Nefs-i
emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye yükselen mümin, bu merhalede de tevbe,
istiğfar, günahlardan sakınmak, mânevî irşâda gönül vermek ve bâzı nefs
mücâhedeleriyle mülheme mertebesine vâsıl olur.
Bu mertebede
kul, Allâh’ın lutfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırd edebilme ve
şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirâyetine kavuşur. Kalbi
Allâh’tan gâfil kılan her şeyden uzaklaşır.
Artık halk
nazarındakinden çok, Hak katındaki mevkiinin endîşesiyle dolar.
Îmânın
hakîkatleri kalbde inkişâf hâlindedir.
Nefsin bu
mertebesinin “mülheme” tâbiriyle ifâde olunması da Kur’ân-ı Kerîm’deki:
“Nefse ve
onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücûr ve takvâsını
ilhâm edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) âyetlerinden gelmektedir.
Nefs-i
mülheme, ilhâma mazhar olan nefstir. Nefsin bu merhalesini yaşayanlar, ilâhî
emir ve yasaklara güzelce riâyet bereketiyle, ledünnî hakîkatlerden, mârifet ve
keşiften de bir nebze nasîbdâr olmaya başlarlar.
Kul, aşk ile
rûhlar âlemine müteveccih bir hâle gelir, taraf-ı ilâhîden bâzı ilhâmlara ve
kısmen Rabbânî esintilere mazhar olacak bir kıvâma ulaşır. Lâkin bu ilhâm
esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek için, bir mânevî rehberin
kontrolüne mutlak sûrette ihtiyaç vardır.
Zîrâ girilen
mücâhedede nefs mağlûb durumda ise de, yine boş durmayıp rûh-i sultânîyi gâlip
mevkiinden düşürmek için gizli hîle ve vesveselerle kalbi meşgûl etmeye devâm
eder. Bu sebeple mülheme mertebesindekilerin Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve
teslîmiyetleri, kâmil mânâda değildir. Yâni zâhirî ve fiilî kemâlât, henüz
bâtında gerçekleşmemiştir.
Kötü ve
çirkin huylar, çoğu kez fiiliyâta geçmese de hâlâ mevcûddur. Zâhirî sebep ve
illetler âleminden hakîkat iklîmine henüz geçilememiş ve bu sebeple de
tereddüd, kuruntu, gönül darlıkları, vehim ve ihtiraslar tamamen atılıp,
teslîmiyetin huzur ve saâdetine kavuşulamamıştır. Gönüller, geçim ve ikbâl
kaygıları gibi çeşitli tûl-i emellerle muzdariptir. Bugünün rızkına nâil
oldukları hâlde yarınki rızıkları için endişe duyarlar. Zâhiren Cenâb-ı Hakk’ın
“Rezzâk” sıfatını kabul ederlerse de belki farkında olmaksızın, kalben
duydukları endişeyle bu sıfat-ı ilâhiyyeye îtimadsızlık mevkiinde kalabilirler.
Bu ve benzeri diğer hâllerde de; Allâh’ın takdîrine rızâ, O’na teslîmiyet ve
tevekkül, -henüz kalben ve tahkîkî olarak gerçekleşmediğinden-, sûretâ ve
taklîdî bir şekilde îfâ edilmektedir.
Yine bu
merhalede, nefsin arzu ettiği şeyleri terk edip, istemediklerini yapmak
sûretiyle, nefs terbiyesinde bir nebze muvaffak olunmuştur. Ancak rûh-i hayvânî
mağlûb olmuşsa da rûh-i sultânîden kaynaklanan temiz huylar ve güzel ahlâk
henüz tam olarak yerleşmemiştir.
Bunun
yerleşmesi, sâdece nefsin hoşlandıklarını terk edip hoşlanmadıklarını yapmakla,
yâni sırf riyâzet ve mücâhede ile mümkün olmaz. Bunlarla birlikte “zikrullâh”a
da ihtiyaç vardır. Fakat kalb, dünyevî endişe ve ihtiraslarla meşgûl
bulundukça, zikrin safâsına ve netîcede itmi’nâna eremez. Zikrullâhın âdâbına
riâyetle îfâ edilebilmesi için de ehlullâhın mânevî irşâd ve rehberliğine
ihtiyaç vardır.
Ne zaman ki
kul, bir tedâvî ve telâfî maksadıyla değil de, derin bir zevk ve lezzet
hâlinde, aşk ve vecd içinde Rabbini zikretmeye başlarsa, o an zikrin gerçek
safâsına nâil olur. O zaman Rabbânî ilhâmlarla kâinâtın sırlarına vâkıf olur,
orada sergilenen ilâhî kudret akışlarına hayran kalır ve gönlü mutmain olur.
Cenâb-ı
Hakk’ın:
ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ
“(Rasûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet
ve güzel öğütle çağır.” (en-Nahl, 125) buyruğundan hisse almaya başlar,
sözleri güzel ve hikmetli olur. Çünkü o, artık ilhâma mazhar olmuş bir kuldur.
Bu minvâlde
mesâfe alındıkça da hayvânî rûh, yâni nefs, sultânî rûhun emrine râm olmaya ve
bu sâyede de süflî temâyüllerin iğvâsından kurtulmaya başlar. Müsâmaha, sabır
ve tahammül gücü artar; tevâzû, kanaat ve cömertlikte yüksek bir seviye
kazanır.
Ancak bu
mertebenin âfeti de, “bir şey oldum” zannına kapılarak gaflet ile kibir ve
ucuba sürüklenivermektir. Bu sebeple mülhemedeki bir mümin, dâimâ ilâhî
müşâhede altında bulunduğunu bilip, hâl ve tavırlarını tevâzû ve fânîlik
duygularıyla tâyin etmelidir. Öte yandan dünyâ hayâtını âhiret düşüncesinden
gâfil olmaksızın mütâlaa edebilecek bir görüş ufkuna ulaşarak, tefekkür-i mevt
olgunluğuna bürünmelidir.
Nitekim Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ölümü çokça
hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyâya
karşı zâhid kılar. Eğer siz zenginken onu anarsanız, zenginliği(n âfetlerini)
giderir. Fakirken onu anarsanız, hayatınızdan hoşnûd kılar.” (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I,
47) buyurmuştur.
Nefsi bu
mertebeye erişmiş olan bir sâlik, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:
“Hesâba
çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekin. Henüz ilâhî terâzide tartılmadan önce amellerinizi
bir tartın. Hiçbir amelinizin kendisine gizli kalmayacağı Cenâb-ı Hakk’ın
huzûruna çıkmadan evvel, o büyük mahkemeye hazırlanın.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27)
nasîhatlerinin muktezâsını yaşama azmi içinde bulunmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.