rezaletin men’ine çalıştıkları duyulmaktadır. Bu cümleden
olarak İngiltere’de hayasızlıkla mücadele etmek üzere Mister Webb Alyob isminde
biri (Nezahet Cemiyeti) adı ile yeni bir ahlak cemiyeti kurmuştur. Cemiyet ilk
icraat olmak üzere umumi ahlakı ifsada sebep olan kartpostalların satışını
yasaklamak için hukümete müracaata karar verdiği gazetelerde görülmüştür.
Cemiyet-i Akvâm da genel ahlâkı bozmaya sebep olan açık resimler ile açık
yazıların yasaklanması için devletlere tebligatta bulunmuştur.
Tokyo’da mahalli memurlar
tarafından genel ahlâkı bozduğu sebep gösterilerek bütün asrî danslar
yasaklanmıştır.
Esasen Avrupa’da sözlerine
güvenilen doktorlar ile ictimaiyyat alimleri (sosyologlar, toplumbilimciler)
dansın zararlarını ispat için diyorlar ki: Yakinen tahakkuk etmiştir ki, dans,
fertlerin seciyyesini, ahlakını, sıhhatini tahrib edip, musallat olduğu
cemiyetlerin manevî bünyesini kemirdikten başka, fuhşu artırıp, evlenmeleri
azaltarak nüfus buhrânı denilen felaketi ortaya çıkarmak suretiyle milletin
maddi bakımdan çökmesini çabuklaştırıyor.
Batı müteffiklerinin, akl-ı
selim erbabının dans ve içki gibi, batının medeniyet kisvesi altında insanlar
arasında yaymış olduğu rezaletleri kötülemekte olduklarına şahit olmak üzere
tanınmış içki düşmanı Amerikalı Mister William Johnson’un 11 Eylül 1340
tarihinde İstanbul’da bulunduğu zaman içkiler aleyhinde gazetecilere vaki
beyanatını göstermek ve burada kaydetmek isterim. Bu şahıs diyor ki:
“İçkiyi yasaklama fikri, batı
düşüncesinin mahsülü değildir. Bu fikir esas itibariyle, tamamiyle şarklıdır.
Müslümanlık on üç asır evvel kat’i surette müskiratı men’etmiştir. Binaenaleyh
Amerika’nın keşfinden birkaç asır önce doğuda yasaklama fikri temelleşmişti. Bu
gün ise İslâm dininin telkin ve talim ettiği içki yasağı Amerika’nın
anayasasına girmiş bulunuyor.
Halbuki tam biz müslümanlığın
emri ile hareket edip içkiyi yasaklamaya kalkıştığımız zamanda, ne gariptir ki
siz bizim kötülediğimiz bir şeyi taklide yelteniyorsunuz. Batı, Doğunun bir
faziletini kabule uğraşırken, siz Batının bir rezilliğini taklid ediyorsunuz.
Bu sizin lehinizde bir şey değildir.”
Amerikalı’nın bu sözleri,
Batının rezaletlerini taklide çalışan Doğulular için apaçık bir ibret dersi
teşkil eder. Bundan ibret almamak, müteessir olmamak için insanın hayvanhık
derecesine inip şuurundan mahrum olması gerekir.
Buraya kadar arzolunan
tafsilattan küfrün alamet ve işaretine gayr-i müslim milletleri taklid ve
onlara benzemenin şer’an haram olduğu anlaşılmıştır.
Küfrü mücip olup olmamasına gelince,
bu hususta ulema arasında ihtilaf olunmuştur. Fakat bu meselenin hal’i iman ile
küfrün hakikatını bilmek ile alakalı olduğu için bu mevzuya girmezden evvel
biraz da ondan bahsetmek isterim.
(8) Esasen müslümanlar
arasında terakki ve teali ettirilmesi matlub olan medeniyetin bu çeşididir. Bilhassa
memleketimizin ihtiyacı, medeniyetin fazilet kısmınadır. Halbuki memlekette
terakki ettirilen bu değil, batı medeniyetinin rezalet ve muzur kısmınadır.
Çünkü epeyce bir zamandan ben memleketimizde müfrit batı taklitçisi bir güruh,
medeniyet, hürriyet, milliyet adına gayr-i meşru ve muzır cihetlerden, mesela
hürriyet, fuhşun, içkinin, dansın, ahlaksızlığın, dinsizliğin yayılmasından ve
genişlemesinden başlıyor. Avrupa’dan yüklenip getirdikleri pislikler ile
İslamın faziletlerini tahribe, milletin fikirlerini bozmaya çalışıyorlar. Vatan
evladının kalbini yabancı ruh, yabancı terbiye, yabancı itikad ile aşılıyorlar.
Aşılıyorlar da üzerlerinde toplanmış olan İslamlık ve Türklük ruhunu söküp
atmaya uğraşıyorlar. Bu suretle milli mevcudiyetimizin istinatgahı olan
temeller yıkılıp duruyor.
Bu büyük dalâletin
genelleşmesi hem İslamiyet ve hem de Türklük için Batı medeniyetinin rezaletler
kısmı memleketimizde günden güne ilerlemeye mazhar oluyor ve bu uğurda büyük
miktarda milli servet de sarfolunuyor. Fakat meşru ve büyük bir, şiddetle
ihtiyaç duyulan yönlere, mesela elbiselik imali için bir fabrikaya hiç bir şey
harcandığı görülmüyor. Demek oluyor ki dışarıdan görünen işlerine nazaran Batı
medeniyetini destekleyip savunanlar bu perde altında şahsi menfaatlerini te’min
ve şehvani arzularını tatmin gayesini hedefleyip umumun menfaatlenni ve milli
faydaları asla dikkate almıyor veya alamıyorlar. İddia ettikleri sözlerini,
içinde bulundukları halleri tekzib etmekten geri kalmıyor.
İMAN
VE KÜFÜR
İman: Resul-i Ekrem (S.A.V.)
efendimizin Allah (c.c.) Teâlâ tarafından getirip haber verdiği zarureten ve
yakinen bilinen dini usûl ve İslâmi hükümlerin hak ve doğru olduğuna kalben
kat’i bir surette inanıp kabul etmek ve dil ile de bunu ikrar etmek demektir.
Küfür: İslam dininden olduğu
zarureten ve yakinen bilinen usül ve hükümlerin hepsini veya
bunlardan bir kısmını kabul etmeyip inkar etmek
veya inkâra delalet eden bir iş yapmak demektir.
Esasen Resül-i Ekrem (S.A.V.)
Efendimizden nakil olunagelen İslami usuller ve şer’i hükümler nakil sıhhati
itibariyle üç kısma ayrılmıştır.
Birinci Kısım: Nebiyyi
Muhterem (S.A.V.) Efendimizden tevatüren nakledilmiş olup dinden olduğu avam ve
havasca, yani bütün müslümanlarca yakinen ve açık bir şekilde bilinen İslâmî
usul ve hükümlerdir. Allah Teâlâ Hazretlerinin (c.c.) varlığı, birliği,
sıfatları ile meleklerin, semavî kitapların, peygamberlerin, kaza ve kader-i
ilâhiyyenin, ahiret gününün, ölümden sonra dirilmenin, cennet ve cehennemin
hakikatının, âlemin sonradan yaratıldığının, kelime-i şehadetin, namazın,
zekâtın, orucun farziyeti, zinanın, livatanın, domuz etinin, haksız yere adam
öldürmenin ve diğer çeşitli zulümlerin haram olması gibi.
İslam dininden olduğu
tevatüren nakl olunup yakinen sabit olan bu çeşit hükümlere İslâmî usul ve dini
zaruretler denir ki, bir insan müslüman olmak için behemehal bunların bütününü
tasdik ve kabul etmesi lazım ve vaciptir.
İmânın asıl rüknü olan
tasdikten sonra zikrolunan usul ve ahkâmı toplam olarak içine alan “Eşhedü enlâ
ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu.” den ibaret olan
kelime-i şehadeti söylemek, imanın şartı veya rüknünden sayılmıştır.
Binaenaleyh zikrolunan bu usül ve hükümlerin tamamına veya ondan bazısına
inanmayıp da red ve inkar etmek veya inkâra delalet eden bir harekette bulunmak
küfürdür ve bunu yapanlar da kâfirdir.
İkinci Kısım: Resûl-i Zîşân
(S.A.V.) Efendimizin dininden olduğu yakinen değil, ancak istidlal ve ictihad
suretiyle bilinen dini meselelerdir. Allah Teâlâ’nın gözle görülüp görülmemesi
meselesi, yakinen bilinmeyen ancak delil ile bilinen mesleler gibi.
Bu çeşit hükümleri ve dini
meseleleri kabul ve red, ikrâr ve inkâr, iman ve küfrün mahiyetine dahil
değildir. Binaenaleyh ictihada ait hükümlerin inkarcısı kâfir olmaz. Şu kadar
ki; şöhret tarikiyle naklolunan dini hükümler ve meseleler, imanın mahiyetine
dahil olmadığından red ve inkârı küfür değilse de dalaleti muciptir.
Üçüncü Kısım: İslam dininden
olduğu ancak haber-i vahid ile bilinen meselelerdir ki, iman ile küfür bu gibi
meselelerle alakalı değildir. Zira sıhhatinin şartları caiz olan haber-i vahid,
itikat kapısında hüccet olamaz. Lakin amel kapısında, yani ibadetler ve
muamelata dair hükümlerden hüccet olur. Binaenaleyh haber-i vahit yoluyla
sıhhati sabit olan dini bir mes’eleyi red ve inkar hatadır.
Arz olunan beş mesele
bunlardan ayrılır.
1. Zikrolunan İslami
usullerden birine inanmadığı halde lisanen tamamını kabul eden kimse, Allah
Teâlâ’nın nezdinde kâfir olur. Buna münafık denir. Nifakı mâlum ise insanlar
nazarında kafir olur. Nifakı malum değilse, zahirdeki ikrarına nazaran müslüman
sayılarak hakkında İslâmî hükümler uygulanır.
2. İslamın esaslarına kalben
inanıp da dilsiz olmak gibi bir özürden dolayı, dil ile ikrar edemeyen kimse,
hem Allah-u Teâlâ nezdinde ve hem insanlar nezdinde mü’mindir.
3. Kalbinde bir çeşit inanmak
olmakla beraber inat ederek, ikrar etmemekte israr eden kimse, hem Allah (c.c.)
nezdinde hem de insanlar nazarında ittifakla kâfirdir. Çünkü onun bu hali
kalbinde kesin bir tasdik bulunmadığına delil ve bürhandır.
4. Kalbinde bir nevi inanmak
bulunmakla beraber ikrarda kudreti varken her nasılsa ömründe bir kere olsun
ikrar etmemiş olan kimse, ulemâdan bazılarına göre Allah (c.c.) nezdinde,
mü’min, bazı ulemaya göre mümin değildir.
5. Zaruret olmaksızın ve kendi
seçimi ile puta, aya, yıldıza, güneşe, secde ve tazim etmek, onlar için kurban
kesmek, Hristiyanlarla beraber kiliseye gidip ayin yapmak, haç takınmak,
Allah’tan başkasına ibadet etmek gibi küfür alameti ve şirklik belirtisi olan
bir fiili irtikab etmek, yahut Allah Teâ’yı (c.c.), meleklerini, şeriatı,
ahireti inkar veya bunlardan birini tahkir etmek, (mesela Kur’ân-ı Kerim-i
çiğnemek gibi) dildeki ikrar ile kalbteki tasdikin yalan olduğuna şeriat
tarafından zahir alamet kılınan bir söz, bir fiil kendisinden sadır olan kimse
mü’min değildir. Zira o söz ile o hareketi o kimsenin dilindeki ikrar ile
kalbindeki tasdikin yalan olduğuna delil ve bürhandır. Onun için her ne kadar
müslüman isminde olup İslâm davasında bulunsa bile irtikab ettiği söz ve hareketi
ile Peygamber Efendimizi yalanladığı cihetle İslâm dininin sahasından ve ehl-i
kıblelikten çıkıp hem Allah (c.c.) katında ve hem müslümanlar nazarında kâfir
olmuş olur.
İlave olmak üzere şunu da arz
edeyim ki: Küfür iki kısım olup, biri asıl, diğeri ârızîdir.
Asli Küfür: Esasen dini
zaruretlerden olan İslâmî usul ve hükümleri kabul etmeyenlerin küfrüdür. Gayr-i
müslimlerin küfrü gibi.
Ârizî Küfür: Aslında İslam
Dinini kabul etmiş veya müslüman sulbünden gelmişken bilâhare kendi arzu ve
ihtiyârı ile lslâmi usül ve dini zarüriyatın hepsini veya İslâm Dininin
yalnızca vicdanî bir işten ibaret olduğuna kail olup da dünya işlerine dair
ihtiva ettiği maddî ve cismânî hükümlerini kabul etmemek gibi dini esaslardan
bazılarını red, inkar, tekzib ve tahkir etmek veyahut, şer’an tahkiri vacib
olanlara ta’zim etmek suretiyle küfrü irtikab etmiş olanların küfrüdür ki
bunlara mürted ve mürteci denir. Zamanımızda türeyen dinsizler bu zümredendir.
Küfrün bu çeşidi evvelkisinden daha zararlı ve daha fenadır. Ve hatta Mürtedlerin
kestikleri yenmez. Müslüman kadınlar ile nikahları helal olmaz ve müslüman
kabristanına defn olunmaları caiz olmaz. Küfür erbabından bir zümre dünya ve
ahiret saadeti gibi büyük nimetlere sebep olan İslam Dininden dönüş ve çıkış
ile ona karşı âsi olup isyan ettikleri için tevbe edip tekrar İslâma kendi
arzuları ile dahil olmazlarsa dünyada şer’i bakımdan idama, ahirette ebedi
azaba mahkümdurlar.
ŞİÂR-I
KÜFR
Şiâr-ı Küfr; her asırda her
beldede değişebilirse de gayr-i müslim milletlerin küfre dair olan en meşhur
âlemetleri şapka, gayyar, zünnâr, küstic, gasli ve sâlibtir.
Şapka: Örfte küfür alameti,
yani gayr-i müslimlerin müslümanlardan ayrılmalarına alamet olan baş
kisvesidir.
Gayyar: Zimmilere mahsus bir
alameti farika’dır ki, bununla müslümanlardan ayırt edilirlerdi. Bazı ana
kitaplarda açıklandığına göre, üst elbiselerinin göğsüne renkçe muhtelif olmak
üzere kurdela gibi bir parça dikerlerdi. Fakat âlâmeti farika her yerde bir
değildi. Belki her beldede belirli özel bir âlâmet vardı. Mesela bazı beldelerde
sarığın rengi alâmet-i farika sayılırdı. Gök renk Nesârâya (Hristiyanlara),
sarı renk Yahudiye alamet olarak konulmuş, beyaz renk de Müslümanlara tahsis
edilmişti.
Zünnâr: Nesârâ ile Mecusi
taifesinin küfür alâmetlerinden olan bir nevi kuşaktır ki ipekten imal edilmiş
olup iç taraflarına kuşanırlar.
Kustiç: Zikrolunan taifelere
mahsus diğer bir nevi kuşaktır ki, parmak kalınlığında olup dıştan kuşanırlar.
Gasli: Yahudilerin
alâmetlerinden olan sarı renkli bir hırkadır.
Salip: Hristiyanların haç
dedikleri şeydir ki, inanışlarınca Hazreti İsa’nın asılmış vücudunun
timsâlidir.
Daha evvel şapka, zünnar,
gıyyar, salip gibi ehli küfrün hususi şiâr ve alâmetleri olan şeyler giyinmek,
kuşanmak, takınmak hususlarının şer’an yasak ve haram olduğu beyan olunmuştu.
Bunun küfrü mucib olup olmamasına gelince, ilk önce şu ciheti arzedeyim ki
zâhir ameller, ruhi ve bâtınî hallerin müzâhiridir. Kalbi haller onda inkişaf
eder ve görülür. Bazı beşeri ameller vardır ki, kalpten bir davet ve saik sebebiyle
insan ona mübaşeret eder. Dış tesirlerden uzak olarak kendi haline kalınca
mutlaka o işi yapmak mecburiyetinde olup ona mani olamaz.
Bazı beşeri ameller de vardır
ki: Kardeşliğe uygunluk, kuvvete tabi olmak, menfaat sağlamak veya zararı yok
etmek gibi ârizi bir takım harici âmil ve sebeplerin tesiriyle mübâşeret
olunur. Arizi olan o sevkedici sebepler ortadan kalkınca, adet halini almamışsa
insan ondan ferâgat edebilir. Mesela almış olduğu terbiye neticesi olmak üzere
bir milletin maneviyatı ile boyanmış ve ruhi halleri ile hallenmiş olan bir
adam kılık kıyafette, adetler ve muaşerette, suret ve sirette o millete benzeme
ve taklide ve onlara uyum göstermeye mecbur olur. Sebep ruhi ve kalbi olduğu
için kendi halinde kaldıkça o kıyafet ve o âdeti, o süret ve sireti terke rıza
ve semâhat gösteremez. Şâyet dış tesirlerle terke mecbur edilirse kalben
müteessir olup ruhundaki izler izâle edilmedikçe o adam bu halden vaz geçemez.
Fakat bir adamın kılık ve kıyafette, adet ve sirette bir millete benzeme ve taklidi
ârizi bir takım dış sebeplerin te’siri ile vaki oluyorsa o adam o hali terk
etmekte beis görmez. Ve bundan dolayı vicdan azabı duymaz.
Şu halde şapka, zünnâr,
gıyyar, salib gibi ehl-i küfrün özel alamet ve işareti olan şeyleri giyinmek,
kuşanmak ve takınmak hususuna sebep, ya sağlamlık bulmuş bir ruh hali veya dış
sebepler olmaktan uzak değildir.
Sebep dış tesir olduğu
takdirde ya istekle kaldırıp atmaya sebep olur veyahut olmaz. Bu makamda aklen
daha başka bir ihtimal düşünülemez. Sebep halet-i ruhiye ise meselâ terbiye ve
itiyad tesiriyle bir adamın ruhu küfür rengi ile boyanmak ve kalbi o maneviyat
ile sıfatlanmış olma neticesi olmak üzere Allah’a Resülullah’a, şeriata ve
diğer dini zarüretlere iman ve itikadı olmadığı için seve seve kâfirlerin kendilerine
has şiar ve âmellerine bürünmüş ve kabul etmiş olursa o kimsenin küfründe şek
ve şüphe yoktur. Ve olamaz. Zira bu apaçık hareketine sebep, küfrün kendisidir.
Onun için fukahâ-i kiram hazerâtı “Küfre niyet eden kimse o andan itibaren
kâfir olur.” diyorlar. Ve keza İslâmda, küfür alâmeti sayılan şeyleri helal
kılan veya haram olduğunu alaya alanların küfrü şüphesizdir. Küfür alametlerine
benzemeyi helal kılmak da bu kabildendir. Zira “Bizden başkasına benzeyen
bizden değildir” Hadis-i şerifi ile küfür adetlerinde, kâfirlere benzemenin
yasaklandığı, Peygamberimizin yaşadığı dönemden, günümüze kadar tevatüren
naklolunagelmekte olup, Ummet-i Muhammedden her asırda bulunan muctehidler
bunun haram olduğuna icma ve ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh kâfirlere âdet!erinde
benzemenin haramlığı şer’i delillerden icma-ı ümmetle sabittir. Onun için helâl
kılmak ve hafife almak küfürdür.
Küfür adeti olan şeyleri
giyinmeye sebep, bir mecburiyet ve çaresizlik, yani el ve ayak gibi bedenî
azalardan birini kesmek veya öldürmek ile tehdit ve zorlamak suretiyle meydana
gelirse zararı ortadan kaldırmak için kalpte iman ve tasdik muhafaza olunduğu
halde ancak o müddet esnasında şapka ve saire gibi küfür âIâmeti giyinmeye
şer’an izin verilmiştir. Binaenaleyh böyle bir mecburiyet haline ma’ruz kalan
bir müslüman, küfrün kıyafetini giyinmekle kâfir olmaz.
Ve yine gayr-i müslimlere
benzemek kasdı olmadığı halde helâkı icab eden sıcaklığı ve soğukluğu gidermek,
zaruretinden dolayı gayri müslim milletlerin kalenseve (bir tür başlık) ve
külahlarını giyinmek küfrü icab etmez.
Ve yine harpte hile ve
düşmanın sırlarını ve durumunu anlamak için veya gayr-i müslimlerin
müslümanlara dokunacak zararlarını def gibi bütün müslümanların faydasına ait
hayırlı bir maksadın ve dini bir hizmetin oluşması için bilerek küfür adeti
olan kıyafeti giyinmek küfrü gerektirmez.
Fakat, ticaret, tahsil ve
seyahat gibi şahsi menfaatler için diyâr-ı küfre gidip de orada veya İslâm
diyarında, bilerek, bir zaruret olmadan ve kendi isteği ile şapka vesair küfür
âdeti olan kıyafetleri giyinen müslüman hakkında ihtilaf olunmuştur. Fakihlerin
çoğunluğu “Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalanseve, yani
şapkayı bir zaruret olmadan ve kendi arzusu ile giyinmek küfürdür. Zira bu
alâmeti küfürdür. Onun için bunu ancak mecusilik, Hristiyanlık, Yahudilik gibi
küfrün çeşitlerinden birini iltizam edenler ve kalpleri küfür rengi ile
boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zahir alametlerle batıni işlere istidlal
ve onun üzerine hükmetmek aklen ve şer’an makbul ve muteber bir yoldur.”
diyorlar.
Fukahâdan bazıları da “Mecusi,
Hristiyan ve diğer kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet adeti olan
kalenseve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman onlara benzemiş ve
onları taklid etmiş olduğu için günahkâr olursa da kâfir olmaz” diyorlar.
İkinciye kail olanlar esbâb-ı
mücibe olmak üzere diyorlar ki: Şapka gibi küfür alâmetini kendi seçimi ile
giyen kimse lisanen muvahhid, kalben musaddık olduğu için mü’mindir.
Büyük müctehidlerden İmâm-ı
Azam (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) Hazretleri demiştir ki: “Bir kimse iman
ve İslâmdan, ancak girdiği kapıdan çıkar.” İmâm-ı Azam’ın bu sözüne nazaran
asaleten girmek ancak ikrar ve tasdik ile olur. Çünkü imanın rüknü bunlardan
ibarettir. Şapka giyen kimsede ise ikrar ile tasdik mevcuttur.
CEVAP:
İmanın bir takım gerekleri
vardır ki, onların yokluğu ile imanın zıddı olan küfür tahakkuk eder. Mesela
Allah Teâlâ’ya, Peygamberlere, Allah’ın kitaplarına ta’zim, imanın lazım olan
şeylerindendir. Bunları hafife ve alaya almak ise ta’zime aykırı olduğu için
küfürdür. Binaenaleyh ta’zime aykırı ve tekzib emâresi olan söz ve fiiller
şer’an küfrü mucib sayılmışlardır. Esasen şeriat nazarında tekzib alâmeti ve
inkar belirtisini taşıyan tasdik ve ikrâr muteber ve itimada şayan değildir.
Şu halde İmam Hazretlerinin
sözünün manası imanın şer’an muteber olan hükümlerine aykırı bir söz bir fiil
müslümandan sudür etmedikçe kâfir olmaz, demektir. Nitekim puta secde etmek,
Allah’ı, Peygamberleri, kitapları, şeriatı tahkir ve alaya almak gibi imana
aykırı olan bir iş işlemek veya bir söz söylemek, tekzib alameti ve inkar
belirtisi olduğu için irtikab edenin küfrü ile hükmolunur. “Feteva’yı Hindiyye”
ve “Muhid-i Burhanî”de deniliyor ki: “Başına Mecusi kalensevesi, yani Mecusi
şapkası giyen kimsenin küfrüne kail olanların kavilleri sahihtir.”
Bu söze sahip olanlara göre,
akide bozukluğundan neş’et ettiğinden Mecusi kalansevesi giyen kimsenin küfrü
ile hükmolunur. Nitekim “Ben Mecusiyim” diyen kimsenin bu sözü, akidesinin
bozukluğunu açıkladığı için küfrü ile hükmolunmuştur.
Çünkü mecusilere mahsus ve
onların kıyafet alâmeti olan kalenseveyi kendi seçimi ile giyinmek, giyenin
ruhen mecusilik maneviyatı ile boyanmış olduğuna alamet ve belirtidir. Onun
için bu kıyafette görülenlerin küfrü ile hükmolunur.
Şunu da arzedeyim ki, bütün
milletlerin baş kisveleri milliyet ve dinleri ile bir çeşit alâkayı haizdir.
Şapkalar, serpuşlar, mesela Avrupa memleketlerinde ne kadar muhtelif şekillere
ayrılırsa aynisın, hepsinin bir asıldan çoğaltılmış olduğu ve zaman ve mekan
itibariyle muhtelif bir şekil olmakla beraber o aslım ruhu muhafaza edilmekte
bulunduğu şüphesizdir. Şu halde şapka din ve milliyet alâmeti olduğu için onu
giyen kimse “Ben bu millettenim” diye bir ikrarda bulunmuş olur. Mukabilinde
serahat bulunan bu gibi belirtiler ise her halde sarih gibi muteberdir. Ancak
mukabilinde fiilen imanın sarahatini gösteren ahval ve ameller karşısında bu
ikrar hükmünden sakıt olabilirse de müslümanlar nazarında o adam kendisini
şüpheden kurtaramaz. Bu mesele şapkayı giymeye sebep, kalbî ve ruhî olmadığı
takdirdedir. Sebep kalbî olursa imanı gösteren ahval ve amellerin riya ve nifak
ve o adamın da mürâî münafık olduğuna hükmedilir.
Esasen kılık ve kıyafet
âdetinde gayr-i müslimlere benzemekten men’ ve nehy ile Peygamber Efendimizin
murad ve maksadı müslümanlar arasında İslâmî milliyeti kurmaktır. İslîmi
milliyetin dayanak noktası da küfür milliyetine mahsus olan, şiar, adet ve
tavırlarda kâfirlerden ayrılıp onlara benzememektir. Binaenaleyh İslâm
ümmetçiliğinde gayret göstermek, imanın gereğidir. Onun için her müslüman dini
hükümlere ters ve bilhassa İslâm milliyetine muhalif olan işlerden
kaçınmalıdır.
Şu halde lisanen ikrar ve
bedenen ibadet ve amel gibi İslâmi milliyetin açık belirtileri ile asla
alâkadarlık göstermeyip kılık ve kıyafetten başka gayr-ı müslimlerden farkı
kalmamış olanlar, kıyafetlerini de onlara benzetiverince batınlarındaki imanı
temsil edecek ve İslâm ümmetçiliğini gösterecek hiç bir halleri kalmadığı için “Bir
millete benzemeye çalışan kimse, onlardan olur.” Hadis-i şerifinin iktizasınca
o adamların kefere zümresine iltihak etmiş olduklarına kat-i bir surette
hükmolunur. Bu hakikati açıklamak için bir misal vermek isterim. Her devletin
özel alâmetleri içeren bir çeşit bayrağı vardır ki, o bayrak hangi vapurun,
zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin
olduğuna hükmolunur. Mesela bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle
İngiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde yalnız şanlı bayrağının
alameti farikasıyla onlardan ayrılır. Bu alameti görenler bizim zırhlımız
olduğuna hükmederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi
siyaseten, örfen, adeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi,
hıyaneti vataniyye, cinayet-i milliyye ve ecnebi taraftarlığı suçuyla itham
edilerek idamına hükmolunur. Bunun için medeni memleketlerden hiç birisinin
bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklit ve
teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.
İşte bunun gibi “Bizden
başkasına benzeyen, bizden değildir” Hadis-i şerifi ile müslümanların, şiar ve
alamet-i küfürde gayr-i müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır.
Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının
bizim olmadığına hükmedecekleri gibi şapka, haç ve sair küfür alameti giyen ve
takanların İslâmî kimlikten çıkıp kâfirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına
hükmederler.
Fukaha-i Kiram Hazerâtı,
Mecusi kalensevesi giyen kimsenin küfrünü açıkladıkları halde Yahudi
kalansevesinden bahsetmiyorlar. Bunları giyinmek küfrü gerektirmez mi diye
sorulursa cevap olmak üzere deriz ki, şer’i şerif nazarında küfr, tek bir
millet sayıldığı için, küfür alametleri arasında fark yoktur.
Binaenaleyh, gayri müslim
unsurlardan hangisi olursa olsun, onların adeti olan şeyleri giyinmek,
takınmak, kuşanmak, sahih kavle göre küfürdür. “Bizden başkasına benzeyen
bizden değildir. Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyiniz.” Hadis-i şerifi gayri
müslim milletlere mahsus olan şiar ve alamet arasında şer’an fark olmadığına
delildir.
Şapka, zünnâr, haç gibi küfür
alâmetinden sayılan şeyleri giyinmekle, şer’an yapılması emrolunan şeyleri,
mesela namaz ve zekatı terk ve nehyedilen şeyleri, mesela zinayı, hırsızlığı
yapmak arasındaki fark nedir ki, evvelkiler küfür alameti ve tekzib emaresi
sayıldığı halde ikinciler sayılmıyor diye bir soru ortaya çıkarsa cevap olarak
deriz ki;
Vakıa ikinciler de evvelkiler
gibi şer’an yasak iseler de, nefsî heves ve arzular, bunları yapmaya fıtraten
meyillidirler. Onun için şahevi kuvvetleri akıllarına galip gelen insanlar
dinen yasak olan nefsani arzuları yerine getirmekten uzak değildirler. İşte
bunun için Peygamberimiz (S.A.V.) onları tekzib alâmeti saymamıştır.
Fakat küfür ehline ait olan
adet ve alâmeti işlemek için böyle bir özür ve fıtri bir meyil yoktur. Zira bu
esasen nefsin arzu ve meyil ettiği arzulardan değildir. Şu halde bunu işlemeye
sebep akîde bozukluğundan başka bir şey olmadığı için İslâm, şer’i yasakların
bu kısmını küfür alameti ve inkâr belirtisi saymakla bunları işleyenin küfrüne
hükmetmiştir.
Fukahâ-i kiram hazeratı: “Bir
meselede doksan dokuz ihtimal küfre ve bir ihtimal de küfür olmadığına olursa
ikinci cihet, yani küfürde olmama ciheti tercih olunmak suretiyle fetva vermek
gerekir. Zira küfür büyük cinayet olduğundan küfürde olmama cihetinde bir
ihtimal varken tekfir cihetine gidilmesi uygun olmaz.” diyorlar. Şu halde buna
nazaran küfür alametlerini irtikab edenler nasıl tekfir olunabilir, diye
sorulursa cevabda deriz ki; Fukahâ-i kirâm hazeratının bu sözleri meselede
küfürde olmama ihtimali bulunmasına göredir. Böyle bir ihtimal bulunmadığı
takdirde, icmâ ile küfür üzere fetva verilmesi icab eder. Bununla beraber
fukahânın bu sözleri gerçeğe değil, ihtiyada dayanarak söylenmiştir. Mesele
iman ve küfre müteallik olduğundan gayet mühimdir. Onun için bir meselede
küfre, doksan dokuzda değil, hatta bir ihtimal bile olsa aklı başında bir
müslüman böyle tehlikeli bir şeye cüret etmemelidir. Zira o bir ihtimal aslında
küfrü gerektirebilir. Müslüman için en muteber ve en kıymetli olan, iman ve
İslâmî meselelerinde küfür şüphesi olabilecek şeylerden sakınmalarını din
kardeşlerimize tavsiye eder ve “Dilediğinizi işleyiniz, Allah amelinizi
görüyür.” (Tevbe: 105) âyetinin yüce manasına müslüman kardeşlerimizin
dikkatini çekerim. (Ey görüş sahipleri ibret alınız). Ve selam Cenab-ı Hakka
tabi olanlara olsun. Her hal ve vakitte hamd, Alemlerin Rabbine ve salat-ü
selam, Peygamberlerin efendisine ve onun âline ve ashabına olsun. Amin.
10 Zilhicce Sene 1342 – 12
Temmuz sene 1340 (1924)
-SON-
www.ihvanlar.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.