Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesâba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesâfe alırlar.
Böyle
kimseler, nefs-i emmâredeki gibi “nasıl olsa Allâh affeder” düşüncesiyle avunma
gafletinden nisbeten arındıkları için, kendilerini tesellî edemezler. Bu
sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfâr ederler. İlmiyle âmil
olamadığı için pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gözyaşı döküp
tevbe-istiğfâr ettikten sonra yine aynı kötülüklere dönenler de bu sınıfa
dâhildirler.
Levm etmek,
kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın
emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak
vicdânı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu
mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip
kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır.
Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara
düşmekten de kendini kurtaramaz.
Rûh-i
sultânî, hayvânî rûhun esâretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların
hemen akabinden pişmanlık zuhûr eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur.
Ancak nefs, henüz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz.
Böyle kimseler, kötülüklerden vicdânen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen
menfî tesirleri reddedebilecek dirâyet henüz kendilerinde gelişmediği için
günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla
birlikte günâha dalmak gibi…
Böyleleri,
ekseriyâ yaptığı hasenât ile mesrûr, işlediği seyyiât ile de mahzûndur. Şehevî
arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır.
Tevbe temâyülleri kuvvetlenmiştir. Kalbin nûruyla bir miktar nurlanmış ve o
ölçüde de gafletten uyanmıştır.
Bu
kimselerin, Allâh Teâlâ’nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma
görülür. Amelleri ekseriyetle Allâh içindir. Ancak ilâhî ilhâmların bahşettiği
huzûr ve sükûna tam mânâsıyla kavuşamadıklarından, Allâh için yaptıkları sâlih
amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i
emmârenin bâzı kötü huyları devâm etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini
kınamaktadır.
Nefsin vâsıl
olduğu bu merhalenin ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki:
وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim…” (el-Kıyâme,
2) âyetinden gelmektedir.
İnsanın
kendi nefsini levm etmesi, yâni onu şiddetle kınaması, sırf kuru sözlerle vukû
buluyorsa, bunun umulan netîceyi hâsıl etmeyeceği âşikârdır. Zîrâ “levvâme” ve
“emmâre” mertebeleri arasında gâyet hassas ve ince bir sınır vardır. Kişinin,
nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle içinde bir kibir hâli
beliriyorsa, orada hâlâ gizli de olsa nefs-i emmârenin hükümranlığı devâm
ediyor demektir.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Andolsun ki
insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (Zîrâ) Biz ona şah damarından
daha yakınız.” (Kâf, 16) buyurmaktadır.
Bu itibarla
insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmârenin gizli desîselerinden ve
kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinâb etmelidir.
Çünkü bâzı
insanlar tevâzuu, fıtratlarının bir îcâbı olarak değil, kendileri hakkında
“mütevâzî” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır
takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyâkâr hâl, aslında
“tevâzuun fahrı”ndan9 ibârettir.
Tevbede
sebatkâr olup kötü fiillerden arınabilmek, ancak mânevî terbiye ile mümkündür.
Levvâme mertebesindeki nefs, şâyet mânevî terbiye altında ve sâlihlerle
birlikte bulunuyorsa, kötü fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar
dönmez. Ancak kalbde kin, hased, kibir gibi bâzı kötü huylar kalır.
Levvâmeden
kurtulup mülhemeye geçiş, yine mânevî terbiyenin mühim bir usûlü olan
“râbıta”ya devâmla olur. Yâni her hâl ve tavırda haramlardan sakınmak ve ilâhî
emirlere riâyet etmek üzere, kendisine söz verdiği ve mânevî terbiyede rehber
bildiği mürşid-i kâmilin, mânen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve
bu gönül berâberliği duygularıyla hareket etmelidir.
Nefsini
dâimâ hesâba çekmeli, kendisinde hangi kötü ahlâk varsa bunların herbirini
tedricî bir sûrette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kötü
huyların tersi ve mukâbili olan güzel ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır.
Meselâ kibre mağlûb biriyse, tevâzû ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasedle
mâlul biriyse, mümin kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların
kusurlarından önce kendi kusurlarıyla meşgûl olmalıdır. Müminin mümin için bir
ayna olduğunu, kötü gözle baktığında kötülükler; iyi gözle baktığında ise güzellikler
göreceğini düşünmeli ve nefsini müminlerin güzel yönleriyle meşgûl etmelidir.
Yine bu
mertebede zikrullâha devâm edip mâsiyete karşı âgâh bulunmalı ve kalb âlemini
muhabbetullâh nurlarıyla aydınlatmaya gayret etmelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.