İnsanlık
târihinde, fazîlet, adâlet, diğergâmlık ve yüce ahlâk bakımından en müstesnâ
devir, hiç şüphesiz ki asr-ı saâdettir. Çünkü o mübârek devir, bütün âlemlerin
yaratılış sebebi olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
yaşadığı bir devirdir. O devir, O’nun feyz ve rûhâniyetiyle şekillenmiş bir
devirdir. O devir, derin bir tefekkür iklîminde ve müşâhede makamında Allah ve
Rasûlü’nü yakînen tanıma devridir.
İşte o
mübârek devrin toplumu, en koyu bir câhiliye karanlığından, en zirve fazîletler
medeniyetine yükselerek, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna
ulaşmıştır. Bu toplumun fertleri de, «sahâbe-i kirâm» yâni «Hazret-i
Peygamber’e her hususta candan bağlı ve sâdık, çok kıymetli, mübârek dostlar»
diye adlandırılmıştır.
Dolayısıyla;
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerini, davranışlarını ve
hâllerini en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere nûrânî izler intikâl
ettiren yegâne nesil, ashâb-ı kirâmdır.
Hulefâ-i
Râşidîn
Ashâb-ı
kirâm içinde de Allah Rasûlü’nün kalbî rikkatleri, ince duyuşları ve
hassâsiyetleri ile yoğrularak şahsiyet kazananların başında Hulefâ-i
Râşidîn, yâni dört büyük halîfe gelir. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü’ne çok
müstesnâ bir aşk ve gönül bağı ile bağlanmışlar ve damlanın deryadaki hâli
gibi, Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâk ve hâliyle hâllenmişlerdir. Böylece
onların gönül âlemleri, Allah Rasûlü’ne olan muhabbetle ilâhî aşkın
tecellîgâhı, mârifetullâh hazînesinin de muhteşem bir sarayı hâline gelmiştir.
Yine onların sözleri ve ibret dolu hâlleri, birer hikmet ve sırlar manzûmesi
olmuş ve bütün ümmete en güzel öğüt ve örnek vasfına bürünmüştür.
Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hulefâ-i Râşidîn devrinin kıymetini
ifade sadedinde:
“(Benden
sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…”[19] buyurmuştur. Böylece, kendisinden sonra idârî
yapıdaki işleyişin zaman zaman müsbet bir şekilde yürütüleceğine, zaman zaman
da zaafa uğrayacağına işâret etmiştir.
Bu safhanın
ilk yılları, asr-ı saâdetteki huzur ve âhengin devâm ettiği zamanlardır ki, bunun
en büyük âmili Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın basîret ve liyâkatidir.
Hazret-i Ebû
Bekir -radıyallâhu anh-
İlk halîfe
seçilen Hazret-i Ebû Bekir, devr-i saâdette yüksek sadâkat, teslîmiyet,
aşk ve muhabbetiyle Allah Rasûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en
üst seviyede yaşamıştı. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Nitekim -aleyhissalâtü
vesselâm- Efendimiz:
“Kalbimde ne
varsa Ebû Bekir’e ilkā ettim.” buyurmuştur.[20] Fakat bu aynîleşme hâli,
nice fedâkârlıklar ve büyük bedel ödemeler neticesinde gerçekleşmiştir. Zîrâ
insan en ağır bedeli, muhabbeti uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır
bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.
Hazret-i Ebû
Bekir Efendimiz de, Allah ve Rasûlü ile dost olabilmenin ulvî lezzetine gark
olmak için, ömrü boyunca bu dostluk ve muhabbetin bedelini ödeyebilme gayret ve
heyecanı içinde yaşadı. Hicrette Allah Rasûlü’ne yoldaş olma şerefine erdi.
Nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî yolculukta Sevr Mağarası’nda
üç gün Efendimiz’in sadrından sır ve hikmet devşirdi. Ulvî bir yakınlık ve
beraberliğin şeref ve fazîletine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi
inkişâf ettirme dershânesi hâline gelen o yerde, üçüncüleri Allâh olan «ikinin
ikincisi» pâyesine erdi. Varlık Nûru, bu azîz arkadaşına; “Mahzûn olma,
Allah bizimledir!..” (et-Tevbe, 40)
buyurarak “maiyyet
sırrı”nın, yâni Allâh ile beraber olmanın keyfiyetini telkin ediyordu.
Bu hâli
ârifler, gizli zikir tâliminin başlangıcı ve gönüllerin Allâh ile
itmi’nâna ermesinin ilk tezâhürü olarak değerlendirmişlerdir. Yâni tasavvufta
kalpten kalbe sır naklinin İslâm târihindeki bilinen ilk tezâhür mekânı
Sevr Mağarası, onun tâlihli muhâtabı olarak da Hazret-i Ebû Bekir
-radıyallâhu anh- kabûl edilir. Bunun için Hazret-i Sıddîk, ucu kıyamete
kadar devâm edecek olan Altın Silsile’nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir.
Bu demektir
ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbet
nisbetinde hâsıl olur. Çünkü sevginin şartı ve aşkın alâmeti, sevilen kişinin
sevdiği şeyleri de sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme
yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebû Bekir’in hayâtı böyle tecellîlerle
doludur.
Ebû Bekir
Bendendir, Ben De Ondanım
O, bir ömür
ilâhî aşk ve muhabbet yangını içinde kendi benliğinden geçti. Yalnızca Allah
Rasûlü’nün varlığında hayat buldu. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- Efendimiz ile her yeni buluşma vaktinde ve sohbetinde apayrı
bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve
hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi.
Birgün
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ebû
Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından
faydalanmadım…” buyurmuştu.
Hazret-i Ebû
Bekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde:
“Ben ve
malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallah?!.” (İbn-i Mâce, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî,
11) demek sûretiyle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını
ve O’nda fânî olduğunu ifade etmiştir.
Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm- da bu aynîleşme sebebiyle:
“Ebû Bekir
bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve âhirette kardeşimdir.”[21] buyurarak, mânâ âlemindeki
beraberliklerini ve kalpten kalbe gerçekleşen hâl akışını ifade etmişlerdir.
Nebevî
Esrârın En Yakın Mahremi
Ebû Bekir
-radıyallâhu anh-, gönlünü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in
kalb âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o,
Peygamber Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî oluş
sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin
bir mânâ kazandı. Öyle ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini,
Rasûlullah Efendimiz’in sözlerini ve hâdiselerin akışını idrâk husûsunda
ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri,
üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:
“…Bugün size
dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn
olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına sevindi.
Fakat Hazret-i Ebû Bekir, yüksek firâsetiyle bundan, Allah Teâlâ’nın pek
yakında azîz Rasûlü’nü ebediyyet âlemine dâvet buyuracağını sezdi. Gönlüne
düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.[22]
Ebû Bekir
-radıyallâhu anh-’ın bu ince kavrayışını gösteren misâllerden biri de şudur:
Allah Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle
mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu
anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendilerini iyi hissederek mescide
çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasîhatlerde bulunduktan sonra:
“Şânı yüce
olan Allah, bir kulunu, dünyâ ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest
bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..” buyurdu.
Bu sözler
üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da
sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Çünkü
o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda
başladı. Hıçkıra hıçkıra:
“–Anam,
babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Sana babalarımızı, analarımızı,
canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III,
91)
Cemaat
içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyâya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı.
Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir anlam verememiş, büyük bir
hayretle birbirlerine:
“–Rasûlullah
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden
bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî,
Salât, 80)
Çünkü dünyâ
ile Allah katındakiler arasında serbest bırakılan sâlih kulun, Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu akıllarına bile getirmemişler
ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnâda Rasûlullah
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü tesellî
hem de ashâbına onun değerini beyan için sözlerine şöyle devâm etti:
“Bize
iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir.
Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını
kıyâmet günü Allah verecektir.
Sohbetiyle
olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben,
Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekir’i dost edinirdim.
Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”
Sonra
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gittikçe yaklaşan vefat ânı
dolayısıyla da şöyle buyurdu:
“Mescide
açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû Bekir’inki açık kalsın! Ben,
Ebû Bekir’in kapısının üzerinde bir nûr görüyorum…”[23]
Böylece o
hazin vedâ ânında bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir -radıyallâhu
anh-’ın kapısı açık kaldı.
İşârî mânâda
bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne husûsî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk
misâli büyük bir itaat, teslîmiyet, sadâkat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet
ile açılabilir.
Sarsılmaz
Bir Îman Kalesi
Ashâbın en
zenginlerinden biri olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nde fânî
olunca, canını ve malını cömertçe O’nun yolunda fedâ etmişti. Servetini birçok
defâlar tamamıyla Allah Rasûlü’ne getirmiş, tıpkı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- gibi, fakirliğe düşmekten korkmaksızın infakta bulunmuştu.
Hattâ kendisine:
“–Çoluk
çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekir?” diye soran Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a büyük
bir gönül huzûruyla:
“–Allah ve
Rasûlü’nü bıraktım!..” demişti.[24]
Allah Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından hiçbirinin malını tamamıyla infâk
etmesine izin vermez, yalnız Ebû Bekir’e müsâade ederdi. Zîrâ bütün malı-mülkü
infâk ettikten sonra yaşanabilecek fakr u zarûret içinde, nefs ve şeytanın
iğvâsıyla, gönüllerde bir pişmanlık peydâ olması muhtemeldir. Böyle bir
pişmanlık ise, yapılan hayır ve hasenâtın fazîletini yok edip, ecrini zâyî
eder. Fakat Hazret-i Sıddîk’ın gönül âlemi, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle
perçinlenmiş, aslâ sarsılmaz bir îman kalesi gibiydi.
Nitekim
Hazret-i Sıddîk’ın Mîrac hâdisesinde sergilediği kalbî sarsılmazlık
ve tereddüdsüz bir şekilde Allah Rasûlü’nü tasdîk edişi de, ancak kalbinin
kazandığı îman kuvvetiyle îzâh olunabilir. Onun bu kalbî mukâvemetini
ifade sadedinde Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Hazret-i
Ebû Bekir, hiçbir (menfî) rüzgârın tesir edemediği bir dağ gibidir.” buyurmuştur.
Hakîkaten
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, birçok defâ Allah yolunda bütün servetini cömertçe
fedâ ettiğinden, fakr u zarûret içinde kaldığı zamanlar olmuştu. Fakat Allah ve
Rasûlü’nün hoşnutluğu, ona bütün dünyevî sıkıntıları bir lezzet hâline
getirmiş, büyük bir gönül huzûru ve rızâ hâli içinde yaşamasını sağlamıştır.
Nitekim
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun bu hâlini şöyle ifade buyurmuştur:
“Yeryüzünde
yaşayan bir ölü (yâni nefsânî arzularını bertaraf etmiş birini) görmek isteyen,
Ebû Bekir’e baksın!” (kaynak)
Tevâzû ve
“Hiçlik” İklîmi
İşte kendi
varlık ve benliğinden sıyrılarak âdeta Allah Rasûlü’nde var olan Ebû Bekir
-radıyallâhu anh-, bu şekilde Muhammedî ahlâkın canlı bir misâli olmuştu. O da
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- gibi kendi derdini unutmuş, şefkatte
zirveleşmiş, ümmetin derdiyle dertlenmişti. “Nefsî, nefsî”
hodgâmlığından geçmiş; “ümmetî, ümmetî” diğergâmlığına ermişti. Onun bu
hâli, duâlarına şöyle aksediyordu:
“Yâ Rabbî!
Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki, başka kullarına orada yer
kalmasın!..”
Şüphesiz ki
onun bu ifadesi, hem şefkat ve merhametinin büyüklüğünü, hem de Allah korkusu
sebebiyle nefsini nasıl bir tevâzû ve “hiçlik” iklîminde hakîr ve zelîl
gördüğünü dile getiriyordu.
Ümmetin en
fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, halîfe seçildiğinde de
minbere çıkarak büyük bir tevâzû içinde şöyle hitâb etti:
“Ey
insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş
bulunuyorum. Şayet vazîfemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış
hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ,
s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181)
Yâni o büyük
sahâbî, “îkaz ve tembih kabûl etme” fazîletini de büyük bir tevâzu ve
olgunlukla yaşadı. Halk kendisine bey’at ederken de şöyle buyurdu:
“Ben, hiçbir
zaman hilâfet istemedim, ona rağbet de etmedim. Gizli ve âşikâr hiçbir şekilde
bunu Allah’tan dilemedim. Çünkü (mes’ûliyet endişesinden dolayı) halîfelikte
bana rahatlık yoktur.”
Gerçekten de
Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca, önceki hayâtına göre daha mütevâzı,
daha zâhidâne, daha müstağnî bir hâle bürünmüştü. Halîfe olmadan önce
çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı.
Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun meşgalelerinin artacağını, belki hayat
şartlarının değişeceğini, bundan böyle yetimlerin koyunlarını sağmayacağını
düşünmeye başlamışlardı. Ancak değişen bir şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle
yetimlerin koyunlarını sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devâm etti.
(Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebû Bekir, s. 82)
Halîfeliğinden
önce de sonra da aslâ dünyâya meyletmedi. Tıpkı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- gibi, bütün arzusu; âhiret yolculuğunu, ilâhî vuslat iştiyâkı içinde
ve dünyâ sıkletlerinden âzâde bir gönül huzûruyla tamamlamaktı. Bu sebepledir
ki vefâtına yakın, büyük bir istiğnâ hâli içinde, kendisine âit bir arâzinin
satılıp halîfeliği müddetince zarûreten aldığı maaşların devlet hazinesine geri
ödenmesini vasiyet etti. (İbn-i-Esîr, el-Kâmil, II, 428-429)
Muvâzene ve
Îtidâl Numûnesi
Hayâtında
muazzam bir ilâhî denge vardı. Her zaman büyük bir tevâzû ve mahfiyet
sergiledi, ancak aslâ zillet ve acziyet göstermedi. Dâimâ vakarlı oldu, fakat
gurur ve kibre kapılmadı. Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve yumuşak
huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur olmasını bildi. Her hâliyle
büyük bir muvâzene ve îtidâl numûnesiydi.
Bütün bu
sıfatlarıyla o, Hazret-i Peygamber’in emirlerine muhâlefete aslâ tahammül
göstermedi. İslâm’ın sebatkâr bir müdâfii oldu. Dînin hükümlerinden hiçbir
şekilde taviz vermedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından
sonra başgösteren irtidat (dinden dönme) ve zekât mükellefiyetini reddetme
hareketlerine karşı büyük bir dirâyet ve kararlılıkla mukâvemet gösterdi ve:
“–Şayet
zekât mallarından küçücük bir ip parçasını bile benden saklayıp onu vermezlerse
onlara savaş açarım!..” dedi. Böylece fitnenin büyümesine mânî oldu ve dîni tahrîfe sebep olacak
bütün kapıları kapattı. Onun bu kat’î ve cesur tavrına, adâlet ve celâdet
âbidesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bile gıpta etmiş ve hayran kalmıştır.[25]
Hâsılı o
yüce sahâbî, dâimâ sıdkıyet makâmında yaşadı ve yaşatmaya çalıştı. Bu noktada
onun bizlere olan îkaz ve nasihatleri, o yüce makâma kapı açabilecek değer ve
kıymettedir. O, sadâkat timsâli yaşayışı ile eşsiz bir numûne olurken bu
yaşayışın sırlarını ifade eden hikmet incileriyle dolu sözleriyle de mü’min
gönüllere hayat düsturu oldu. İşte onun, her biri birer hikmet ve hakîkat
hazinesi olan sözlerinden bâzıları:
Hazret-i Ebû
Bekir’den Hikmetli Sözler
“Allâh ile
mahlûkâtından hiçbiri arasında bir neseb bağı yoktur. Allâh’a yakınlık, ancak
O’na itaat ve emirlerine tâbî olmakla mümkündür.”
“Allah,
kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”
“Çok söz,
kişiyi unutkan yapar.”
“NE
SÖYLEDİĞİNİ, NE ZAMAN SÖYLEDİĞİNİ VE KİME SÖYLEDİĞİNİ İYİ DÜŞÜN!”
“Hakk’ı
tanıyan âriflerin kölesi ol!”
“Sana yol
göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde kendini aldatırsın.”
“Kendini
ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”
“Dört kimse
Allâh’ın sâlih kullarındandır:
1. Tevbe
eden kişiyi gördüğü zaman sevinen.
2.
Günahkârların affı için Rabbine yalvaran.
3. Din
kardeşine gıyâbında duâ eden.
4. Kendinden
muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”
“Benim
nezdimde sizin en kuvvetliniz, hakkını alıncaya kadar, zayıf olan kimsedir. En
zayıfınız da ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar, güçlü kimsedir.”
“Îman sadece
câmilerde, mal cimrilerde, silah korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler
bozulur.”
“Akıllı
kimse takvâ sâhibi olan, akılsız da zâlim olandır.”
“Allah Teâlâ
Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini va’dettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki
bu vesîleyle kul ibâdete rağbet etsin ve azaptan korksun.”
“Bir hayrı
kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini
yapmaya gayret et!”
“İnsanlara
iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhafaza eder.”
“Şöhretten
kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı hazırlıklı ol ki sana hayat
verilsin.”
“Hiçbir belâ
yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”
“Sabırda
zarar, hüzün ve telaşta fayda yoktur.”
“Sabır
îmânın yarısı, yakîn ise tamamıdır.”
“Allah’tan
âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden (kat’î bir îmandan) sonra âfiyetten daha
fazîletli bir şey verilmemiştir.”
“Bana göre
âfiyette olup şükretmem, imtihan edilip sabretmemden daha makbûldür.”
“Dünyâ
mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri; güzel ameller ticâret malları;
cennet kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
“Hazret-i
Peygamber’e salevât getirmek günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk
yok eder. Ona (muhabbet ve ihlâsla) selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten
daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek ise,
riyâzat ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî, Târihu Bağdâd, VII,
161)
“Allah
dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar. Her üç
sınıf, üçer alâmetle bilinir:
Birinci sınıf (Hak dostları), havf
(korku) hâlinde olanlardır. Bunlar;
1. Dâimâ mütevâzıdırlar.
2. Hayır-hasenâtları ne kadar çok olsa da onu az
görürler.
3. En küçük
hatâlarını bile büyük görürler. (Zîrâ kime karşı günah işlediklerinin
farkındadırlar.)
İkinci sınıf
(Hak dostları), recâ (ümit) sâhibi kimselerdir. Bunlar da;
1. Her hâl
ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler sergileyerek örnek olurlar.
2. Mallarını
Hak yolunda sarf ederek insanların en cömertlerinden olurlar.
3. Allâh’ın
kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.
Üçüncü sınıf
(Hak dostları) ise, aşk ve muhabbet vecdiyle Rabbine ibâdet eden
(ârifler)dir. Bunlar da;
1.
Sevdikleri şeyleri (Allâh için) infâk ederler.
2. Her hâl
ve hareketlerinde Allah rızâsını hedeflerler, bu yüzden câhillerin kınamalarına
aldırmaz, onların kaba davranışlarından rahatsız olmazlar.
3. Nefislerine
ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl
ve hareketlerinde Allâh’ın emir ve nehiylerine itaat ederler.” (İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât,
s. 94-95)
İşte
Hazret-i Ebû Bekir, bu üç sınıf Hak dostlarının bütün hâl ve sıfatlarını
kendisinde cem etmiş mübârek bir İslâm şahsiyetiydi. Rabbimiz, O’nun bu
hikmetli öğütlerinden lâyıkıyla istifâde etmeyi ve güzel hâllerinden feyz
almayı cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, onun dostluk halkasına dâhil
olanlardan kılsın! Zîrâ dostluğun kaynağına Allah ve Rasûlü’nde erişen Hulefâ-i
Râşidîn, Ashâb-ı Kirâm, Hak dostları ve onlara güzelce tâbî olanlar, Rabbimizin
lutfuyla ebedî saâdet kervanının bahtiyar yolcularıdır.
Sözlerimize,
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu samîmî niyazlarına gönülden âmîn diyerek son
verelim:
“Allâh’ım!
Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri,
günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”
(Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ,
s. 103)
“Allâh’ım!
Bana hayırdan lutfettiğin en son şey, rızâ-yı şerîfin ve Naîm Cennetleri’ndeki
yüksek dereceler olsun!” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103)
Âmîn…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.