Bu mertebede
kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiştir. Davranış
olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve bütün beşeriyyete nümûne olan Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek ahlâkı, târifsiz bir zevk ile
güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ ile
taçlanmıştır. Mutmainne, ârif-i billâh olan, takvâ ve yakîn ehlinin nefsidir.
Böyle kimselerin gönülleri dâimâ Hakk’ın zikriyle meşgûldür. Ahkâm-ı
şer’iyyenin bâtınına da vâkıf olmuşlardır.
İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri:
“Nefs-i
mutmainneye kadar yapılan ibâdetler ve kulluk taklidîdir. Nefs-i mutmainnede
ise bunlar taklidden tahkîke dönüşür.” buyurmuştur.
Kullukta
tahkîke yükselmek ise şeriat, tarîkat, hakîkat ve mârifet sıralamasındaki
“hakîkat mertebesine” vâsıl olmak demektir. Erişilen bu kemâlât, mes’ûliyet
anlayışında da yüksek bir hassâsiyeti berâberinde getirir. Şöyle ki, şer’an
âkıl-bâliğ olmayanlar, dînin hükümlerinden mes’ûl sayılmazlar. Mes’ûliyet ancak
âkıl-bâliğ olanlara âittir.
Bunun gibi,
tasavvufî yollardan birine intisâb eden bir sâlik de, seyr ü sülûkünü
tamamlayıncaya kadar, mâsum bir çocuk gibi kabul edilerek tarîkat âdâbına dâir
kusurları cihetiyle hoşgörülür. Zîrâ tarîkatte sâlik, ancak seyr u sülûkünü
tamamladığı anda “rüşd”e ermiş sayılır. Artık, şeriat gibi tarîkat âdâbına dâir
işlediği kusurlardan da mes’ûl olur. Ancak “hakîkat” cihetine dâir
kusurlarından henüz mes’ûl sayılmaz. Bu mes’ul olmama durumu, mutmainne mertebesine
adım atınca mes’ûliyete dönüşür. Zîrâ mutmainnede “hakîkat” cihetiyle de rüşde
ermiş olur.
Bu
sebepledir ki şeriatte mübâh olan bâzı şeyler, tarîkatte küçük günah gibi
telakkî edilir. Tarîkatte küçük günah olan şeyler ise, hakîkat ve mârifette
büyük günah gibi ciddî ve mühim addedilir.
Meselâ
şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek
israftır. Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek
israftır. Mârifette de, bütün bunlara ilâveten nîmetlerdeki ilâhî tecellîleri
görmeden yemek israftır. Zîrâ Cenâb-ı Hak her şeyde kendi varlığına bir işâret
sunmaktadır. Diğer bütün hususlarda da durum bunun gibidir.
İşte nefs-i
mutmainne, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîk ve inâyetiyle hakîkat, sekînet ve yakîne10
kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhâmlara da nâil
olmuştur.
Bu mertebede
kalbin üzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri
ayne’l-yakîn mertebesinde müşâhede hâlindedir. Yâni kalb, tereddüd ve
şüphelerden arınmış, gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi’nân ve huzûra
ermiştir. Bu hâle erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zâhiren ve hem de
bâtınen tereddüdsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde îfâ eder. Üstelik bu
kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının zıddını
iddiâ etseler, onda en ufak bir tereddüd hâsıl edemezler. Çünkü o, maddî ve
mânevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.
Artık
böyleleri, îmânları uğruna hiçbir çile ve mücâdeleden korkmazlar. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’de kıssası anlatılan Firavun’un sihirbazları da, Hazret-i Mûsâ
-aleyhisselâm-’dan gördükleri apaçık mûcize karşısında mutmain bir gönülle
Allâh’a îmân etmiş ve îmândaki kararlılıklarını canları pahasına muhâfaza
etmişlerdir. Zâlim Firavun’un, îmânlarından dönmedikleri takdîrde el ve
ayaklarını çaprazlama kestireceği ve kendilerini hurma ağaçlarına astıracağı
tehditlerine bile aslâ aldırış etmemiş:
“… Biz zaten
Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara
inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver
ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 125-126)
diyerek
büyük bir îmân heyecânı içinde canlarını seve seve fedâ etmişlerdir.
Zîrâ bu
makâmda gözleri perdeleyen beşerî kesâfet fenâ bulup, latîf duygularla hakîkat
nûru zuhûr etmiş olduğundan:
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
“Ey
itmi’nâna ermiş (itaatkâr)
nefs!” (el-Fecr, 27)
şeklindeki
iltifatkâr
hitâb-ı ilâhîye mazhariyet nasîb olmuştur.
Görüldüğü
üzere, mutmainneden aşağı derecedeki nefisler, ilâhî iltifâta lâyık
olamamışlardır. Ancak itmi’nâna ermiş olan nefs-i mutmainne ve daha üst
mertebedeki nefisler buna mazhar olabilmektedirler. Bu iltifâta lâyık olabilmek
ise ciddî bir cehd ve gayret sarfedip, nefsi itaat altına almakla mümkündür.
Mutmainneye
nâil olan bahtiyar kullar, sırasıyla râdıye, merdıyye ve kâmile denilen üç yüce
mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, muvaffakıyetleri nispetinde bunlarla Hakk’a
yakınlık ve vuslatın zirvesine ererler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.