İSLÂM’DA NİKÂH VE ÂİLE


Nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insanın diğer varlıklardan imtiyâzıdır.

Efendim, günümüzde evlilikle ilgili birçok tartışmalar yapılmaktadır. Öncelikle insanlar, topluluk hâlinde yaşamaya ve âile kurmaya mecbur mudurlar? Kendi başlarına hayatlarını idâme ettirseler olmaz mı?

Yalnızlık ve teklik Allah’a mahsustur. Çünkü o yüce Yaratıcı, bir ve tek olmayı sadece kendisine has bir keyfiyet kılmış ve bu itibarla bütün varlıkları çift olarak yaratmıştır. Dolayısıyla bütün varlıklar, bu çift olma özellikleri bakımından birbirlerine muhtaçtırlar. Aynı zamanda yaratılmış olmaları yönüyle de yapılarına göre bir noksanlık ve acziyet içindedirler. Yani “mâsivâullah” adı verilen, Allah’tan gayri bütün varlıklar; binbir türlü ihtiyaç içinde hem birbirlerine ve hem de her şeyi yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’a ebediyyen muhtaçtırlar.

Bunlar arasında bilhassa “insan”, başkasına muhtaç olmak yönünden âdeta en başta gelir. Zira insanın ihtiyaç ve istekleri, diğer varlıklara göre çok daha fazladır. Üstelik bu ihtiyaçlar, sürekli artar ve bir türlü de bitmez. Çünkü insan, devamlı olarak maddî-mânevî rahat içinde yaşamak ister. Sıkıntı, yokluk, ıstırap, çile ve felâketler ona zor gelir. Bu anlarda bilhassa tutunacak bir el, sığınacak bir gönül arar.

Bu itibarla âdemoğlu, “üns” veya “ünsiyet” yani “ülfet ve dostluk” kelimelerinden türetilmiş olan “insan” kelimesiyle isimlendirilmiştir. Bu bile onun başka varlıklar ve özellikle kendi cinsinden olanlarla bir beraberliğe muhtaç bulunduğunu gösterir. Bu muhtaçlık, insanın en birinci özelliğidir ve insan, âdeta bu özelliği ile tanıtılır.

Bu gerçeğin en bâriz bir şekilde ortaya çıktığı durum, kadın-erkek beraberliğidir. Bu husus, nesillerin devamını sağlamak bakımından vazgeçilmez bir zarûret, hattâ şarttır.

Onun için bu zarûret, diğer canlılarda erkek-dişi, cansız varlıkların kimyevî terkiplerinde ise artı (+), eksi (-) sûretinde tecellî etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerimede bu hususa temas edilir:

“Her şeyi çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)

“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yâsin, 36)

“Ve sizi çift çift yarattık.” (en-Nebe, 8)

Bu âyetlerde zikredilen çift yaratılma keyfiyeti, aynı varlıktan iki adet şeklinde değil, yukarıda zikredildiği gibi her şeyin “erkek-dişi” veyahut da “eksi-artı” olarak yaratılmasıdır. Aksi hâlde bunlardan birinin yaratılışı fuzûlî bulunur ve böyle bir gereksizlik de Cenâb-ı Hakk’ın “müteâl” yani “bütün kemâl sıfatlarının sahibi” mânâsındaki yüce sıfatına ters düşerdi. Kısacası o çift çift yaratmış, ancak her şeyiyle birbirine benzer şekilde hiçbir ikiz yaratmamıştır. Tek yumurta ikizlerinin de iç dünyalarından parmak uçlarına ve gözlerine kadar birbirinden farklı o kadar yönleri vardır ki…

Hâsılı Allah Teâlâ, varlıkları çift çift yaratmış ve aralarına da birbirlerine yakınlık kurmaları için cezbetme ve cezbedilme kanunu koymuştur. Böylece onların maddî ve mânevî kemâlini, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır.

Bu hakîkat etrafında bir erkeğin kadına, bir kadının da erkeğe ihtiyaç ve temâyülü, özü itibarıyla neslin devamı içindir. Ancak tek gâye, elbetteki bu değildir. Çünkü kurulan sağlam bir âile yapısı ile fertlerin rûhî ve içtimâî huzur, sükûn ve âhengi de insanoğlunun muhtaç bulunduğu son derece mühim bir gâye ve hedeftir. Bu rûhî huzur, sükûn ve âhenge ulaşmada arzu edilen zirveye ise ancak “muhabbetullah” ile varılabilir. Yani kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla yönelmesi ile… Bu, Leylâ’dan Mevlâ’ya doğru bir yolculuktur…

Yani bu yolculuk için -tabir caizse- Leylâ şarttır. Çünkü muhabbetullah ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin birinci merhalesini kadın-erkek arasındaki muhabbet teşkil eder. Zira muhabbet, nefsânî arzularla başlamış olsa bile onu aşmadıkça “aşk” hâline gelmez. Aşk, sevilenler üzerindeki ilâhî tecellîlerin birbirini çekmesinin adıdır.

Bu çekim kuvvetinin merkezi olan kalpler, birbirlerine muhabbetle bağlanan eşler vesîlesiyle âdeta sevdâ antrenmanları (temrinleri) yapar ve böylece muhabbetullaha hazır hâle gelir, Allah’ı sevme kâbiliyeti kıvam kazanır. Âilenin tabiî meyvesi olan evlât ile bu kâbiliyet daha da olgunlaşır, liyâkate döner.

İşte bu liyâkat ile muhabbetullahın gönülleri kuşatması için evliliğin, ilâhî emirlere uyularak gerçekleşmesi lâzımdır. Yalnızca aklî ve nefsânî arzu, heves ve temâyüllerle gerçekleşen bir evlilik -ekseriyetle- muhabbet meyvesini hâsıl etmemektedir. Dolayısıyla böylesi kurulan yuvalarda, evlilikten beklenilen mânevî olgunlaşma ve kalbin muhabbet eğitimi gerçekleşmez. Yani gönüller lâyıkıyla istifade edemez. Çünkü böyle evliliklerde insanlar, umûmiyetle nefsânî iştihaların kölesi olurlar. Mâneviyatta ilerleme şöyle dursun, gönül dünyaları daha da geriler, kuraklaşır ve soysuzlaşmaya kadar varabilir.

Olgunlaşmaya ve mânen yükselmeye, yani dînin yarısını tamamlamaya vesîle olan evlilikler, ulaşılması gereken ideal seviyeyi göstermektedir. Nasıl ki, bir şeyin tamamı elde edilemese de elde edilebilecek tarafından vazgeçilmez, aynı şekilde herkes gücü nispetinde bu ideal vasıfları temin etmekten geri kalmamalıdır. Ancak bu sayede evlilik vesîlesiyle arzu edilen huzur, sekînet ve olgunluğa ulaşılabilir.

Erba´in-i İdrisiyye 25. İsm-i Şerif

 
Lalegül Dergisi
 
 
 

İMAN VE İMTİHAN


 
Tasavvufun başlıca gâyesi, ham insanı ihlâs ile tezyîn ederek kâmil insan hüviyetine kavuşturmaktır. Çünkü insan, kendisini Rabb’ine vâsıl edecek kudret akışları ve Rabbânî sırlarla techîz edilmiş olan şu kâinâta, ebediyyet âlemine hazırlanmak için gelmiş ve bu maksada binâen muhtelif imtihânlara tâbî kılınmıştır. Onun, ebedî âlemde kendisi için hazırlanmış olan nîmetlere nâil olabilmesi de, bu imtihânları kazanarak bir kalb-i selîm elde edebilmesine bağlıdır. 

Bu nükte dolayısıyladır ki insanlar, îmân ve fazîlet dâvâsında çile, sıkıntı, ızdırap ve elemle dolu binbir merhalelerden geçirilirler. Böylece Hakk yolunda ilâhî dâvânın sâdıkları ile fâsıkları birbirinden ayırd edilir. Bunun içindir ki, sadece îmân etmek kâfî değildir. Onu amel-i sâlihle süsleyerek ilâhî imtihânlarda muvaffak olabilecek bir seviyeye yükseltmek zarûreti vardır.

Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ

“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar yalnız «inandık» demekle  hiç imtihân edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?”

“Şânım hakkı için onlardan öncekileri de imtihân ettik. Elbette Allâh, (dîn ve îmân dâvâsında) sâdık olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 1-3) buyurarak îmân ve imtihânın âdetâ içiçe olduğunu beyân eylemiştir.

Buna göre; îmân bir lutuf, imtihân da onun miyârı, kuldan istenilen sabır ve teslîmiyyetle îmânı muhâfaza ise, bir bedel mesâbesindedir. Yâni Hakk Teâlâ, verdiği lutfunun yüceliğini ve değerini idrâk ettirmek için kullarına takdîr buyurduğu imtihânlarla -onların iktidarları nisbetinde- âdetâ bir bedel taleb etmektedir. Âyet-i kerîmedeki:

إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ

“Allâh mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) ifâdesi de, bu hakîkatin bir tezâhürüdür.

Dolayısıyla, rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için, Hakk’ın istediği bedelleri (can, mal-mülk, vesâireyi) seve seve O’nun yolunda fedâ etmek, îmânın kemâline vesîledir. Mü’minlerin şu imtihân dünyâsındaki ibtilâ, mihnet ve meşakkatlerinin âhıret kazancına bir bedel olarak kaydedildiği şüphesizdir.

Hazret-i Hüdâyî ne güzel söylemiş:

Cân terkini urmadan,

Cânân eline girmez!

Zünnârını kırmadan,

Îmân eline girmez!

…..

Olmadan esîr-i derd

Dermân eline girmez!

Su gibi erinmezsen,

Yerlere sürünmezsen,

Taşlarla örünmezsen,

Ummân eline girmez!

Diğer taraftan dünyâ ihtirasına kapılmış îmânsızların, Kur’ân’a ve dîni yaşamaya çalışanlara yaptıkları tecâvüzler ise, onlar için ebedî ızdırap ve felâket dolu bir cehennem azâbının kahredici bedeli hükmündedir. Zîrâ onlar, iki yönden azâbı hak etmektedirler. Biri îmân etmemeleri, diğeri de mü’minlere zulmetmeleridir.

Safer Ayinin Ilk Gece Namazi

 
Lalegül Dergisi
 

GAFLET


Yolu engin sahrâlara uğrayan bir seyyah, dalgın dalgın yürürken vahşî bir hayvana rastladı ve canhıraş bir telaşla kaçmaya başladı. Fakat ne kadar hızlı koşsa da kurtulamayacaktı. Bu sebeple kendisini, karşısına çıkan bir kuyuya hiç düşünmeden bırakıverdi. Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında büyümüş olan bir dal gördü ve ona tutundu.

Fakat o ne; tutunduğu dalı biri siyah, biri beyaz iki fâre hiç durmadan kemirmekteydi. Kuyunun dibine baktı; bir ejderha ağzını açmış onun düşmesini bekliyor, ayrıca yuvalarından başlarını çıkarmış dört yılan var!..

Bu ahvâlin dehşet ve vehâmetini farkeden adamcağız, büyük bir korku ve endişeye kapıldı. İçine düştüğü şu durum, ne küçük bir ihmâle ne de vakit kaybetmeye müsâitti. Bir an evvel, yâni fareler tutunduğu dalı kemirip bitirmeden önce kuyudan çıkmalıydı…

Garip adam, bu vaziyetin ciddiyet ve tehlikesini düşünürken o esnâda kuyu duvarının kendisine yakın bir yerinde iştah açıcı güzel bir petek gördü. Canı çekti ve içinden:

“–Şu garip yerde böyle güzel bal!.. Durumum uygun değil ama, hiç olmazsa tadına bakayım; ondan sonra vakit kaybetmeden yukarı çıkarım!” dedi.

Bala uzanıp ondan tattığında da öylesine bir haz aldı ki:

“–Böyle balı bir daha nerede bulurum; hazır onu elde etmişken biraz daha yiyeyim!” demeye başladı ve kendisini balın lezzetine kaptırdı.

Böylece aklını, fikrini, gönlünü ve gözünü bala çeviren bîçâre, içinde bulunduğu durumla ilgili hiçbir şey düşünmez ve kurtuluş çâresi aramaz oldu. Bir devekuşu nasıl başını kuma sokup etrâfından ve kendisinden haberdar olmazsa, o da aynı şekilde âdetâ başını bala gömmüş, başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Ancak onun bu vurdumduymazlığı ne farelerin dalı kemirmesine, ne de ejderha ve yılanların pusuda beklemesine elbette ki hiçbir şekilde tesir etmedi. Nihâyet kemirilen dal koptu ve gâfil yolcu, kuyunun dibine düşerek helâk olup gitti…

Bu kıssadaki kuyu ve âfetler, dünyâ hayatını; ejderha ve yılanlar, dünyevî ve nefsânî kötü sıfatları; bal, aldatıcı fânî lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare de gece ve gündüzü, yâni ömrü eriten zamanı temsil eder. Seyyah da, bu şartlar içinde şu imtihân âlemine gelip geçen bir yolcudur ki, eğer gaflete dalarsa onu bekleyen netice helâkten başka bir şey değildir.

Bu durumda beşer için en mühim husus, birgün nedâmet tuğyânları ile ağlatacak olan her türlü gafletten korunmasını bilmek, ebedî huzûr ve sürûra garkedici yüce kurtuluşa nâiliyet yolunda gayret etmek olmalıdır… Zâten insanın yaratılış gâyesi ve içinde bulunduğu ahvâl, bunu îcâb ettirmekte değil midir?

Mâlumdur ki her mahlûkun seâdeti, kendi yaratılışındaki gâyeye uygun olarak yaşaması ile tahakkuk eder. Cihanın en üstün varlığı insan olduğundan onun seâdeti de, yaratılış sebebinden haberdâr olması, davranışlarını buna göre tanzîm etmesi, içinde bulunduğu fânî âlemin ve onun gel-geç sevdâlarının nefisle el ele vererek hazırladığı tehlikeli tuzaklara karşı uyanık olmasıyla mümkündür. Bu da, kimin mülkünde yaşadığı ve kimin verdiği rızık ile hayâtını devâm ettirdiğinin idrâki içinde kulluğa yakışır bir mâhiyette derin, ince, zarîf, şükrânî ve istikâmet üzere amel-i sâlihlerle müzeyyen bir hayata bağlıdır.

Yoksa ahsen-i takvîm (varlıkların en şereflisi) vasfıyla yaratılan insanın, Allâh’tan uzak, kendini bilmez ve öz cevherinden lâyıkıyla haberdâr olmaksızın yaşaması, yukarıda geçen misâldeki gibi şiddetli bir gaflet olur ki, bu, hayat adına hüsran dolu bir sürünme ve pek acı bir sefâlettir. Hüdâyî Hazretleri, ahsen-i takvîm olarak yaratılan kulun bu hâle düşmemesi için îkaz sadedinde şöyle der:

Gidenleri görmez misin?

Yer altına girmez misin?

Hakk katına varmaz mısın?

Nic’olur hâlin ey gâfil?

Tâat kapusın kaparsan

Doğru yolundan saparsan

Nice bir mala taparsan

Nic’olur hâlin ey gâfil?