Nikâh
peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının
şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insanın diğer varlıklardan
imtiyâzıdır.
Efendim,
günümüzde evlilikle ilgili birçok tartışmalar yapılmaktadır. Öncelikle
insanlar, topluluk hâlinde yaşamaya ve âile kurmaya mecbur mudurlar? Kendi
başlarına hayatlarını idâme ettirseler olmaz mı?
Yalnızlık ve
teklik Allah’a mahsustur. Çünkü o yüce Yaratıcı, bir ve tek olmayı sadece
kendisine has bir keyfiyet kılmış ve bu itibarla bütün varlıkları çift olarak
yaratmıştır. Dolayısıyla bütün varlıklar, bu çift olma özellikleri bakımından
birbirlerine muhtaçtırlar. Aynı zamanda yaratılmış olmaları yönüyle de
yapılarına göre bir noksanlık ve acziyet içindedirler. Yani “mâsivâullah”
adı verilen, Allah’tan gayri bütün varlıklar; binbir türlü ihtiyaç içinde hem
birbirlerine ve hem de her şeyi yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’a ebediyyen
muhtaçtırlar.
Bunlar arasında
bilhassa “insan”, başkasına muhtaç olmak yönünden âdeta en başta gelir.
Zira insanın ihtiyaç ve istekleri, diğer varlıklara göre çok daha fazladır.
Üstelik bu ihtiyaçlar, sürekli artar ve bir türlü de bitmez. Çünkü insan,
devamlı olarak maddî-mânevî rahat içinde yaşamak ister. Sıkıntı, yokluk,
ıstırap, çile ve felâketler ona zor gelir. Bu anlarda bilhassa tutunacak bir
el, sığınacak bir gönül arar.
Bu itibarla
âdemoğlu, “üns” veya “ünsiyet” yani “ülfet ve dostluk”
kelimelerinden türetilmiş olan “insan” kelimesiyle isimlendirilmiştir.
Bu bile onun başka varlıklar ve özellikle kendi cinsinden olanlarla bir
beraberliğe muhtaç bulunduğunu gösterir. Bu muhtaçlık, insanın en birinci
özelliğidir ve insan, âdeta bu özelliği ile tanıtılır.
Bu gerçeğin
en bâriz bir şekilde ortaya çıktığı durum, kadın-erkek beraberliğidir. Bu
husus, nesillerin devamını sağlamak bakımından vazgeçilmez bir zarûret, hattâ
şarttır.
Onun için bu
zarûret, diğer canlılarda erkek-dişi, cansız varlıkların kimyevî terkiplerinde
ise artı (+), eksi (-) sûretinde tecellî etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de
pek çok âyet-i kerimede bu hususa temas edilir:
“Her şeyi
çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)
“Yerin
bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilmedikleri
şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yâsin, 36)
“Ve sizi
çift çift yarattık.” (en-Nebe,
8)
Bu âyetlerde
zikredilen çift yaratılma keyfiyeti, aynı varlıktan iki adet şeklinde değil,
yukarıda zikredildiği gibi her şeyin “erkek-dişi” veyahut da “eksi-artı” olarak
yaratılmasıdır. Aksi hâlde bunlardan birinin yaratılışı fuzûlî bulunur ve böyle
bir gereksizlik de Cenâb-ı Hakk’ın “müteâl” yani “bütün kemâl
sıfatlarının sahibi” mânâsındaki yüce sıfatına ters düşerdi. Kısacası o çift
çift yaratmış, ancak her şeyiyle birbirine benzer şekilde hiçbir ikiz
yaratmamıştır. Tek yumurta ikizlerinin de iç dünyalarından parmak uçlarına ve
gözlerine kadar birbirinden farklı o kadar yönleri vardır ki…
Hâsılı Allah
Teâlâ, varlıkları çift çift yaratmış ve aralarına da birbirlerine yakınlık
kurmaları için cezbetme ve cezbedilme kanunu koymuştur. Böylece onların maddî
ve mânevî kemâlini, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır.
Bu hakîkat
etrafında bir erkeğin kadına, bir kadının da erkeğe ihtiyaç ve temâyülü, özü
itibarıyla neslin devamı içindir. Ancak tek gâye, elbetteki bu değildir. Çünkü
kurulan sağlam bir âile yapısı ile fertlerin rûhî ve içtimâî huzur, sükûn ve
âhengi de insanoğlunun muhtaç bulunduğu son derece mühim bir gâye ve hedeftir.
Bu rûhî huzur, sükûn ve âhenge ulaşmada arzu edilen zirveye ise ancak “muhabbetullah”
ile varılabilir. Yani kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla yönelmesi ile… Bu, Leylâ’dan
Mevlâ’ya doğru bir yolculuktur…
Yani bu
yolculuk için -tabir caizse- Leylâ şarttır. Çünkü muhabbetullah ile Cenâb-ı
Hakk’a yaklaşabilmenin birinci merhalesini kadın-erkek arasındaki muhabbet
teşkil eder. Zira muhabbet, nefsânî arzularla başlamış olsa bile onu aşmadıkça “aşk”
hâline gelmez. Aşk, sevilenler üzerindeki ilâhî tecellîlerin birbirini
çekmesinin adıdır.
Bu çekim
kuvvetinin merkezi olan kalpler, birbirlerine muhabbetle bağlanan eşler
vesîlesiyle âdeta sevdâ antrenmanları (temrinleri) yapar ve böylece
muhabbetullaha hazır hâle gelir, Allah’ı sevme kâbiliyeti kıvam kazanır.
Âilenin tabiî meyvesi olan evlât ile bu kâbiliyet daha da olgunlaşır, liyâkate
döner.
İşte bu
liyâkat ile muhabbetullahın gönülleri kuşatması için evliliğin, ilâhî emirlere
uyularak gerçekleşmesi lâzımdır. Yalnızca aklî ve nefsânî arzu, heves ve
temâyüllerle gerçekleşen bir evlilik -ekseriyetle- muhabbet meyvesini hâsıl
etmemektedir. Dolayısıyla böylesi kurulan yuvalarda, evlilikten beklenilen
mânevî olgunlaşma ve kalbin muhabbet eğitimi gerçekleşmez. Yani gönüller
lâyıkıyla istifade edemez. Çünkü böyle evliliklerde insanlar, umûmiyetle
nefsânî iştihaların kölesi olurlar. Mâneviyatta ilerleme şöyle dursun, gönül
dünyaları daha da geriler, kuraklaşır ve soysuzlaşmaya kadar varabilir.
Olgunlaşmaya
ve mânen yükselmeye, yani dînin yarısını tamamlamaya vesîle olan evlilikler,
ulaşılması gereken ideal seviyeyi göstermektedir. Nasıl ki, bir şeyin tamamı
elde edilemese de elde edilebilecek tarafından vazgeçilmez, aynı şekilde herkes
gücü nispetinde bu ideal vasıfları temin etmekten geri kalmamalıdır. Ancak bu
sayede evlilik vesîlesiyle arzu edilen huzur, sekînet ve olgunluğa
ulaşılabilir.
Kaynak: Osman Nuri Topbas - DÜNYADAKİ CENNET HUZURLU AİLE YUVASI
Bununla
birlikte az evvel ifade ettiğimiz, insanoğlunun muhabbetullâha kâbiliyet ve
liyâkat kazanmasında kadın ve erkek arasındaki bağlılık, tek ve yegâne sebep
değildir. Böyle olsa bekârlar, olgunlaşma ve mânevî ilerleme yönünde hiçbir
netice elde edemeyip yerlerinde sayarlardı. Hâlbuki onlar arasında Kur’ân-ı
Kerim’in methettiği Hazret-i Meryem2 ve Hazret-i İsa gibi nice sâlih
ve sâliha insanlar vardır. Bu hâl, herkesin yaratılış itibariyle yapısındaki
sermayesinin bir olmadığını ve kendisine tesir eden dış şartların da aynı
olmadığını gösterir. Yani ilâhî kader programı çerçevesinde kazancı büyük bir
imtihan olarak dünya şartlarında, kimileri için kısmet ve nasip yolu kapalıdır,
kimileri için de evliliğe mâni bazı hâller ve imkânsızlıklar takdir edilmiştir.
Kimileri için de evlilik büyük bir hüsran ve ıstırap olmuştur. Cenâb-ı Hak,
sabretmeleri hâlinde böyle kullarına bazı kâbiliyetler ihsan eder ve bu
kâbiliyetler yardımıyla da evlilik ile gerçekleşmesi gereken faydalar, belki de
fazlasıyla temin edilmiş olur. Nitekim bekâr olduğu hâlde kimileri, bu olgunluk
ve mânen yükselmek mektebini, hayvan ve bitkilere gösterdiği aşırı muhabbetle
tamamlamıştır; kimileri de musîbet, iptilâ, keder ve sıkıntılara karşı sabır ve
tahammül göstererek yücelik basamaklarını tek tek aşmıştır. Meselâ asr-ı saâdet
döneminde evlenmeye imkânı olmayan ashâb-ı soffa da, ilim ve irfan hizmetiyle
olgunluğun zirvesine ulaşmışlardır. Tabiî bütün bu durumlar, özel ve istisnâî
hâllerdir. Genel ve şart olan gerçek, insanoğlunun mutlaka nikâh akdiyle bir
evlilik yaparak kendisine sıcak bir âile yuvası kurmasıdır.
Şurası bir
hakîkattir ki, muhabbet ve sevginin yansımadığı bir kalp, uzun zaman ekim-dikim
yapılmayıp boş bırakılmış, yani terkedilmiş bir toprak gibidir. Kadın-erkek
arasındaki alâka ve münasebet, bu toprağı işleyecektir. Tabiî ki, bu, nefsânî
arzular ile değil, onları bertaraf ederek olmalıdır. Yani bu alâkanın yönü,
ilâhî aşka dönük olmak mecburiyetindedir. Çünkü kadın ve erkek arasındaki
muhabbet, ancak ilâhî özelliğe dönüştüğü an, gönüller muhabbetullaha yükselir.
Böyle bir kıvamda evlât nasip olursa, bu da kalbin muhabbetullah yolunda ikinci
merhalesini oluşturur. Ondan sonra eş-dost, üstad vs. gelir. Böylece kalp,
merhale merhale, adım adım ilerleyerek en yüce gâye olan muhabbetullah ile
bütünleşir, yoğrulur ve Hakk’ın sevdiği bahtiyarlar arasında dâhil olur. İşte
bu netice, insanoğlunun yaratılış gâyesinin zirvesidir.
Kısacası
kadın-erkek beraberliğinin dînî ve içtimâî adı olan âile, işte böyle ulvî bir
gâyenin gerçekleşmesi için yaratılışımıza konmuş bir hakîkat ve ihtiyaçtır. Bu
gâye gerçekleştikçe âile ağacı, dal verir ve muazzamlaşır. Güzel ve tatlı
meyveler verir. Toplumda arzu edilen huzur, sükûn, içtimâî nizâm ve düzen de bu
meyvelerden birkaçıdır.
Bu itibarla
toplumun medenî seviyeye kavuşması ve yuvaların ilâhî bir neşe ve saâdetle
dolması için en önemli hususların başında huzurlu bir âile ortamı gelir. Onun
için âile kurulurken erkek ve kadın, birbirlerine Allah adına söz verirler. Bu
söz, kendilerinin yaratılış gâyeleri yönünde bir muhabbeti gerçekleştirmek
niyet ve gayretidir. Bu niyet ve gayreti besleyecek olan da, hiç şüphesiz ki,
karşılıklı saygı, güven ve samîmiyettir.
İslâm, “âile”ye nasıl bakar?
Yukarıda saydığımız göz ardı edilemez hususlar itibarıyla İslâm, âileye çok
büyük bir ehemmiyet atfeder. Buna göre âileler, cemiyetin tohumları
mesâbesindedir. Nitekim tarihî bir gerçektir ki; sağlam temeller üzerine inşâ
edilen âileler, toplum yapısını koruyup güzelleştirirken; birbirlerine rûhî
bakımdan küfüv, yani denk olmayan eşler ve bozuk münâsebetlerle veya yanlış
şekilde kurulmuş yuvalar toplumu çökertir.
Bu açıdan İslâm, koyduğu muhabbet ve hak ölçüleri itibarıyla mesut ve
dengeli bir âile yapısı tesis eder. Yani âile ile, huzur ve saâdeti hedefler.
Öyle ki:
“Kişinin cenneti evidir…” buyrulmuştur.
Gerçekten ilâhî ölçülerle kurulmuş bir yuva dünya şartları içerisinde âdeta
cennettir. Böyle bir yüksek anlayış ve yapı ise, elbette yüksek ölçü ve muhabbet
üzerine meşrû temeller ile mümkün olacağından İslâm, işe nikâh gibi ulvî bir “ahitleşme/karşılıklı
söz verme” ile başlar. Yani her iki tarafın Allah huzurunda birbirlerine
Allah adına belirli sözleri vermelerini şart koşar. Eskilerin ifadesiyle: “Nikâhta
kerâmet vardır.” denilmesi, mesut ve huzurlu bir âilenin tesisinde nikâhın
ehemmiyetini ve kazandırdığı faydaları göstermektedir. Çünkü amellerin değeri
niyetlere göredir.
Böyle bir ulvî niyet ortaya konulmadan gerçekleşen nikâh dışı
beraberlikler, insanın yaratılış gâyesine ters düştüğü için, onun neticesi de
tam bir hüsran ve çöküşten ibaret olur. Gerek âile yapısı bakımından, gerek
millet bakımından bu böyledir. Bunun içindir ki, nikâh dışı beraberlikler,
dînen reddedilmiş ve Hak katında cezâsı son derece ağır, çok tehlikeli büyük
bir günah olarak haram kılınmıştır.
Ehemmiyetine binâen, nikâh mevzûunu biraz daha
îzah edebilir misiniz?
Nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullah’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve
kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan
imtiyâzı, yani üstünlüğüdür.
Nikâhın iki erkek şâhitle gerçekleşmesi, kadın-erkek beraberliğinin
içtimâîleşmekte (sosyalleşmekte) temel bir unsur olması sebebiyle herkese
duyurmak içindir. Çünkü o beraberliğin başkalarınca da bilinmesine ihtiyaç
vardır. Herhangi bir niyetin ortaya konması, her zaman şâhitlere muhtaç
değildir. Ancak evlilikte şâhitlerin şart koşulması, nikâh akdinin cemiyetin
bütününe yönelik bir kabullenişi gerçekleştirmek içindir. Çünkü bekâr olarak
bilinen kız veya erkeğe her zaman yeni talepler olması mümkündür. Fakat nikâh
akdi ile îlan edilmiş ve duyurulmuş bir evlilikten sonra artık o kıza ve erkeğe
muhtemel talepler bitirilmiş, böylece eşleri sadece birbirine ait kılan
sıhhatli bir âile yuvasının temeli atılmış olur. Bunun için bir bakıma iki
şâhitle yetinilmez de düğün-dernek yapılarak bütün bir toplum nikâh akdine
şâhit hâle getirilir. Dolayısıyla düğünler, huzurlu bir yuva kurmanın
memnuniyetini paylaşmakla beraber aynı zamanda nikâh akdini herkese îlan edip
duyurmak maksadından doğmuştur.
Hâsılı bütün özellikleriyle nikâh, insan yaratılışındaki üstün yapı ve
haysiyeti korumak yönünde bize emredilmiş ilâhî bir kanundur. Dolayısıyla
İslâm’a göre nikâh; nesil yetiştirmek, evlât terbiyesi, âilenin muhafazası,
insanlık haysiyetinin korunması bakımından muazzam ve vazgeçilmez bir âile
temelidir.
İslâm bu temele öylesine ehemmiyet verir ki, ona suikastta bulunan çürük ve
sefil münasebetleri tamamen reddeder. Bu itibarla nikâh dışı rezaletlerin en
kötüsü olan “zina” fiilini, en ağır bir haram olarak yasaklar. Zira o
çirkin hâl; nikâhın zarâfetine, güzelliğine ve meşrûiyetine çılgınca bir
saldırış; bir nesli yok edici en acımasız bir cinayettir. Nikâh gibi bir saâdet
ve huzur dünyasını, fuhşun murdarlığına değiştirmek kadar ahmaklık ve cehâlet
olamaz.
Fazîletli bir millet ve memleketin sokakları rezalet manzaralarına tahsis
edilemez. Meydanlar ahlâksızlığın harman olduğu yerler değildir.
Unutulmamalı ki, bir milleti ayakta tutan en temel unsur, dînî ve ahlâkî
yapıdır. Bu ahlâkî yapıyı oluşturup korumakta en tesirli yol da, nikâhtır.
Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, onun zorlaştırılmaması
hususunda ümmetini îkaz ederek:
“Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olanıdır.” (Ebû Dâvud, Nikâh, 32) buyururlar.
Dolayısıyla nikâha külfet, yani fazladan zorluk ve yük getiren başlık
parası, süt hakkı, yüz görümlülüğü ve benzeri âdetler, tamamen bâtıl
uygulamalardır ki, bunların hepsi câhiliye devri kalıntılarıdır.
Cenâb-ı Hak, kulunun iffetli ve huzurlu yaşamasını arzu eder. İffeti en güzel temin eden şey
evliliktir. Cemiyet içerisinde evlenmeye gücü yetenlerin evlenmesi gerektiği
gibi, evlenmeye gücü yetmeyenlerin de evlendirilmesi İslâm toplumuna yüklenmiş
ilâhî bir vazifedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Aranızdaki
bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer
bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her
şeyi) bilendir.” (Nûr Sûresi, 32)
Osmanlılarda,
bu hayırlı hizmet için hususî vakıflar kurulmuştur. Çünkü toplumun düzen ve ahlâkı,
fertlerin iffetli ve huzurlu yaşamasına bağlıdır.
Muhyiddîn-i
Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı
olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:
“En üstün
sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen
kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana da bir ecir vardır.”
Çünkü
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ vâlidemizle cennette başlayan
âile hayatı, Allah’ın takdîr ettiği izdivaç kanunu ile Âdemoğullarına intikâl
etmiş, İslâm dîni ile ebedîleşmiştir. Gerçekten İslâm dîni, koyduğu kâidelerle
âile hayatına cennet huzûru ve dâimî bir baharın rahmet semâsı olmuştur. Bu
saâdete nâil olabilmek için, nikâh ve izdivaç kanunu ile birer Âdem ve Havvâ
manzarası sergilemek, onlar gibi Allah muhabbeti ve takvâ yolunda kaynaşmak ve
âdeta tek can ve tek nabız hâline gelebilmek zarûrîdir.
Nikâh ile
iki yabancı kişinin hayret verici şekilde kaynaşmasında, akılları dehşet içinde
bırakacak ince dersler ve hikmetler gizlidir. Ana-baba ocağından ayrılan iki
yabancı gencin, Allah’ın, aralarına lütfettiği muhabbet ve merhametle
birbirlerine gönüllerini bağlaması, hattâ ayrıldıkları ana-baba yuvasını
gölgede bırakacak samimî bir sıcaklık ve câzibe içinde yaşamaları, ne ulvî bir
hikmet tecellîsidir. Üzerinde derin derin tefekkür edilecek ne kudsî bir
derstir.
Cenâb-ı Hak,
nikâhı ümmet-i Muhammed üzerine bereket vesîlesi kılmış; kitap ve sünnet
gölgesi altındaki bir izdivacı hayatın dünyada saâdet cenneti kılmıştır.
İnsanlığa
vakarlı ve şerefli bir hayat yaşatmak isteyen İslâm dini, kadına en yüksek
değeri vermiş ve onun ihmalinden doğacak zararlara işaret etmiştir. Kadın,
âilenin saâdet ve huzur tavanına asılmış billur bir kandil gibidir. Nikâhın
feyz ve nuru ile toplumu aydınlatır. Âilenin iffet ve nâmusunu korur. Günah
girdabı ve erozyonlarına karşı âilenin tabir yerindeyse bir paratoneri
olmalıdır. Aksi hâlde nesiller zâyî olur, insan enkazı hâline gelir. Neslin
zâyî olması ise akrabalığın ilgâ ve iptaline ve bu da nihayet toplumun çöküşüne
kadar gider. Bu takdirde fitne, akrepleşir. Zarif ve ince duygular biter.
Rezalet ve huzursuzluklar tuğyân eder. Bunlar da bir toplum için batış
alâmetleri ve felâket alarmlarıdır.
Kadınların
saâdeti, hanımefendi olarak yaşamalarıyla mümkündür. Kadın, aslî vazifesinin dışına
yönelir ise âile ocağını kurutur. Kadının dış hayata katılması, ancak zarûrî
sebeplerle ve yaratılışına uygun işler için mümkün olabilir. Bu zarûrî sebepler
de objektif (âfâkî) şekilde değerlendirilmelidir. Yani cemiyetin ihtiyaçları
ölçüsünce belirlenmeli, mâkul ve meşrû sınırlar aşılmamalıdır. Birtakım boş
heves ve mazeretlerle çiğnenen sınırlar, sadece kendimizi aldatmaca ve
kandırmacadır ki, neticeleri hep hüsrana çıkmıştır. Nice hanım kızlarımız, bu
şekilde âhir zamanın gaflet girdâbında kaybolup gitmiştir. Rezaletin üstüne
örtülmüş yaldızlara kanan nice gözler, ilâhî hakîkatlere âmâ olmuş ve kendi
saâdetine kıymıştır.
Bilinmelidir
ki, İslâm nazarında hanımlar, nikâhın billur âvizesi içinde parıl parıl ışık
saçan birer hayat iksiridir. Kadının, ahlâkî, içtimâî ve millî hüviyet ve
ihtişamı, ancak nikâhın ruhâniyeti içinde yaşamasındadır. Kadın, nikâhla
kurulan yuva sayesinde yepyeni bir dünyaya girer. Belki daha önce hiç
tanımadığı, tamamen meçhulü olan bir bey ve onun âile efradıyla bir arada yaşamaya
başlar. Ancak Allah’ın evliliğe lütfettiği ayrı bir hususiyet vardır ki, nikâh
sayesinde bir araya gelen çift, daha önce iki yabancı insan iken bir anda
dünyanın birbirine en yakın iki insanı olurlar. Kurdukları yuva da, çoğu kere
ayrıldıkları baba ocağından daha sıcak gelmeye başlar. Nitekim Rabbimiz:
“Onun
varlığının ve birliğinin delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet
edesiniz diye kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve
şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eden bir topluluk için nice
deliller vardır.” (Rum, 21)
buyurmaktadır.
Öyleyse
âiledeki saâdet için yegâne hâkim unsur, eşler arasındaki muhabbet, samîmiyet
ve şefkat olmalıdır.
Her yuvada
bu saâdeti yakalamak mümkün olmuyor. O hâlde bu saâdet ve huzura ulaşmak büyük
bir nîmet olsa gerek… Bunun için nelere dikkat etmelidir?
Böyle
huzurlu bir yuva tesis etmek için eş seçmede İslâm’ın koyduğu kâidelere
hassâsiyetle riâyet etmek birinci şarttır. Bu kâidelerin özü de şudur:
Evlenecek kimseler, eşlerini; güzellik, zenginlik gibi geçici ve nefse hoş
gelen sebeplerle tercih etmemeliler. Ancak îman ve ahlâk gibi temel mânevî
vasıflara ağırlık vererek bir tercihte bulunmalılar. Bu hususta Hazret-i
Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Kadın dört
şeyi, yani malı, güzelliği, soy-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz
dindâr olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!..” (Buhârî, Nikâh, VI. 123; Müslim,
Radâ, 53)
Yuvayı
yapanın dişi kuş olduğu gerçeğinden hareketle evlenilecek bir hanımda aranması
gereken hususu işaret eden bu hadîs-i şerîf, evlenilecek bir erkekte aranması
îcap eden hususu da içinde barındırmaktadır. Çünkü her mü’min için takvâdan
sonra en kıymetli nasip, evlendiği kimsenin amel-i sâlih/güzel amel sahibi
olmasıdır. Sâlih erkek, huzur sarayının sarsılmaz direği; sâliha kadın da,
saâdet bahçelerinin en kıymetli tezyînâtıdır. Bu hakîkat hadîs-i şerîfte
şöyle ifade buyurulur:
“Kişinin
yüceliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de (nikâhla
korunan) ahlâkında gizlidir.”
Bir de
âileler arasındaki küfüv, yani denklik mutlaka dikkate alınmalıdır. Bu denklik;
zenginlik, görgü ve kültür beraberliği gibi çeşitli unsurlara bakılarak tayin
edilmelidir.
Bundan
sonrası irade ve olgunluğa bağlıdır. Olgunluk, îman ve amel mükemmelliği; irade
ise, İslâmî emir ve yasaklara sarılmakla gerçekleşir.
İçerisinde
Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet edilen huzurlu bir âile yuvası, dünya
saâdetinin temeli ve Rabbimizin en büyük ihsânlarından birisidir. Bu nîmet ve
saâdetin devamı, iki tarafın ruhâniyet iklimi içerisinde yaşamasındadır ki, bu
da karşılıklı fedâkârlık ve anlayışa bağlıdır.
Günümüzde
âilenin erozyona uğramasının en mühim sebeplerinin başında “kadının
erkekleşmesi, erkeğin de kadınlaşması” gelir. Allah Teâlâ kadına ayrı,
erkeğe ayrı hususiyetler lütfetmiştir. Bunlar her ikisinin toplum içindeki
vazifelerinin lâyıkıyla yapmalarına göre şekillenmiştir. Vücut yapısından rûhî
özelliklerine kadar bütün yaratılış hususiyetleri, erkek ve kadında Allah’ın
onlara yüklediği mes’uliyetlere (sorumluluklara) göre şekillenmiştir. Bu durum,
âilenin geçimini teminle vazifeli kılınan erkekte rûhî sağlamlık, dayanıklılık
ve bedenî özellikler etrafında ortaya çıkmıştır. Bu da, erkeğin, âilede reis
olmasını ve o âile için hayat mücâdelesi vererek geçimini sağlaması yolunda
mes’uliyetini gerektirir.
Kadın,
âilenin geçiminden mes’ul tutulmamıştır. Tutulsaydı, bu, onun hakkında bir
eziyet ve meşakkat olurdu. Çünkü yaratılışı, rûhî ve bedenî olarak hayat
mücâdelesine göre değildir. Ona öncelikle, bu beraberlikten hâsıl olacak
çocukların doğumu ve doğumundan itibaren âcizlik devrelerinde bakılıp
korunmaları gibi hissîliği gerektiren ilâhî bir vazife yüklenmiştir. Ancak
imkân ve şartlar elveriyorsa, yaratılışına uygun, meşrû ve kadınlığa ait bir
hizmet mesleğinde çalışabilir. Kız Kur’ân kursu hocahanımlığı ve emsâlleri
gibi…
Bütün bu
ilâhî tayin eseri olan yaratılış özellikleri, kadın ve erkeğe ayrı ve birbirini
tamamlayan bir hüviyet kazandırır ki, eşler bu özelliklerin dışına taştığı
zaman âile saâdeti zaafa uğrar.
Bir de şu
hususu söylemek lâzım: Âiledeki erkek otoritesi, “tahakküm” (kaba kuvvetle
hüküm sürme) ve kadının itaati de “esaret” şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu
roller, İslâm’ın hassas bir şekilde tayin ettiği ölçüler içinde gerçekleşirse
âilede “zâlim” de olmaz, “mazlum” da…
Kadının
iffet ve itaat dâiresinden çıkarak kocasına zulmetmesi, buna mukâbil kocanın
ise otoritesini nefsânî arzuları uğruna kullanması, âile yuvasını tahrip eder.
Ancak dış dünyada hayat mücâdelesine memur olan erkek, zaman zaman birtakım
gerginliklere mâruz kalabilir. Böyle anlarda onun, evinde hanımından kendisini
teskin edici şefkatli ve muhabbetli bir itaat görmesi, hem hakkı ve hem de bir
ihtiyacıdır. Aynı şekilde akşama kadar evinde kocasını bekleyen bir kadının da,
kocasından gerekli ilgi ve alâkayı görmesi, en tabiî hakkı ve ihtiyacıdır.
Bundan dolayıdır ki, âilede herkes, Allah’ın tayin etmiş olduğu hak ve
mes’uliyetlerini bilmelidir. Âile içinde erkek merhametli, hakşinâs; kadın ise
itaatkâr ve saygılı olmalıdır.
Hâsılı bir
yuvayı huzur ve saâdet içinde devam ettiren yegâne kâide, karşılıklı sevgi ve
saygıdır. Ama unutmamalıdır ki, ecdâdımız: “Yuvayı dişi kuş yapar”
demişlerdir. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak hususunda kadın, daha tesirli bir
rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği firâset (seziş ve
kavrayış), gayret ve fedâkârlık, erkeğinkinden daha fazla bir ehemmiyet
arzeder. Çünkü Cenâb-ı Hak, anneye bu yönde erkekten daha üstün bir liyâkat ve
hissiyat bahşetmiştir.
Bu itibarla
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, Târık Sûresi’nin 7. âyetinde geçen «et-terâib»
kelimesini açıklarken şunları söyler:
“Bir yavru
sele düşse, ne kadar tehlikeli olursa olsun anne de kendisini selin içine atar
ve yavrusunu kurtarmak için canını ortaya koyarak çırpınır. Ancak baba böyle
bir davranış sergileyemez. O yavrudan ümit kesilmişse, üzüntü ile sadece sel
kenarında ağlar.”
Tabiî ki,
böyle bir kıvam, yaratılışındaki yüce kâbiliyetleri kaybetmemiş anneler
içindir. Yoksa cami ve mezarlık kenarına yavrularını terk eden vicdansız,
ruhsuz ve gaddar anneler de mevcuttur. Lâkin bunlar, yaratılışlarındaki üstün
meziyetleri yok etmiş, öldürmüş, harâbe ruhlardır.
Normal
şartlarda annelik duygusu, bir evlâda ve yavruya hiçbir şekilde kıyamaz. Bu
yüksek duygu, hayvanlarda bile şâhit olunan bir ilâhî gerçektir. Nitekim bir
belgesel çekiminde tespit edilen şu ibretli misâl, bu gerçeğin pürüzsüz bir
tecellîsidir:
Kenya
Samburu Doğal Park’ta 21 Aralık 2001 ile 1-2 Ocak 2002 tarihleri arasında bir
anne arslan ile bir geyik yavrusu hayret verici derecede anne-yavru alâkası
içerisinde olurlar. Yavru geyik kameralara ilk yansıdığında göbek bağı bile
üzerindedir. Anne arslan ona acımış ve kendisini âdeta evlât edinmiş gibidir.
Yavru geyik de anne arslanın sıcak alâkasından dolayı ondan ayrılmaz. Süt
ememediği için yaprak yemeye çalışır. Anne arslan, onun geyik yavrusu olduğunun
farkındadır, çünkü onu hiç et ile beslemeye kalkmaz. Hattâ bu zaman zarfında
zayıflamasına rağmen ava da çıkmaz. Buna rağmen her ikisi de sıhhatlidir. Yani
yavru geyik, anne sütü emmemesine ve anne arslan da ava çıkmamasına rağmen
zayıf düşseler de canlılıkları yerindedir.
Bu sıralarda
yavrusunu arayan anne geyik çıkagelir. Yavrusunu arslanın himâyesinde görünce
şaşırır. Yaklaşamaz. Fakat oradan da ayrılmaz. Uzaktan sesler çıkararak yavrusu
ile anlaşır. Böylece yavru geyikle alâka kurar. Hattâ beraber otlarlar. Ancak
bu, anne arslanın kontrol ve denetiminde gerçekleşir. Çünkü o, yavru geyiği
tamamen sahiplenmiştir ve alışmıştır. Bunun için onun kendisinden ayrılmasına
râzı olmaz, ancak asıl annesi ile dolaşmalarına da fazla uzağa gitmedikleri
müddetçe ses çıkarmaz. Fakat yavru geyik fazla açılırsa müdahale eder. Çünkü
yavru geyiği çok sevmektedir. Öyle ki, onu diliyle okşamakta, kulağını
yalamakta, yanaklarını başına sürerek oynamaktadır. Ama nihayette anne
arslanın, yavrucağın annesine ait olduğu hissi içinde ağır basmış olacak ki,
sonunda yavru geyikle vedâlaşır. Onu koklar, okşar, derisini derisine sürter ve
âdeta mahzun bir şekilde ayrılır. Fakat ilâhî takdir, annesiyle başbaşa kalan
geyik yavrusunu çok geçmeden erkek arslan fark eder. Hemen o zayıf ve korumasız
yavrucağı avlar. Durumu gören anne arslan, son derece müteessir olmuştur. Geyik
yavrusunun öldüğü yerde kanını koklayıp koklayıp başını büker. Âdeta içine
doğru gözyaşı döker.
Kameralara
yansıyan bu hâdise ne kadar hayret verici ilâhî bir misâldir. Annelik
özelliğinin ne kadar üstün bir derecede sergilenmesidir, hem de yaratılışları
birbirine düşman iki hayvan arasında. İşte bu Cenâb-ı Hakk’ın yüce âyetlerinden
birisidir. Annelik hususunda tecellî eden ilâhî bir mûcizedir.
Burada
bizlere büyük hikmet ve ibretler vardır. Yani anne, bedenî özellikleri
itibarıyla değil, rûhen üstün özellikleri ile annedir. Eğer bir kadın bunlara,
dolayısıyla kadınlığına, anneliğine vedâ ederse, artık o bir şefkat âbidesi
değil duygusuz bir avcı kesilir. Nice yavruları mahveder. Onun için kadınlar,
annelik hazinesini hiç kayıp vermeden, diğer mahlûkattan daha üst seviyede
muhafaza etmeliler. Çünkü diğer mahlûkat için âhiret âleminde yavrularıyla
karşılaşıp hesaba çekilmek yoktur. Ancak insanlar için vardır. Yani insanlar
için evlâtları mahşer gününde ya hayır olarak ya da şer olarak karşısına
çıkacaktır. Bu bakımdan yavrulara gösterilecek en şefkatli ve üstün annelik,
onları cehennem ateşinden koruyacak şekilde yetiştirmek ve cennete vesîle
kılacak bir yaşayış kıvamı kazandırmaktır. Bunun için dînî eğitim, güzel edep,
yani ahlâkî terbiye ve kulluk şuuru, verilmesi gerekenlerin en başında gelir.
Efendim,
toplumumuzda evlenecek şahıslar, nişanlılık denilen bir devre geçiriyorlar. Bu
esnâda birçok problemler yaşanıyor. Nişanlılık devresinde iki tarafın; gezme,
birbiriyle konuşma vs. gibi mevzûlarda dikkat edeceği hususlar nelerdir?
Yukarıdan
beri anlatmaya çalıştığımız, âilenin sıhhatli ve sarsılmaz bir yapıda kurulması
hususudur. Dolayısıyla âileyi düzgün ve doğru temeller üzerine kurmak, sadece
nişanlılık devresi değil, baştan sona her safhada ilâhî ölçü ve denge
içerisinde hareket etmeye bağlıdır. Ancak maalesef zamanımızda birtakım
kimseler, nişanlılık devrelerinde, sanki evlilik gerçekleşmiş gibi
davrandığından birçok hatâlar ve tıkanmalar, tamir edilemez gönül yaralanmaları
meydana gelmektedir.
İfade
etmelidir ki, söz kesme ve nişan safhası, iki tarafın birbirine evlilik yolunda
karar verip anlaşmasından ibarettir. Yani bu safha, nikâh safhası gibi
değildir. İki taraf da henüz birbirine mahremdir, yani aralarından haram duvarı
kalkmış değildir. Dolayısıyla bu haram sınırına ve helâl hududuna dikkat etmek
gerekir.
Kısacası
birbiriyle nişanlı olup da nikâhı kıyılmamış iki tarafın, tenha yerlerde
başbaşa bulunmaları, lüzumundan fazla konuşmaları ve beraberlikleri aslâ uygun
değildir. Böyle hâllerin günümüzde sayısız tahribatlarına hepimiz şâhit
oluyoruz.
Bu hususta
İbn-i Abbas’ın şu rivâyetini hatırlatmak isterim:
Cenâb-ı Hak,
Havvâ vâlidemizi, Hazret-i Âdem’in sol kaburga kemiğinden yarattı. Âdem
-aleyhisselâm- o esnâda uyumaktaydı. Uyanıp yanında bir filiz gibi Havvâ’yı
görünce, kalbi ona aktı ve elini uzattı. Melekler haykırdı:
“–Yâ Âdem,
dokunma ona!.. Henüz nikâhın kıyılmadı!..”
Bundan sonra
Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın nikâhları kıyıldı. Mehrin şartı da, üç
kere Hazret-i Muhammed Mustafa’ya salevât-ı şerîfe getirilmesi olarak
gerçekleşti.
Bu, Allah
huzurunda ve Muhammedî hakîkat önünde ilk nikâhın başlangıcı oldu.
Böylece nikâh,
Hazret-i Muhammed Mustafa’ya salevât ile ulvî bir mânâ kazandı. Rahmet, bereket
ve feyiz tecellîleri ile doldu.
Efendim,
düğün yapmak hakkında ne söylemek istersiniz?
Evlilikte
düğün, dostlar ve âile yakınlarıyla mürüvvet ve mutluluk paylaşmaya vesîledir.
Aynı zamanda nikâhtaki îlan edip duyurma prensibini herkesi içine alacak
şekilde gerçekleştirmek içindir. Bir de insan neslinin devamı için yuva
kurulması gibi hayâtî derecede mühim olan bir hususu, neşe ve sevinç vesîlesi
hâline getirmek de güzel bir maksattır. Bu da yaratılışımızın bir îcâbıdır.
Ancak şunu
belirtmeli ki, düğünleri âileler için bir yıkım vesîlesi olacak tarzda israf
ile gerçekleştirmek, İslâm’ın aslâ kabul etmeyeceği bir iştir. İslâm ki, gürül
gürül akan bir nehir suyunda abdest alanlara bile su israfına dikkat etmelerini
emretmekte ve tutumlu davranmanın alışkanlık hâline gelmesini istemektedir.
Dolayısıyla taraflar zengin bile olsalar, içinde yaşadıkları toplumdaki mağdur
ve mahrumları da düşünerek orta yollu hareket etmelidirler. Zamanımızda birçok
zenginlerin yaptığı gibi düğünleri ihtişam ve zenginlik gösterisine
dönüştürmek, bir israf çılgınlığının ve bu da, İslâm’ın iyi hazmedilememiş
olmasının bir göstergesidir.
Gerçekten
düğünler, zarâfet ve nezâket içinde olmalıdır. Her türlü israf, gösteriş ve
şatafattan uzak durulmalı, herkes maddî durumuna göre mütevâzı bir merâsim
yapmalıdır. Maddî güç gösterisi gibi hâller, düğünlerin maksat ve rûhâniyetini
yıpratır.
Hele ilâhî
ölçülere aykırı düşen birtakım yanlış hareketler ve âdetlerle evlilik gibi
mübârek yola kötü bir başlangıç ile adım atmak, cehâlet ve hüsrana sapmaktır.
Ancak yüce Allah’ın hükümlerine bağlı ve ahlâk kâidelerine uygun nikâh
meclisleri ve cemiyetleri, mübârektir ve duâların kabul olacağı mekânlardır.
Ancak
kadın-erkek karışımı olmamak kaydıyla, yani kadınların kendi aralarında,
erkeklerin de kendi aralarında yapacağı helâl olan eğlencelere cevaz
verilmiştir.
Diğer
taraftan verilecek velîmeye, yani bir cennet yemeği vasfında değerlendirilen ve
mühim bir sünnet-i seniyye olan düğün yemeğine, garip ve kimsesizler de
çağırılmalıdır. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- bu hususta
şöyle îkazda bulunur:
“Zenginlerin
dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fena bir yemektir.” (Buhârî, Nikâh 72; Müslim, Nikâh
107. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Nikâh 25)
Bilmeli ki,
ümmete zayıfların duâsı sebebiyle yardım edilmektedir. Dolayısıyla garip ve
fakirler velîme yemeğine bilhassa dâvet etmelidir. Hatırlamalı ki, Mûsâ
-aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiş:
“–Yâ Rabbî!
Seni nerede arayayım?” diye sormuştu.
Allah Teâlâ
da ona:
“–Beni kalbi
kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Çünkü gönlü
yaralı ve garip kimselerin niyazları Allah katında makbuldür. Onun için onların
duâlarını almaya ve özellikle de evlilik gibi âile temellerinin atıldığı mühim
anlarda daha ziyâde dikkat etmelidir. Ayrıca sâlih ve sâliha kimselerden hayır
duâ almak da ihmal edilmemelidir.
Efendim,
genç evli erkek ve hanımların âile yuvasının sıhhati açısından dikkat edeceği
hususlar nelerdir?
İyi bilmek
gerekir ki, milletler; erkekleri ile yükselir, fakat kadın da bu yükselişi
tamamlar. Erkeksiz ilerleme olamayacağı gibi, kadınsız da ilerleme ve yükseliş
olmaz, olsa da noksan kalır. Bu irtibat dolayısıyladır ki, âilede huzursuz olan
bir erkek, çoğu kere işinde de başarılı olamaz. Onun için diyebiliriz ki,
memleket, kadının olgunluğu ve yetişmişliği sayesinde yükselir. Tabiî bunun
tersi de aynı şekildedir. Yani memleket ve millet, kadının alçalması
neticesinde de değerini ve gücünü yitirir. Tarih sayfaları, bu gerçeğin sayısız
örnekleriyle doludur. İşte bunun için sıhhatli âile yapılarına ihtiyaç,
kaçınılmazdır. Nitekim;
İnsan
yaratılışı itibarıyla mükemmel bir varlıktır. Ancak bu mükemmelliği yansıtacak
şahsiyet ve kimliği ise, sıhhatli bir âile yuvasında ortaya çıkar. Dolayısıyla
insan için âile yuvası, ihsân duygusunu gerçekleştirici hâl ve davranışların en
sıcak bir eğitim kucağı olmalıdır. Böyle olursa gönüller, mânevî bir seviye ve
rûhâniyet kazanır. Peygamberler ve velîlerin âile hayatından hisseler alır. Bu
çerçevede;
Âile
saâdeti, iki tarafın, karşılıklı haklarına saygılı olmaları ve bu saygıyı
muhabbetle perçinlemelerine bağlıdır.
Âile
saâdetinin gerçekleşmesi hususunda âyetteki «ittekû/Allah’tan korkunuz!»
ifadelerinin kastettiği «takvâ» pınarından nasip alabilmek çok mühimdir.
Yer-gök şâhittir ki, şu dünya, kadın hukûkuna riâyetin bereketiyle cennet,
riâyetsizliğin kötü âkıbetiyle cehennem hâline dönmüştür. Hazret-i Peygamber
-sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz, kadın hakları hususunda vedâ
hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:
“Ey
insanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile
muâmele ediniz! Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz
kadınları, Allah emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini
Allah adına söz vererek helâl edindiniz!” (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, X. 398)
Bu itibarla
hanımları; sâlih bir nesil için evlâtlarının ahlâkî yapıları ile meşguliyetten
koparmak, yüce yaratılışlarına zıt işlere yönlendirmek, ne mantık ve iz’âna, ne
de îmana sığar. Sığmaz, çünkü âiledeki huzûr ve saâdet, ancak ve ancak
kadındaki ve erkekteki özellik ve kâbiliyetlerin yerli yerince kullanılması ve
korunmasıyla elde edilebilecek bir nasiptir.
İşte bu
nasibe nâil olmak için yapılan evlilik, İslâm’ın, üzerinde çok hassas şekilde
durduğu bir yapıdır. Onun hem maddî, hem de mânevî
olmak üzere iki yönü vardır. Dolayısıyla âile yuvasını iki yönlü olarak
kurabilmek için son derece ciddiyet ve dikkat sahibi olmak şarttır. Aksi hâlde
evlilik basit bir beraberlikmiş gibi anlaşılabilir. Böyle sığ anlayışlarla
kurulan âile yuvaları da, maalesef yersiz boşanmalarla neticelenmektedir.
Gerçekten de dînî ve ahlâkî duygularla birleşmeyen eşlerin sonu ya ayrılıklar
veya mezara kadar uzanan ıstıraplar zinciri olmaktadır. Elbette ki, bu, hiç de
arzu edilen bir netice değildir. Bunun içindir ki, boşanmalar, Arş-ı âlâyı
titreten bir hâdise olarak değerlendirilmiştir. Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi
ve sellem- buyururlar:
“Evleniniz, boşanmayınız!.. Zira boşanma
dolayısıyla Arş titrer…” (Ali el-Müttakî, IX, 1161/
27874)
Hele zevk ve eğlence için kadın boşamak; hesabı da, azâbı da büyük bir suç
ve zulümdür ki, aslâ helâl değildir. Bu, Hakk’ın kesinlikle affetmeyeceği kul
hakkına girmek, kendi kendini helâk ve hüsrana sürüklemektir.
Böylesine keyfî ve düşüncesizce yapılan evlilikler ve bunun ardından gelen
kaçınılmaz boşanmaların o kadar hazin sonları vardır ki, saymakla bitmez. Bunun
en ağır ve kötü yansıması öncelikle çocuklar üzerinde meydana gelir. Ev içinde
âile sıcaklığı bulamayan, örnek alacağı ana-babasından kötü muâmeleye mâruz
kalan çocuklar, sokakların insafına terk edilmiş hâlde yaşarlar. Böyle olunca
da evden kaçarak sokak çocukları arasına katılan bu çocuklar; kısa zamanda
sigara, alkol, tiner, narkotik, fuhuş ve çeşitli suç örgütlerinin ağına
düşmektedirler. Bu da, toplumu çökertecek bir fâciâya zemin hazırlamaktadır.
Toplum hayatını çoraklaştıran korkunç bir ahlâkî erozyonun da tetikleyicisi
olmaktadır.
Ancak boşanma ile ilgili olarak bir gerçeği de vurgulamak lâzım tabiî ki.
İslâm’a göre nikâh akdi, Katoliklerde olduğu gibi “hiçbir şekilde bozulamayacak
ve ömür boyu da çaresiz bir şekilde devam etmesi gerekecek bir akit” değildir.
Her anlaşma, o anlaşmayı yapanların eseri olduğundan, bazı mecburiyetler
dolayısıyla taraflar arasında yapılacak yeni bir anlaşma ile elbette ki,
kaldırılabilir. Bu, İslâm’ın benimsediği bir kâidedir ki, akıl ve mantık da
bunu gerektirir. Aksi hâlde yanlış ve isabetsiz bir evlilikte boşanma hakkı
olmasa hayat, insana zehir olur. Beraberlikler, esarete dönüşür. Çıkmazlarına
çözüm bulamayan çiftler, sonunda çarpık ve sapık bir yaşayışın bataklığına yuvarlanır.
İşte bunun içindir ki, İslâm, vazgeçilmez bir gereklilik oluştuğunda boşanmayı
helâl kılmış ve bunu da iradeli davranmaya daha müsait olan erkeğe bırakmıştır.
İslâm’a göre boşanma hakkının kâide olarak erkeğe verilmesi, kadınların
hissîliği sebebiyledir. Yoksa nikâhta şart koşulduğu takdirde kadının da aynı
hakka sahip bulunmasına hiçbir engel yoktur. Buna tefvîz-i talâk denilir.
Ayrıca böyle bir şart koşulmamış olsa da ciddî bir mecburiyet ortaya çıktığında
kadın, ilgili makâma müracaatla boşanma hakkına sahiptir.
Dolayısıyla gereksiz boşanmalardan korunmak, hiç şüphesiz kadın ve erkeğin,
kendi kıymet ve değerlerini karşılıklı olarak bilmeleri ve bunları yine
karşılıklı olarak muhafaza etmeleri ile mümkündür. Hayat arkadaşlarının mesut
günleri; ince ve derin hâtıralar, samimî neşeler, refah, huzur ve lezzet, hep
ilâhî ölçüler gölgesinde temin edilir. Bu da, her iki tarafın Hakk’a kul olarak
birbirlerine karşı sadâkat ve samîmiyetleri ile tecellî edecektir. Hadîs-i
şerîflerde buyurulur:
“Bir kimse geceleyin hanımını uyandırır da
beraberce veya her biri kendi başına iki rekat namaz kılarlarsa, Allah’ı çok
zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlardan yazılırlar.” (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)
“Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da
kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet etsin!
Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa
yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah rahmet etsin!” (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)
Bu hadîs-i şerîflerden anlaşılan nükte şudur ki; kısaca âile saâdeti:
1. İki taraf arasında samîmiyet,
2. Birbirini takvâya teşvik gibi iki büyük düstura bağlıdır.
Bütün bu anlattıklarınızın bir arada toplandığı
ideal ve örnek bir âile yuvası göstermek gerekirse, önümüzde başarılı misâller
var mı?
Elbette. Pek
çok misâl vermek mümkün. Ancak hepsinin zirvesinde şüphesiz ki, Hazret-i
Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kurduğu huzur ve saâdet
yuvası vardır.
Zira ömrün
her safhasında ve meselesinde en güzel örnek ve rehber olan Efendimiz
-sallâllâhü aleyhi ve sellem-, âile saâdeti ve huzuru açısından da bütün
insanlığa numûne bir yuva kurmuş ve her yönüyle mükemmel, feyizli ve bereketli
bir hayat sergilemiştir. Yani O, mesut bir âile yuvası için hem en mükemmel bir
koca, hem de en mükemmel bir baba örneğidir. Mübârek hanımı Hazret-i Hatice
vâlidemiz de en mükemmel bir eş ve anne örneğidir. Diğer vâlidelerimiz de
böyledir… Kısacası O’nun kurduğu âile yuvasında O’ndan en küçük bir olumsuzluk
meydana gelmemiştir. Bu, hayal ötesi bir başarıdır. Beşer olmaları hasebiyle
annelerimizle aralarında ufak-tefek meseleler elbette ki, yaşanmıştır. Ancak
O’nun yüce ahlâkı ve ideal şahsiyeti sayesinde hepsi de hayır ve bereketle
neticelenmiş ve böyle durumlarda nasıl davranılacağı hususunda bütün ümmete
örnek teşkil etmiştir.
Bu itibarla
Peygamber Efendimiz’in âile yuvası, kendi üstün şahsiyeti gibi her bakımdan en
ideal ve örnek bir yuvadır.
O yuva,
dünyanın öyle huzur ve güzellik dolu yuvasıydı ki, günlerce sıcak bir yemek
pişmediği hâlde burcu burcu saâdet kokardı. Üstelik o mukaddes yuvada
hanımların odası, ancak başlarını sokacak bir mekândan ibaretti. Ancak o
yuvanın en lezzetli rızkı; rızâ, sabır ve teslimiyetti. Allah Rasûlü’nün âile
hayatında uyguladığı terbiye usûlü, onların kalplerini sonsuz bir bağlılık ve
muhabbetle doldurmuştu. Hiçbir kadın, efendisini; vâlidelerimizin Allah
Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir koca da, hanımını; Allah
Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti rütbesinde sevemez. Hiçbir
evlât, Hazret-i Fâtıma’nın babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da
evlâdını, Allah Rasulü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.
Sallâllâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz, her biri mü’minlerin anneleri makâmında olan
hanımları arasında adâlete de son derece riâyet etmiştir. Bu hususta elinden
gelen gayreti göstermiş, fakat mutlak adâleti temin etmenin zorluğunu da itiraf
ile Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir:
“Ya Rabbî,
farkında olmadan birini diğerinden fazla sevebilirim. Bu da bir haksızlık olur.
Onun için ey Rabbim! Elimden gelmeyen bu hususta senin rahmetine
sığınıyorum!..”3
Ey Rabbimiz!
Bizlere ve âilelerimize, sana kulluk ve tâat üzre hoşnut olacağın bir takvâ
hayatı nasip eyleyip hânelerimizi lütuf ve saâdet cenneti eyle! Binbir isyan ve
gaflet amellerinin tutuşturduğu azap cehennemi eyleme!
Âmîn!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.