script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

ÖYLE BİR RAHMET KI: Hz. Muhammed Mustafa (sav)


Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bütün âlemlere rahmet olarak gönderdi.

Öyle bir rahmet ki, her varlık O’nun hürmetine yaratıldı ve O’na olan muhabbeti nisbetinde Hak katında kıymet buldu.

Öyle bir rahmet ki, şefkat ve merhameti, bütün insanlığı, hattâ bütün mahlûkâtı kuşattı.

Öyle bir rahmet ki, bütün dimağlara ve gönüllere ebedî bir âb-ı hayat mesâbesinde ilim, irfan, hikmet ve aşk menbaı olarak Cenâb-ı Hak tarafından en müstesnâ vasıflarla sonsuz bir feyz ü bereket kaynağı olarak ihsan buyruldu.

Öyle bir rahmet ki, O’nunla sonsuz hidâyet rehberi Kur’ân ikrâm edildi.

Öyle bir rahmet ki, Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın en sevgilisi, Habîb’i, Mîrac bahşettiği Rasûlü oldu.

Öyle bir rahmet ki, O olmasa bütün âlemler ıssız çöllere dönerdi.

Öyle bir rahmet ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nûru ile vücûd buldu. Küre-i arzda zuhûr eden bütün peygamberler, O’nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır.

Öyle bir rahmet ki, nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasaydı, hiçbir şey vücut bulmazdı. O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve tarâveti daha da artan, serâpâ nurdan ibâret bir gonca-i ilâhî…

Öyle bir rahmet ki, O’nun değerini ve kadrini bizzat Allah Teâlâ anlatıyor. Hem de O’na salât ederek…

Hak Teâlâ’nın Rasûlü’ne salât ederek O’nun kadr ü kıymetini bildirmesi, her türlü medh ü senânın üstündedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, O’na salât ü selâmda bizzat kendi yüce zâtını misâl gösteriyor ve bütün meleklerine de O Güzeller Güzeli’ne, Kâinât’ın Fahr-i Ebedîsi’ne salevât getirttiğini beyan buyuruyor. Ardından bütün mü’minlere aynı şekilde O’na salât ü selâm getirmeyi bilhassa emrediyor. Çünkü Cenâb-ı Hak, bizleri 124 bin küsur peygamber arasından böyle bir peygambere meccânen ümmet olma nîmetiyle müşerref kılmıştır.

Bizlere olan bu ilâhî lutuf, bir müstesnâlık ifade ettiği kadar, bahşedilen şerefin büyüklüğü nisbetinde, bizim için bir şükür borcu ve vefâ hukûkunu da beraberinde getirmektedir. Yâni Peygamberler Sultânı’na ümmet olma mertebesi, hem rütbelerin en büyüğü, hem de mes’ûliyetlerin en ağırı demektir. Öyle ki Allah Teâlâ, O’na itaati kendisine itaat, O’na isyanı kendisine isyan olarak beyan buyurmaktadır.

Bu itibarla her mü’minin O’na karşı en mühim şükür ve vefâ hukûku, O’nu her şeyden, hattâ canından daha çok sevmekle başlamalıdır. Bu çerçevede ismi her anıldığında O’na cân u gönülden salât ü selâm getirmek, O’nun örnek şahsiyetinden feyz alarak bir Peygamber âşığı olarak yaşamak, bizler için bir mü’min karakteri, şahsiyeti, hayat düstûru, feyiz ve rûhâniyet kaynağı olmalıdır. Zîrâ bu dünyâda O’nun âlemleri kuşatan rahmet ve şefkatine, âhirette de şefâat-i uzmâsına muhtâcız.

O hâlde bize düşen; hâlimizde, kâlimizde ve bütün davranışlarımızda O’nunla beraberliği yaşamaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir ve sevdiğini örnek alır. Âlemlerin varlık sebebi olan “muhabbetteki sır”lardan biri de; sevenin, sevilenin hâliyle hâllenmesidir. Bizler ne kadar sünnet-i seniyyeye aşk ve muhabbet ile bağlı isek, O’nu o kadar seviyoruz ve rûhumuzda hissediyoruz demektir. O’nu ne kadar tanıyor ve hatırlıyorsak, o kadar yönümüz ve maksadımız O demektir. Bu itibarla özellikle O’nun yücelik ve fazîlet dolu örnek şahsiyetindeki husûsiyetleri bilmek, O’na tâbî olmak ve O’nun yüce ahlâkına bürünerek O’nu satırlardan ziyâde kalben tanıyabilmek, idealimiz olmalıdır.

O Allah Rasûlü ki, insanlardan ders görmedi, O’nu Rabbi terbiye etti ve ne güzel terbiye etti ki, ahlâkın en yücesini O’nda tecellî ettirdi. Bütün bir beşeriyete gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak gönderildi. O’ndaki güzellikler, ciltlerce kitap hacmine sığmayacak kadar çok ve sayısızdır. O’nun emsâlsiz örnek şahsiyetindeki fazîlet numûnelerinden ancak birkaçı şöyledir:

Ümmetine Düşkünlükte Allah Rasûlü (s.a.v.)


O’nun ümmetine olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan düşkünlüğünden daha ziyâde idi. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

O’nun ümmeti için yapmış olduğu merhamet ve şefkat dolu sayısız duâlarından biri şöyledir:

Birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

“–Ey Cebrâil! -Rabbin her şeyi daha iyi bilir ama- gidip Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu.

Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullah Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allah Teâlâ:

“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na: «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.»

müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)

*

Efendimiz’in ümmetine olan merhametini sergileyen diğer bir manzarayı da Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

Bir defâsında Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Ey İbn-i Mes’ûd! Bana Kur’ân oku!” diye emretti. Ben de:

“−Yâ Rasûlallah! Kur’ân Siz’e vahyedildiği hâlde onu Siz’e ben mi okuyacağım?” dedim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim.” buyurdu.

Ben de Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. Ne zaman ki;

“Her bir ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak!” (en-Nisâ, 41) âyet-i kerîmesine geldim, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Kâfî!” buyurdular.

O esnâda baktım ki, Rasûlullah Efendimiz’in gözlerinden yaşlar akıyordu.”

(Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Bu hâdise de, Allah Rasûlü’nün ümmetine olan şefkat ve merhametini te’yîd etmektedir. Zîrâ kıyâmet günü; “Kitabını oku, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin kâfîdir!” (el-İsrâ, 14) buyrulacak ve ümmetin günahları ortaya dökülecektir. Yukarıdaki hadîs-i şerîf de, o uhrevî manzarayı hatırlattığı için, ümmetine şefkatle dolu rakîk kalbi buna dayanamayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, inci tâneleri gibi gözyaşları dökmüştür.

*

Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ Hazretleri (şu âyetle) ümmetim için bana iki emân indirdi:

(1.) Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umûmî bir) azâb indirmeyecektir;

(2.) Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azâb etmeyecektir. (el-Enfâl 33)

Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.”

(Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)

Unutmamak gerekir ki, bir mü’min, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın muhabbetini dâimâ gönlünde taşırsa, umulur ki Cenâb-ı Hak onu cehenneminden âzâd eder, Rasûlü’ne muhabbetle dolu o gönlü ateşe atmaz.

Naklettiğimiz bu rivâyetler, Allah Rasûlü’nün ümmetine olan engin şefkat, merhamet ve düşkünlüğünü yansıtan sayısız misâllerden sadece birkaçıdır. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in ümmetine duyduğu engin şefkate mukâbil, bizim O’na olan muhabbetimizin seviyesini ve ne kadar O’nun izinden giderek sünnetini feyz ile yaşayabildiğimizi, iç âlemimizde dâimâ mîzân etmek durumundayız.

Tevâzûda Allah Rasûlü (s.a.v.)

O’nun peygamberliği aslâ bir saltanat arzusu değildi. Zîrâ O, “kul peygamber” olmayı, “hükümdar peygamber” olmaya tercih etmişti.[1] Ümmetinin zayıf ve düşkünleriyle bizzat ilgilenir, onların ihtiyaçlarını kendi mübârek elleriyle karşılamaya çalışır, mescidinin bir köşesinde fakir sahâbîlerine yer tahsis eder ve Allâh’ın dînini öğrenmeye çalışan bu sahâbîlerinin geçimini temine bizzat gayret gösterirdi.

O, tevâzûda da bir âbideydi. Onun kaygısı şahsıyla ilgili değildi. Onun bütün derdi, hattâ kendisini yıpratacak derecedeki endişesi, insanların hidâyet bulup dünyâ ve âhiret saâdetine nâil olmalarıydı.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in büyük bir tevâzû ile ev işlerinde bile kendisine yardımcı olduğunu şöyle anlatır:

“–Babam Ebû Bekir’in âilesi bize bir gece koyun paçası göndermişti. Allah Rasûlü eti tuttu ben kestim veya ben tutmuştum da O kesmişti.”

Dinleyenlerden birisi:

“–Bunu lâmbasız olarak karanlıkta mı yapıyordunuz?” diye sordu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle cevap verdi:

“–Yanımızda lâmbaya koyacak kadar yağımız olsaydı, şüphesiz onu katık yapar yerdik. Bir ay geçerdi de Muhammed -aleyhisselâm-’ın âilesi yiyecek bir ekmek bulamaz, ocaklarında tencere kaynamazdı.” (Ahmed, VI, 217; İbn-i Sa‘d, I, 405)

Cömertlikte Allah Rasûlü (s.a.v.)

Birgün bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al (borca gir), mal geldiğinde öderim.” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnut olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât:

“–Anam babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi.

Rasûlullâh’ın arzusunu te’yîd ve takviye eden bu sahâbînin sözleri, Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:

“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)

*

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir muhtaç geldiğinde, evvelâ hâne-i saâdetlerinden bir şeyler ister, sudan başka bir şey olmadığı haberi geldiğinde ise sahâbîlerine döner, o kişinin ihtiyâcının giderilmesini isterdi. O kişinin ihtiyâcını gidermeden de huzur bulamazdı.

Diğer bir misâli de Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz’e Bahreyn’den mal getirildi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Onu mescide dökün!» buyurdu. Bu mal (şimdiye kadar) Allah Rasûlü’ne getirilenlerin en çok olanı idi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- o mala dönüp bakmadan namaza gitti. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tek dirhem bile kalmayıncaya kadar hepsini dağıtmadan oradan ayrılmadı.” (Buhârî, Salât, 42)

Zîrâ mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılamak sûretiyle onları sevindirmek, Allah Rasûlü’ne târifsiz bir huzur verirdi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:

“Cibrîl bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi:

«Bu dîn (yâni İslâm), Zâtım için seçip râzı olduğum bir dîndir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!»” (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

Bu bakımdan dînimizi yüceltip îmânımızı mânevî bir muhâfaza altına alabilmek için nebevî ahlâka bürünmek, O’na olan şükran borcumuzun îcâbıdır. Zîrâ Allâh’a vefâdan sonra en ulvî ve en gerekli vefâ, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan vefâdır. Bu vefâ, duâlarında «ümmetî, ümmetî» diyerek öncelikle ümmeti için talepte bulunan, hattâ kendi kurbanlarına ilâveten bir de ümmetinden kesemeyenler adına kurbanlar kesen[2] vefâkâr Peygamberimiz’e duyulması îcâb eden şükran hislerinin en güzel bir ifadesidir.

Peygamber Efendimiz’e aşk ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, O’nun Sünnet-i Seniyye’sini hayâtımızın feyiz ve rûhâniyet menbaı hâline getirebilmemiz ile de asıl kıvâmına kavuşur.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu duygularla yoğrularak bir Peygamber âşığı hâline gelen ümmetinin sâlihlerine duyduğu derin muhabbetini şöyle ifade buyurmuştur:

“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve âilelerini fedâ etmek isteyeceklerdir.” (Müslim, Cennet, 12)

*

İnsanın bu hakîkatlerden mahrum kalarak fânî hayâtını ziyân etmesi, zâhirinde ve iç âleminde yaşadığı, içinden çıkılması çetin tenâkuzlardan (çelişkilerden) ileri gelir. Aslında bu tenâkuzlar, insanda, Allâh’a yaklaştıran en üstün fazîletler olan takvâ ile, bunun zıddına, onu yaratılış maksadından uzaklaştıran en düşük hayvânî rezilliklerin, yâni fücûrun bir arada bulunmasından kaynaklanır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ona hem kötülüğü (fücûru) hem de ondan sakınma yolunu (takvâyı) ilhâm edene yemin olsun ki, nefsini (maddî ve mânevî kirlerden) arındıran, kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 8-9)

Bu itibarla Kur’ân ve Sünnet ışığında terbiye olmamış ve gönül âlemleri huzûra kavuşmamış insanların iç dünyâları, sanki en mûnisinden en canavarına kadar birçok hayvanın barındığı bir ormana benzer. Mizaçlarına göre her birinde âdeta bir hayvanın karakteri gizlidir. Kimi tilki gibi kurnaz ve hilekâr, kimi sırtlan gibi yırtıcı, kimi karınca gibi muhteris bir biriktirici, kimi de yılan gibi zehirleyicidir. Kimi okşayarak ısırır, kimi sülük gibi kan emer, kimi önden güler arkadan kuyu kazar. Bunların her biri ayrı ayrı hayvanlarda bulunan karakterlerdir.

Kendini mânevî bir terbiye ile nefsinin esâretinden kurtaramamış, dolayısıyla sağlam bir karakter inşâ edememiş bir insan, böyle sefih huyların çemberi içindedir. Kiminde bir hayvanın, kiminde ise birkaç hayvanın karakteri hâkimdir. Üstelik, iç dünyâları sûretlerine ve davranışlarına da aksettiğinden, o karakterleri sezmek, ehli için hiç de zor değildir.

Yirmi milyon insanın kanı üzerine kurulmuş bir sistem olan komünizm, vahşî bir kalbî yapının yansıması değil midir? Bir Firavun’un cesedinin saklanması için pek çok insanın diri diri mezarı olan piramitler, aslında acımasız bir zulmün âbideleri değil midir? Bunlar, nice gâfiller için, akıl plânında hâlâ hayranlık uyandıran şâheserler olarak görünüyor. Fakat hak ve hakîkat nazarıyla değerlendirildiğinde, en hunhar sırtlanları bile şaşırtacak ve ürkütecek bir vahşet tablosu ortaya çıkmıyor mu?

Bütün bunlar da gösteriyor ki, bir topluma kurbağa karakterli kimseler hâkim olursa, ortalık bataklığa döner. Yılan ve çıyan ruhlu insanlar hâkim olursa, bütün bir millet zehirlenir, terör ve anarşi başlar. Lâkin gül tabiatlı, merhamet, şefkat sâhibi gönül insanları hâkim olduğunda ise, bütün memleket bir gülistân olur; toplum gerçek huzur ve saâdete kavuşur.

Bunların her birine târihten sayısız misâller göstermek mümkündür. Zaman ve mekânı gülistâna çeviren gül tabiate, insanlık târihinin en büyük ve eşsiz misâli, Peygamberler Sultânı Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Zîrâ O, risâlet vazîfesini îfâ ettiği 23 yıl gibi kısa bir zamanda, yaşadığı devri ve insanlığı, gülden daha güzel tabiat ve şahsiyetiyle solmaz bir saâdet gülistânına döndürdü. O hidâyet güneşinin aydınlattığı en kuytu yerlerde bile hak ve hayır bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl da bütün çirkinliğiyle netleşti. Allah, kâinât ve nefis hakkında en güzel ve en doğru anlayış meydana geldi. İnsanlar, bu cihânın bir imtihan dershânesi olduğu idrâkine erdi. Okuma yazma bilmeyen o câhiliye toplumu, “gerçek bilenler”den[3] oldu. Tefekkürler gelişti; insan vücûdunun bir damla sudan, kuşların küçücük bir yumurtadan, ağaç ve meyvelerin yok denecek kadar bir çekirdekten meydana gelişinden, göklerin ve yerin yaratılışına kadar bütün varlıklar üzerinde derin derin düşünülerek, gönüller sonsuz hikmet ufuklarına açıldı.

Nebevî terbiye netîcesinde merhamet, şefkat, fedâkârlık, hakkı tevzîdeki hassâsiyet ve titizlik zirveleşti. Dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü yerleşti. Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Bütün kalpler; “Allah bizden ne ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?” düşüncelerinin heyecânıyla doldu. Geceler gündüze, kışlar bahara döndü. Bu itibarla o devir, insanlık târihi içinde bir “Asr-ı Saâdet” oldu. Gerçekten de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir rahmet oldu ki, O’nun nûruyla nice karanlık kuytular bile nûra gark oldu.

Peygamber Efendimiz’e karşı zaman zaman tertiplenen çirkin karalama kampanyalarının temelinde ise, O’nu lâyıkıyla tanımamakla birlikte, O’na bakanların bakışlarındaki çarpıklık ve garazkârlık yer almaktadır.

Her varlık, hayâtını kendi tab’ına uygun bir vasatta idâme ettirebilir. İnsan da bu kâidenin dışında değildir. Nasıl ki gıdâsı ve teneffüs sahası, çiçek özlerinin içindeki âlem olan bir bal arısını, alıştığı dünyânın dışında ya­şatmak mümkün değilse, bunun zıddına, mizâcı pislikle gıdâlanan bir fareyi de gül bahçesinde barındırmak mümkün de­ğildir. Yüksek ruhlar, hakîkat-i Muhammediyye’den akseden füyûzâtla gıdâlandıkları gibi, habîs ve fâsık ruhlar da habâset­le tatmîn olurlar.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîmâsına bakar; “Aman ne kadar da gü­zel!” diye hayret ederdi. Bu, aslında o aynada kendi iç âlemini müşâhede etmesiydi. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

“Ebû Bekir’in malından istifade ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” ifadesi karşısında, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde:

“Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallah?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle beraber Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu göstermiştir. Zîrâ onun iç âlemi, Allah Rasûlü’nün bir aynası hâline gelmişti.

Öte yandan Allah ve Rasûlü’nün baş düşmanı olan Ebû Cehil de o mübârek yüzden tam tersi bir intibâ alır, ondaki güzellik ve ihtişamdan bîgâne kalır, küfür ve şirretliğinin girdapları içinde bocalardı. Bu farklılığın sebe­bi; her ikisinin de âyine-i Muhammedî’de, kendi hakikatlerini, yâni iç âlemlerini seyretmeleriydi. Zîrâ peygamberler parlak bir ayna gibidirler; herkes orada kendi iç âleminin sûretini görür. Hiçbir ayna da hatır için yalan söylemez ve çirkini güzel, gü­zeli de çirkin olarak göstermez!

Dîni himâyesi altına almış olan Allah -celle celâlühû-’nun kudret ve azameti karşısında; müslümanlara, Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber’e tasallut teşebbüslerinde bulunanların, er-geç ilâhî intikâma dûçâr olacakları muhakkaktır. Karanlık iç âlemlerinde bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman da iz’aç halkaları ile kımıldayan zehirli ağızların ve şuursuz kalemlerin, sînelerinde Peygamber muhabbeti bulunan temiz dindarları ne kadar rencide ettiği mâlumdur.

Şunu iyi bilmek gerekir ki, Allâh’ın, insanın yaratılışına lutfettiği Hakk’a ve hakîkate temâyül hissiyâtını yok etmek imkânsızdır. Dinsizlik, her ne kadar zulüm­le yaygınlaştırılmaya çalışılsa da, dînin, rûhî ve vicdânî derinliklere yerleştirilmiş ulvî köklerinin yeşermesine mânî olunamaz. Kulun, Rabb’ine yakınlaşma ihtiyâcı durdurulamaz. Yaratılıştaki bu ulvî neş’eler önlenemez. Çünkü ilâhî kudret, dîn ihtiyâcı ve Rabb’e yakınlaşmayı, sünnetullâh, yâni Cenâb-ı Hakk’ın değişmez kâideleri olarak takdir buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, gözlerimizi ve gönüllerimizi Nûr-i Muhammedî ile nurlandırsın! O Peygamberler Sultânı’na ümmet olma şerefinin şükrünü lâyıkıyla îfâ edebilmeyi, cümlemize nasîb eylesin. Asrımızı ve neslimizi O Peygamberler Goncası’nın eşsiz râyihası ve rûhâniyet dolu şebnemleri ile feyizlendirsin. Asr-ı saâdet iklîminden gönüllerimize saâdetler ikrâm eylesin! Cümlemizi, Zât-ı ilâhîsine sâlih bir kul, Habîb-i Ekrem’ine lâyık bir ümmet eylesin!

Âmîn…

 kaynak: OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ - Öyle Bir Rahmet Ki
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

1 9